NBA Oyuncuları'nın Hayat Hikayeleri(İlginç)
NBA Oyuncuları'nın Hayat Hikayeleri(İlginç)
ALLEN IVERSON
Tam Ismi: Allen Ezail Iverson
Uzunluk: 6' 0"
Agurlik: 165 lbs.
Pozisyon: Guard
Dogum Yeri: Hampton, Virginia
Dogum Tarihi: Haziran 7, 1975
Bitirdigi Okul: Georgetown '98
NBA Takimi: Philadelphia 76ers
Daha çocuk yasta ona gebe olan bir anne, babasiz, fakir, sefalet içinde geçen ve ailesinin aldigi tüm yanlis kararlarin yasamini dogrudan etkiledigi bir hayat. Allen Iverson, 6 Temmuz 1975 tarihinde Hampton, Virginia’da dogdu. Allen dogdugunda annesi Ann sadece 15 yasindaydi. Ve Allen’i tek basina yetistirmek zorundaydi. Hampton’ da yasadiklari ev ise kanalizasyon sebekesinin hemen üzerinde oldugu için sik sik lagim taskinlarina maruz kalmaktaydi. Iverson’in gerçek babasini merak edenleriniz varsa, Iverson’in hayatiyla biyolojik olarak onun babasi olmasi disinda hiçbir ilgisi olmadi.
Iverson’larin evinde ödenmeyen faturalardan dolayi genelde su ve elektrik kesik olurdu. Ama küçük Allen gene de annesine kizgin degildi çünkü mevcut duruma göre annesinin zaten elinden geleni yaptigini düsünmekteydi. Allen daha sonra kendi basinin ç****ine zor bakarken hayatina giren iki kizin da sorumlulugunu üstlenmek zorunda kaldi: Kardesleri Brandy ve Iliesha.
Özellikle küçük Iliesha’nin lagim suyu baskinlarin getirdigi sagliksiz kosullar nedeniyle sik sik hastalanmasi zaten mali problemler yasayan aileyi daha da büyük bir krize sürükledi. Iverson’in hayatindaki dönüm noktalarindan belki de en önemlisi, annesinin o daha çok küçük yaslardayken oglunun spora yetenekli oldugunu kesfederek onu bu yönde desteklemesi. Zaten bu dönemde annesinin daha iyi bir hayat için kurdugu tüm hayallerin m***ezinde Allen’in spor konusundaki yetenegi bulunmaktadir. Belki Inanmayacaksiniz ama, Iverson çocuklugunda basketbola karsi pek de fazla ilgili degildi. Annesi onu zorla basketbol oynamaya yolladi ona bu oyunu sevdirmek için maddi bakimdan zorlanarak da olsa Jordan ayakkabilari ve buna benzer basketbol malzemeleri aldi.Iverson ailesinin yasadigi yer olan Hampton, çetelerin kol gezdigi,uyusturucu ve suçun adeta günlük siradan bir olay oldugu tabiri caizse tam bas belasi bir yerdi. Allen daha 14 yasindayken yakin arkadaslarindan birinin biçaklanarak öldürülmesine sahit olmustu. Bu olayin üstünden fazla geçmeden katildigi bir partide en yakin arkadasi gözlerin önünde vurulmustu. Annesi ile yasayan Ive’nin babasi yerine koydugu adamsa uyusturucu satarken yakalandi.
Iverson genç yasinda bu gibi sorunlarla boguluyor ve bu olaylari kafasindan atmak aklini baska seylere vermek istiyordu ve kendini spor a yöneltti. Basketbol ve Amerikan futbolu en sevdigi sporlardi.Basketbol Iverson için bos vakitlerini degerlendirdigi hos bir ugrasti sadece. O kendini Amerikan futboluna daha yakin görüyordu annesi ise onun basketbol ile ilgilenmesini istiyor, ona nasil sut atilacagini içeriye nasil dribling yapilacagini gösteriyordu. Iverson ile ilgilenen sadece annesi degildi. Ilkögretim ögretmeni Amerikan futbolu takimi antrenörü Gary Mooredu idi. Mooredu Ive’nin atletik özelliklerini fark etmisti ve onu Hampton’nun belali sokaklarinda uzak tutmak istiyordu.Ancak Iverson hala Amerikan futbolunu basketbola tercih ediyordu.Ta ki 15 yasina kadar....
INANILMAZ OLAN.... Bir gün Ive yine basketbol oynarken kisacik boyuna ragmen nizami olan bir potaya smaç atti. O maçtan sonra hissettikleri Allen’a gelecegi için önemli bir karar verdirecekti.
Lisede okulunun hem basketbol takiminda hemde Amerikan futbol takimin da oynadi. Bethel lisesini adeta tek basina eyalet sampiyonu yapti. Ayni basariyi Amerikan futbol takiminda da gerçeklestirince Virginia’daki liseler arasinda en iyi sporcu ödülünü aldi, bu ödül bir ilk ama asla sonuncu olmayacakti... 1992 yilinda ise Amerikan futbol takimini sampiyon yapmisti ve hayatinin belkide en güzel ve mutlu günlerini geçiriyordu. Ama 1993 yili hiçde öyle geçmeyecekti. Hayat ona en aci sürprizini hazirliyordu .......
HAPISHANE GÜNLERI.... Bir gün Iverson arkadaslari ile bowling oynamaya gid***en yollarini irkçi bir grup beyaz çevirdi. Karsilikli sözlü satasma kisa süre içinde büyük bir kavgaya dönüstü. Kavga bittiginde ise Iverson çete kurarak kavga çikarmak suçundan tutuklandi. Elliden fazla kisinin katildigi kavgada sadece dört siyah tutuklanmisti ve Iverson onlardan biriydi onun için istenen ceza 15 yil hapisti. Olanlara inanamiyordu artik tüm rüyalari ona uzakti. Lise diplomasi,üniversite ve profesyonel sporculuk artik rüyaydi. Ama bir Amerikan rüyasinin gerçeklesecegini nereden bilebilirdi.
Iverson'in aldigi ceza Amerika’da genis yanki yaratti. Irkçi bir örgüt olan Ku Klux Klan örgütünün bu olayi bilinçli olarak yarattigini siyah bir oyuncunu basarilarini engellemek için bu olaylari çikardiklari iddia edildi. Iverson’in annesi oglunu kurtarmak için her seyi yapiyor her kapiyi çaliyordu aklina Georgetown Üniversitesinin disipliniyle taninan ünlü antrenörü John Thompson geldi hemen Thompson u aradi ve Thompson eger hapisten çikarsa onu Georgetown Üniversitesine alacagini söyledi üstelik ona burs verecekti diger taraftan çesitli örgütler de Iverson'in aldigi cezayi protesto ediyordu. Virginia valisi davayi tekrar görüsülmesine karar verdi.
Bunun sonucunda Iverson'in cezasi agir ceza kapsamindan çikarildi,davanin çocuk mahkemesi yetkisinde olmasi gerektigi ve cezasi dört ay bir çiftlikte çalismak olarak açiklandi. Iverson o dört ayin sonunda serbestti ve hayallerini gerçeklestirmek için tek yapmasi gereken lise diplomasini almakti .O da bunu gerçeklestirerek
Georgetown Üniversitesinin yolunu tuttu.
ÜNIVERSITE GÜNLERI... Iverson'in Üniversite günleri pek kolay olmadi. Bu seviyedeki basketbola pek de hazir degildi. Rakip takimin taraftarlari maç sirasinda ona sürekli ^hapishane kusu^ olarak seslenmeleri onu olumsuz etkiliyordu.Herseye ragmen Iverson'a güvenmeye devam eden antrenör Thompson da yogun elestirilere maruz kaliyordu. Çok geçmeden Iverson kendini toparladi ve NCAA in sayili oyunculari arasinda gösterilmeye basladi ertesi senede farkli degildi ancak saha disindaki sorunlar Iverson'in pesini birakmiyordu. Kardesinin önemli saglik sorunlari vardi ve annesi tedavi masraflarini karsilayabilecek durumda degildi. Ailesinin siddetle paraya ihtiyaci oldugu dönemde Iverson üniversiteyi birakarak NBA gitme karari aldi zaten baskada seçenegi yoktu. Ive kisa süren üniversite kariyerinde 67 maçin 66 sinda ilk bes baslamis ve oynadigi her iki sezonda da Georgetown üniversitesinin bas skoreri olmustu.Georgetown’da geçirdigi iki yilin sonunda arkasinda bir çok ödül birakti. 20.4 sayi ve 4.5 asist ortalamalari ile oynadigi 1994-95 sezonunda Big East Ligi’nin en iyi çaylagi ve savunmacisi ödülüne ulasti. 25.0 sayi, 4.7 asist, 3.35 top çalma ortalamalariyla oynadigi 1995-96 sezonunda ise ismi Big East’in en iyi ilk besindeydi ve tekrar yilin takimina seçildi..
Tam Ismi: Allen Ezail Iverson
Uzunluk: 6' 0"
Agurlik: 165 lbs.
Pozisyon: Guard
Dogum Yeri: Hampton, Virginia
Dogum Tarihi: Haziran 7, 1975
Bitirdigi Okul: Georgetown '98
NBA Takimi: Philadelphia 76ers
Daha çocuk yasta ona gebe olan bir anne, babasiz, fakir, sefalet içinde geçen ve ailesinin aldigi tüm yanlis kararlarin yasamini dogrudan etkiledigi bir hayat. Allen Iverson, 6 Temmuz 1975 tarihinde Hampton, Virginia’da dogdu. Allen dogdugunda annesi Ann sadece 15 yasindaydi. Ve Allen’i tek basina yetistirmek zorundaydi. Hampton’ da yasadiklari ev ise kanalizasyon sebekesinin hemen üzerinde oldugu için sik sik lagim taskinlarina maruz kalmaktaydi. Iverson’in gerçek babasini merak edenleriniz varsa, Iverson’in hayatiyla biyolojik olarak onun babasi olmasi disinda hiçbir ilgisi olmadi.
Iverson’larin evinde ödenmeyen faturalardan dolayi genelde su ve elektrik kesik olurdu. Ama küçük Allen gene de annesine kizgin degildi çünkü mevcut duruma göre annesinin zaten elinden geleni yaptigini düsünmekteydi. Allen daha sonra kendi basinin ç****ine zor bakarken hayatina giren iki kizin da sorumlulugunu üstlenmek zorunda kaldi: Kardesleri Brandy ve Iliesha.
Özellikle küçük Iliesha’nin lagim suyu baskinlarin getirdigi sagliksiz kosullar nedeniyle sik sik hastalanmasi zaten mali problemler yasayan aileyi daha da büyük bir krize sürükledi. Iverson’in hayatindaki dönüm noktalarindan belki de en önemlisi, annesinin o daha çok küçük yaslardayken oglunun spora yetenekli oldugunu kesfederek onu bu yönde desteklemesi. Zaten bu dönemde annesinin daha iyi bir hayat için kurdugu tüm hayallerin m***ezinde Allen’in spor konusundaki yetenegi bulunmaktadir. Belki Inanmayacaksiniz ama, Iverson çocuklugunda basketbola karsi pek de fazla ilgili degildi. Annesi onu zorla basketbol oynamaya yolladi ona bu oyunu sevdirmek için maddi bakimdan zorlanarak da olsa Jordan ayakkabilari ve buna benzer basketbol malzemeleri aldi.Iverson ailesinin yasadigi yer olan Hampton, çetelerin kol gezdigi,uyusturucu ve suçun adeta günlük siradan bir olay oldugu tabiri caizse tam bas belasi bir yerdi. Allen daha 14 yasindayken yakin arkadaslarindan birinin biçaklanarak öldürülmesine sahit olmustu. Bu olayin üstünden fazla geçmeden katildigi bir partide en yakin arkadasi gözlerin önünde vurulmustu. Annesi ile yasayan Ive’nin babasi yerine koydugu adamsa uyusturucu satarken yakalandi.
Iverson genç yasinda bu gibi sorunlarla boguluyor ve bu olaylari kafasindan atmak aklini baska seylere vermek istiyordu ve kendini spor a yöneltti. Basketbol ve Amerikan futbolu en sevdigi sporlardi.Basketbol Iverson için bos vakitlerini degerlendirdigi hos bir ugrasti sadece. O kendini Amerikan futboluna daha yakin görüyordu annesi ise onun basketbol ile ilgilenmesini istiyor, ona nasil sut atilacagini içeriye nasil dribling yapilacagini gösteriyordu. Iverson ile ilgilenen sadece annesi degildi. Ilkögretim ögretmeni Amerikan futbolu takimi antrenörü Gary Mooredu idi. Mooredu Ive’nin atletik özelliklerini fark etmisti ve onu Hampton’nun belali sokaklarinda uzak tutmak istiyordu.Ancak Iverson hala Amerikan futbolunu basketbola tercih ediyordu.Ta ki 15 yasina kadar....
INANILMAZ OLAN.... Bir gün Ive yine basketbol oynarken kisacik boyuna ragmen nizami olan bir potaya smaç atti. O maçtan sonra hissettikleri Allen’a gelecegi için önemli bir karar verdirecekti.
Lisede okulunun hem basketbol takiminda hemde Amerikan futbol takimin da oynadi. Bethel lisesini adeta tek basina eyalet sampiyonu yapti. Ayni basariyi Amerikan futbol takiminda da gerçeklestirince Virginia’daki liseler arasinda en iyi sporcu ödülünü aldi, bu ödül bir ilk ama asla sonuncu olmayacakti... 1992 yilinda ise Amerikan futbol takimini sampiyon yapmisti ve hayatinin belkide en güzel ve mutlu günlerini geçiriyordu. Ama 1993 yili hiçde öyle geçmeyecekti. Hayat ona en aci sürprizini hazirliyordu .......
HAPISHANE GÜNLERI.... Bir gün Iverson arkadaslari ile bowling oynamaya gid***en yollarini irkçi bir grup beyaz çevirdi. Karsilikli sözlü satasma kisa süre içinde büyük bir kavgaya dönüstü. Kavga bittiginde ise Iverson çete kurarak kavga çikarmak suçundan tutuklandi. Elliden fazla kisinin katildigi kavgada sadece dört siyah tutuklanmisti ve Iverson onlardan biriydi onun için istenen ceza 15 yil hapisti. Olanlara inanamiyordu artik tüm rüyalari ona uzakti. Lise diplomasi,üniversite ve profesyonel sporculuk artik rüyaydi. Ama bir Amerikan rüyasinin gerçeklesecegini nereden bilebilirdi.
Iverson'in aldigi ceza Amerika’da genis yanki yaratti. Irkçi bir örgüt olan Ku Klux Klan örgütünün bu olayi bilinçli olarak yarattigini siyah bir oyuncunu basarilarini engellemek için bu olaylari çikardiklari iddia edildi. Iverson’in annesi oglunu kurtarmak için her seyi yapiyor her kapiyi çaliyordu aklina Georgetown Üniversitesinin disipliniyle taninan ünlü antrenörü John Thompson geldi hemen Thompson u aradi ve Thompson eger hapisten çikarsa onu Georgetown Üniversitesine alacagini söyledi üstelik ona burs verecekti diger taraftan çesitli örgütler de Iverson'in aldigi cezayi protesto ediyordu. Virginia valisi davayi tekrar görüsülmesine karar verdi.
Bunun sonucunda Iverson'in cezasi agir ceza kapsamindan çikarildi,davanin çocuk mahkemesi yetkisinde olmasi gerektigi ve cezasi dört ay bir çiftlikte çalismak olarak açiklandi. Iverson o dört ayin sonunda serbestti ve hayallerini gerçeklestirmek için tek yapmasi gereken lise diplomasini almakti .O da bunu gerçeklestirerek
Georgetown Üniversitesinin yolunu tuttu.
ÜNIVERSITE GÜNLERI... Iverson'in Üniversite günleri pek kolay olmadi. Bu seviyedeki basketbola pek de hazir degildi. Rakip takimin taraftarlari maç sirasinda ona sürekli ^hapishane kusu^ olarak seslenmeleri onu olumsuz etkiliyordu.Herseye ragmen Iverson'a güvenmeye devam eden antrenör Thompson da yogun elestirilere maruz kaliyordu. Çok geçmeden Iverson kendini toparladi ve NCAA in sayili oyunculari arasinda gösterilmeye basladi ertesi senede farkli degildi ancak saha disindaki sorunlar Iverson'in pesini birakmiyordu. Kardesinin önemli saglik sorunlari vardi ve annesi tedavi masraflarini karsilayabilecek durumda degildi. Ailesinin siddetle paraya ihtiyaci oldugu dönemde Iverson üniversiteyi birakarak NBA gitme karari aldi zaten baskada seçenegi yoktu. Ive kisa süren üniversite kariyerinde 67 maçin 66 sinda ilk bes baslamis ve oynadigi her iki sezonda da Georgetown üniversitesinin bas skoreri olmustu.Georgetown’da geçirdigi iki yilin sonunda arkasinda bir çok ödül birakti. 20.4 sayi ve 4.5 asist ortalamalari ile oynadigi 1994-95 sezonunda Big East Ligi’nin en iyi çaylagi ve savunmacisi ödülüne ulasti. 25.0 sayi, 4.7 asist, 3.35 top çalma ortalamalariyla oynadigi 1995-96 sezonunda ise ismi Big East’in en iyi ilk besindeydi ve tekrar yilin takimina seçildi..
Re: NBA Oyuncuları'nın Hayat Hikayeleri(İlginç)
TRACY MCGRADY
Tam Isim: Tracy Lamar McGrady
Uzunluk: 6' 8"
Agirlik: 210 lbs.
Pozisyon: Guard
Dogum Yeri: Bartow, Florida
Dogum Tarihi: Mayis 24, 1979
Bitirdigi Okul: -----
NBA Takimi: Houston Rockets
Big Mac’ten T-Mac’e
Tracy Lamar McGrady Jr., 24 Mayis 1979’da Orlando ve Tampa arasinda göllerle çevrilmis küçük bir kasaba olan Auburndale’de dogdu. Tracy’nin ailesi o daha 4 yasindayken bosandiklari için annesinin ve büyükannesinin yaninda büyüdü. Aslinda annesi Disneyland’de çalistigi için büyükannesi Tracy’nin hayatinda adeta ikinci bir anne olarak çok önemli bir rol oynadi. Bu arada T-Mac babasinin, annesiyle ayri olmasina ve kendisine ait hir hayata sahip olmasina ragmen ilgisiz bir baba olmadigini ve kendisiyle her firsatta ilgilendiginin de altini çiziyordu. Tracy küçüklügünde spor yapmaya basketbolla baslamadi. Onun ilk göz agrisi baseball’du ve onu seyreden tüm antrenörler gelecekte çok büyük bir baseball yildizi olabilecegi konusunda birlesiyorlardi. Tabii hayat Tracy’nin önüne çok daha farkli bir senaryo çikartti. Yine de T-Mac’in baseball’a karsi bugün bile büyük bir sevgi besledigi gerçek. O kadar ki eger kendisine profesyonel beyzbol takimlarindan teklif gelirse bu teklifi kabul edecegini çünkü en büyük hayalinin ayni anda basketbol ve beyzbol oynamak oldugunu söylüyor. Zaten Tracy, Baseball ligindeki lakabini bile yillar önceden belirlemis: “Big Mac”
ADIDAS ABCD
Tracy’nin basketbol macerasi tam anlamiyla lise 3. sinifta baslamakta. Auburndale lisesine giden T-Mac, o yil 23.1 sayi, 12.2 ribaund, 4.9 blok ve 4.0 asist ortalamalariyla oynayip takimini galibiyetlere tasiyinca yerel haberlerde adi anilmaya basladi. Ama bu mükemmel ortalamalara ragmen NCAA Division I takimlarindan kendisine ilgi gösteren pek olmamisti. Sadece ayni bölgede olan Florida ve Miami üniversiteleri kendisini birkaç kez izlemek üzere temsilci yollamisti ama ortaya somut bir sey çikmadi. Yil sonunda düzenlenen Adidas ABCD Turnuvasi ise T-Mac’in hayatini degistirdi. Karsilasmalarda yaptigi akil almaz hareketler seyircilerin büyük tezahuratlariyla ayakta alkislaniyordu. MVP seçildigi bu turnuva sonrasi T-Mac, su an Clippers’ta oynayan Lamar Odom’un ardindan bir anda Amerika’nin ikinci büyük lise oyuncu olarak anilmaya basladi. Bu sirada onun oyunundan etkilenen Mt. Zion Hristiyan Akademisi, Tracy’e burs teklif ederek lisedeki son yilini kendilerinde geçirmesini istedi.
“Koleje gitmeyi düsünüyordum ama benim hayalim zirveye ulasmakti. Su anda bu hayalimi gerçeklestirme sansina bekledigimden dana önce sahip oldum.” Tracy McGrady
Papa I. Tracy McGrady!!
Siki, disiplinli, asiri dindar hatta kimi zaman insani depresif bir hale sokan bu kilise okuluna kayit yaptiran Tracy, baslarda çok zor günler geçirse de basketbol sayesinde öyle ya da böyle okuluna alismayi basardi. Mount Zion’u maç basina 27.5 sayi, 8.7 ribaund, 7.7 asist istatistikleriyle 20 galibiyet ve 1 maglubiyetlik bir seriye sürükledi. Mount Zion, Amerika’nin en yüksek tirajli gazetelerinden USA Today’in anketlerinde ikinci siraya kadar çikti. Bu arada T-Mac sov devam ediyordu. McGrady, 54 takimin katildigi Reebok Holiday Prep. Turnuvasinda takimini sampiyon yaparken sahada 37 sayi ve 17 ribaund gibi inanilmaz performanslar ortaya koydu. Daha da spektaküler olan sey coach’unun Tracy’i maç esnasinda tüm pozisyonlarda oynatmasiydi!. Böylelikle USA Today tarafindan yilin lise oyuncusu ve AP tarafindan da North Carolina Eyaleti yilin oyuncusu seçildi. Tabii dogal olarak Mc Donalds All-America maçina davet edilerek Baron Davis, Elton Brand, Lamar Odom, Brendan Haywood ve Larry Hughes gibi oyuncularla ter döktü. Bir yil önce hiç bir büyük NCAA takiminin ilgisini çekmeyen Tracy McGrady için artik takimlar siraya girmeye baslamisti ve sezon daha bitmeden Tracy’nin Rick Pitino’nun Kentucky’sine katilacagi neredeyse kesin gibiydi. Ama tam bu sirada ortaya çikan NBA scoutlari ortaligi karistirdi. Mount Zion’un son maçlari merakli scoutlarin saldirisina ugradi. Tracy ‘nin kulagina birinci turda ilk bes sira içerisinde seçilebilecegi de fisildaninca T-Mac, NCAA düsünü ve Kentucky’i bir kenara birakarak NBA Draftina katilmaya karar verdi. McGrady basin mensuplarinin NBA’e gitmek için ***en olup olmadigi seklindeki sorularina: “Sanirim bu ben ve ailem için en iyi karar. Koleje gitmeyi düsünüyordum ama benim hayalim zirveye ulasmakti. Su anda bu hayalimi gerçeklestirme sansina bekledigimden daha önce sahip oldum.” sözleriyle cevap veriyordu. Krause’un suya düsen, Pippen–McGrady takasi Tracy, 1997 NBA draftina katilarak Kevin Garnett’le baslayan Kobe Bryant ve Jermaine O’Neil’la devam eden liseli yildiz zincirine eklenen yeni bir halka oldu. Draft gecesine yaklasilirken Tracy McGrady’nin en büyük taliplisi Chicago Bulls’tu. Michael Jordan, Scottie Pippen ve Dennis Rodman’li efsanevi kadro yildan yila yaslanmaktaydi. Bir anda Jordan’in veya Pippen’in emekli olmasiyla büyük bir çöküs yasamaktan korkan Chicago GM’i Jerry Krause, draft planlarini Tracy üzerine kurmustu ve takimin geleceginin T-Mac oldugu inancindaydi. Bu yüzden Scottie’yi Vancouver’a gönderip onlarin 4. siradaki seçme haklariyla T-Mac’i kapmayi düsünüyordu. Ama bu plan Jordan’in kulagina gidince majestelerinin tepkisi korkunç oldu. Hemen Krause’u arayarak böyle bir takasin gerçeklesmesi halinde bir sonraki gün düzenleyecegi bir basin toplantisiyla emekliligini açiklayacagini söyleyerek tehdit etti. Çünkü Pippen, Jordan’in en yakin arkadaslarindan biriydi. Birlikte iyi-kötü anilari vardi ve aslina bakarsaniz bu birliktelik her iki oyuncunun kariyerine de karsilikli olarak çok sey katmisti. Krause bu telefon konusmasinin ardindan artik T-Mac’in bir hayal oldugunu anlamisti. NBA’in en büyük yildizini gelecekte ne olacagini bilmedigi bir yildiz adayi ugruna feda edemezdi. Bunu üzerine T-Mac’i cep telefonundan arayarak üzgün oldugunu, artik onu draft edemeyeceklerini söyledi. Tracy ise soktaydi çünkü bu telefon konusmasini yaptigi sirada Drafta sadece 8 saat vardi ve o an bir hastanede Bulls doktorlari tarafindan saglik kontrolünden geçiriliyordu.
“Hayatimda ilk kez basketbol oynamaktan keyif almiyordum. Tanrim ligin en kötü takimiydik!! Madem beni seçti niye oynatmiyordu ki?! Play off’lara falan da gittigimiz yoktu. Öyleyse beni biraz takima koysaydi. Sisteme alisirdim böylelikle. Sonraki sezon da takima daha iyi bir oyuncu olarak katkida bulunabilirdim” Tracy McGrady
Darrel Walker Bunalimi
Chicago tarafindan hayal kirikligina ugratilan McGrady, ilk 10 sira içerisinde seçilme ümitlerini kaybedip ilk tur için dua etmeye basladigi bir anda 9.sirada Toronto Raptors tarafindan seçildi. Bu sirada Isiah Thomas, Damon Stoudamire ve Marcus Camby’nin etrafinda yeni bir takim olusturmaya çalisiyordu. Takimin basina getirilen Darrel Walker ise, genç dinamik ama tecrübesiz bir coach’tu. Büyük umutlarla girilen 1997-98 sezonuna 2 galibiyet ve 22 maglubiyet ile baslaninca bir anda gelecekle ilgili kurulan pembe hayaller unutuldu ve takimda, Isiah Thomas’in yöneticiligi birakmasi ve en büyük yildizlari Damon Stoudamire’in takas olmak istedigini söylemesiyle, büyük bir dagilma basladi. En sonunda Raptors’ta kalan tek elle tutulur oyuncu 16.5 sayi ortalamasi ile takiminin en büyük skor gücünü teskil eden Doug Christie’ydi. Haliyle basin, Darrel Walker’a elestiri oklarini yönelterek Walker’in üzerinde güzel bir atis talimi yapti. Walker da hirsini elinin altindaki çaylak McGrady’den çikartmaya basladi. Onu antrenmanlarda hirpaladi. Belki de h***esten çok bagirdi, çagirdi. T-Mac, Walker’in odasinda durumdan rahatsiz oldugunu söylediginde aldigi tek cevap daha siki çalismasi gerektigi yönündeydi. Tracy bu dönemi hayatinin en kötü günleri olarak niteliyor: “Hayatimda ilk kez basketbol oynamaktan keyif almiyordum. Tanrim ligin en kötü takimiydik!! Madem beni seçti niye oynatmiyordu ki?! Play off’lara falan da gittigimiz yoktu. Öyleyse beni biraz takima koysaydi. Sisteme alisirdim böylelikle. Sonraki sezon da takima daha iyi bir oyuncu olarak katkida bulunurdum. ”
Kobe Psikolojik Yardim Servisi
T-Mac bu zor günlerini o zamanki en iyi arkadaslarindan Kobe Bryant’in da yardimiyla atlatmaya çalisti. Kobe de liseyi bitirdikten sonra sonra Kolej yerine dogrudan NBA’e geçis yaptigi için kimi zorluklara gögüs germek zorunda kalmisti. Bu yüzden T-Mac, kendisini en iyi anlayacak kisinin Kobe olacagini düsünüyordu. Bu dönemde T-Mac her firsatta Kobe’nin evinde yatiya kalmaktaydi. Ikili eski karate filmleri seyredip play station oynayarak, birbirleriyle kizlardan tutun da hayatin anl***** kadar derin konularda dertleserek vakit geçiriyorlardi. Tabii her firsatta da beraber idman yaptiklarini söylememize gerek yok sanirim. Bugün bu arkadaslik iliskisinin nasil oldugunu merak ediyorsaniz. Dogal olarak eskisi gibi degil. Tracy, Kobe’yi sevdigini belirtmesine ragmen onun degistigini söylüyor. Zaten Kobe’nin de üç sampiyonluk yüzügüne ragmen NBA’in hem en sevilen hem de en çok nefret edilen genç yildizi olmasinin nedeni kisiligindeki bu degisim. Konumuza geri dönersek; Tracy, Walker’la olan problemlerini kendi eksikliklerine ve yeteneksizligine bagliyordu ve gittikçe kendisine olan güvenini kaybetmekteydi. Walker da T-Mac’in gözünün yasina bakmiyordu. T-Mac’in neredeyse depresyona girdigi bu günler, Walker’in “sutlanmasiyla” sonra erdi. Butch Bizi Gözetliyor All-Star haftasonundan sonra Walker’a kapinin gösterildigini ve yerine çok sevdigi asistan coach Butch Carter’in getirildigini ögrenen T-Mac seviçten havalara uçuyordu. Butch Carter’in ilk yaptigi is Tracy’e ne kadar güvendigini ve onun ileride bir yildiz olacagina inandigini söylemek oldu. Ve ondan tek bir sey rica ettigini, her idmandan sonra yaklasik bir saat sut atmasini istedigini söyledi. Tabii Tracy’nin bilmedigi birsey vardi. Butch Carter, Tracy’nin çekingenliginin farkinda oldugu için salonun çesitli noktalarina dogrudan kendi odasina baglanan kameralar yerlestirtmisti. Böylelikle Carter, T-Mac’i tedirgin etmeden sut idmanlarini takip edebiliyordu. Butch Carter’in Tracy üzerindeki ilgisi bu kadarla da kalmadi. Carter, Tracy için kendisini ifade etmekte zorlandigini farkederek özel bir basin danismani ve beslenme düzenine dikkat etmesi için de bir asçi tutmustu. T-Mac çalkantili geçen çaylak sezonunu 7.0 sayi, 4.2 ribaund ve 1.5 asist ortalamasiyla tamamladi. Sezon bitimiyle beraber Carter, Florida’da Tracy’nin evini ziyaret ederek onu yaz aylari boyunca özel olarak çalistirdi. Onu kardesine ait basketbol yaz kampina götürdü. Birlikte T-Mac’in gelisimi için neler yapabileceklerini konustular. Böylelikle Tracy’nin ona duydugu güven gün geçtikçe artiyordu.
Kuzen Vince
Belki hatirlarsiniz bir dönem Chicago’da yasayan ve bir gazetede çalisan Larry ve Balky isimli iki sempatik kuzeninin komik maceralarini konu alan bir televizyon dizisi vardi. Bu dizide, ne olursa olsun her bölümde kuzenler, birbirlerini koruma iç güdüsüyle hareket ederek karisik olaylardan kurtulmayi beceriyorlardi. Tracy’nin kuzeni Vince Carter, North Carolina’da geçirdigi basarili NCAA kariyerinin ardindan NBA’e ilk adimini attiginda ve draftta takas yoluyla Raptors’a geldiginde aklimda bu dizinin Toronto versiyonu canlanmisti bir anda. Vince, NCAA’de en sevdigim oyunculardan biriydi. Antawn Jamison, Ed Cota ve Shammond Williams’la beraber Tar Heels’de ortaya koydugu oyun bir çok kisiyi büyülemisti ve Vince de McGrady gibi çemberi gördügü zaman acimasi olamayan bir oyuncuydu. Bu yüzden ikisinin birlikte oynadigi maçlar hele T-Mac bir yaz boyunca sut idmani yapip agirlik çalisarak kendisini güçlendirdikten sonra sova dönüsmeye adaydi. Ama Tracy 1998-99 sezonunda hep spektaküler kuzeninin gölgesinde kaldi ve bir türlü hedefledigi ilk bes içindeki yeri alamadi. Kuzeni VC, 18.3 sayi ve 5.7 ribaund ortalamalariyla Yilin çaylagi ödülünü (Rookie of the year) kaparken NBA’deki ikinci sezonunda T-Mac, 9.3 sayi ve 5.7 ribaund ortalamariyla ancak benchten katki yapti.
Merhaba Playoff
Tracy, 1999-00’e yine takimin benchten gelen gizli silahi olarak basladi. Ama T-Mac, sezon ilerledikçe takim için ne kadar önemli bir oyuncu oldugunu gösterdi. Öncelikle pivot disindaki tüm pozisyonlarda oynayabiliyordu. Sonra savunmasi da yaptigi agirlik idmanlariyla güçlenmesi sonucunda gelismisti. T-Mac, hem kritik anlarda ekstra sayilara imza atiyor hem de rakibin en skorer isimlerine göz açtirmiyordu. Saha içindeki bu gayreti sonunda kendisini ilk bese tasidi ve kuzeni Vince Carter’la beraber NBA’in en tehlikeli ikililerinden birini olusturdular. Bu ikilinin ne kadar etkili oldugu All-Star haftasonunda gözler önüne serilecekti. Slam Dunk yarismasina katilan Vince&T-Mac birbirinden enfes smaçlara imza atti. Vince, finalde Steve Francis ile giristigi inanilmaz mücadeleden galip ayrilirken T-Mac 3.lükle yetinmek zorunda kaldi. Tabii Vince’in kendisine sampiyonlugu kazandiran son smaç denemesinde T-Mac ‘in yardimini istedigi ve Vince’e verdigi mükemmel bounce pass ile kuzeninin sampiyonlugunda önemli bir rolü üstlendigini belirtelim. Yalniz bahsettigimiz bu smaç sonrasinda Vince’in bu ekstra hareketle Tracy’i kullandigi. Birlikte daha siki çalismalari halinde ikisinin de finale çikabilecegi ama Vince’in bencillik yaparak en “baba” hareketi kendisine sakladigi yönünde dedikodular da ortada dolasmaya baslamisti. Sezon sonuna gelindiginde Vince’in 25.7 sayi ortalamasi ve Tracy’nin 15.4 sayi, 6.3 ribaund ve 3.3 asistlik çok yönlü oyunu Toronto’ya tarihinde ilk kez playoff’a katilma hakkini kazandirdi. Ve ilk turdaki rakip güçlü New York Knicks’ti. Takimin 1 numarali yildizi Vince, seride inanilmaz derecede heyecanli ve gergin gözükürken %30 gibi düsük bir sut yüzdesiyle oynadi. T-Mac ise kuzeninin aksine oldukça rahatti bu kez. Sanki sinirleri alinmis gibiydi ki bu rahatligin sebebi belki de daha playofflar baslamadan Toronto’dan ayrilmayi kafasina koymus olmasiydi. T-Mac, serinin daha ilk maçinda 25 sayi ve 10 ribaundla oynayip sahada oldugu dakikalarda Knicks’e büyük eslesme problemleri yaratacagini gösterdi. Ayrica Knicks’ten hangi oyuncuyu savunursa savunsun bunda basari saglamasi bir baska artisiydi. T-Mac “Kaybedecek hiç bir seyim olmadigini hissediyordum. Özgürdüm.” sözleriyle bu serideki ruh halini anlatiyordu. Ama daha komplike bir takim olan Knicks, Vince’in durdugu bu seride T-Mac’in çabalarina (16.7 sayi, 7.0 ribaund, 3.0 asist) ragmen Toronto’yu 3-0 ile süpürdü. Serinin hemen ardindan Tracy, Toronto’daki tüm esyalarini toplayak Florida’ya uçtu. Bu onun bir Raptor olarak son kez Toronto’ya gelisiydi…
“Toronto’dan ayrilamam kisisel birsey degildi. Ama evimden bu kadar uzakta, sogukta, ailem olmadan -sahip oldugum tek aile takimken- burada yasamak çok zordu.” Tracy McGrady
Elveda Toronto
Tracy artik free agent olmustu. Ve aslina bakarsaniz Toronto’daki hemen hemen hiçbir seyden memnun degildi. Her ne kadar Tracy: “Toronto’dan ayrilamam kisisel birsey degildi. Ama evimden bu kadar uzakta, sogukta, ailem olmadan -sahip oldugum tek aile takimken- burada yasamak çok zordu.” diyerek takimdan ayrilmasiyla Vince’in hiçbir ilgisi olmadigi ima etse de Carter’in gölgesinde kaldigi yönünde basinda yer alan haberler moralini bozuyordu. Üstelik Vince the Prince’in en formda oldugu dönemdi. Düsünün neredeyse her hafta NBA Action Top 10’a 2-3 kez konuk olan Vince’in kimi hareketleri T-Mac’in yedigi bir bloktan ya da kaçirdigi bir suttan sonra kaptigi topla yaptigi smaçlardi ki T-Mac, televizyonda bu pozisyonlari izl***en bile sinirlerini bozulmaya baslamisti. Bunlarin üstüne bir de çok sevdigi Butch Carter’in menajerlik talepleriyle Raptors yönetimine basvurmasinin ardindan takimdan kovulmasini da eklerseniz Tracy’nin Raptors’la tekrar anlasmasi imkansizdi. Tabii bir de bütçelerinde yer açarak Tracy ve Duncan’i kapmayi hedefleyen Chicago ve Orlando’nun cazip tekliflerini belirtmemize gerek yok. Simdi Tracy’nin önünde iki seçenek vardi. Chicago’da Michael Jordan karsilastirmasi altinda ezilmek ya da yildizsiz Orlando’da kral olmak…
“Gitmedim çünkü Chicago’nun Orlando’ya göre hiçbir artisi yoktu. Ben her yil Playoff’lara katilan takimlardan birine gitmek istiyordum. Bence Orlando da bunun için uygun bir takimdi. Diger bir nedeni de Florida’nin evime yakin olmasi. Evime, arkadaslarima ve aileme…” Tracy McGrady
Orlando’nun yeni sihirbazi NBA’in en genç takimlarindan Orlando Magic, lige dahil oldugu tarihten günümüze kadar, akilli oyuncu seçimleri, yüksek bütçesi ve Florida takimi olmasi sayesinde hep “elit” bir konumda olmayi basardi. 14 sezon boyuna sadece ilk üç sezonunda .500 galibiyet yüzdesinin altinda kalan Magic, takima kattigi genç yildizlarla çok hizli bir sekilde sampiyon adaylari arasinda yerini aldi. Önce skorer Nick Anderson ve üç sayi bombacisi Dennis Scott’la güçlendiler. Sonra Sh**uille O’Neil denen tuhaf isimli ama çok sempatik bir uzun onlari NBA’in en tehlikeli takimlarindan biri yapti. Ardindan 1993-94 sezonunda Chris Webber takasiyla takima süper guard Anfernee “Penny” Hardaway de dahil edilince Orlando, NBA Finali oynayan kadrosunu kurmus oldu. Ama iki sezon içinde bu süper kadro dagildi. Sh**, Lakers’a gitti. Takimin çekirdek oyunculari yapilan takaslarla degisti. Tek basina çirpinan Penny de sonunda vazgeçip Arizona çöllerinin yolunu tuttu. Bu arada Orlando yönetimi FA olacak Tim Duncan için salary cap’te önemli bir bosluk yaratma çabasiyla takimi kuvvetlendirmiyordu. Ne var ki Orlando hedefledigi Duncan’i kadrosuna katamadi. Ve farkli bir strateji izleyerek Detroit’in süper yildizi Grant Hill’e ve “memleketinde” oynamak isteyecegini düsündükleri T-Mac’e bol sifirli anlasmalar önerildi. Iki oyuncunun da aklini çelerek takima getiren Orlando, böylelikle sezon öncesinde dogunun en büyük sampiyon adayi haline gelmisti. Tracy kendisini yillardir çok isteyen Chicago yerine Orlando’ya gitmesinin nedenini söyle açikliyor: “Gitmedim çünkü Chicago’nun Orlando’ya göre hiçbir artisi yoktu. Ben her yil Playoff’lara katilan takimlardan birine gitmek istiyordum. Bence Orlando da bunun için uygun bir takimdi. Diger bir nedeni de Florida’nin evime yakin olmasi. Evime, arkadaslarima ve aileme…” Tabii T-Mac, sevgilisi Clarenda Harris’le daha çok zaman geçirebildigi için de oldukça mutluydu. Tracy daha NBA’e adim atmadan önce kendisine araba bakmaya gittigi bir oto galerisinde tanistigi bu kiza o günden beri asik. Harris’in konusma yöntemleri uzmani olmasi ve Tracy’e basin toplantilarinda hangi ses tonuyla nasil konusacagini göstermesi çogu zaman T-Mac’in oldukça isine yariyordu. Çiftin ilk randevusu da oldukça ilginç. O zamanlar daha “ zügürt” olan Tracy, kiz arkadasini ucuz bir spor barina götürmüs ve birlikte tavuk kanadi yiyip 1997 NBA Final Serisinin ilk maçini seyretmisler. Ne kadar romantik degil mi?? Sanirim normal sartlar altinda bundan daha kötü bir ilk randevu ancak iskembe salonunda gerçeklesir. Yalniz Tracy’nin bu olaydan yillar sonra kizi 5 kiratlik bir elmaz yüzükle kandirarak evlenmeye ikna ettigini de belirtmeden geçmeyelim. Bu arada Vince Carter kendisiyle bir kez bile konusmadan Toronto’dan ayrilan kuzenine oldukça kizgindi. Vince ve T-Mac aylarca birbirleriyle konusmadilar. Bu durum böylece devam etti ta ki Vince “Like Mike” filminin çekimleri için gittigi Los Angeles’taki bir gece kulübünde T-Mac’le karsilasip iki süper yildiz, komedyen Eddie Griffin tarafindan baristirilincaya kadar.
Carter’in gölgesinden kurtulmak ve tek olmak
Grant Hill’le birlikte oynayacak olmak T-Mac’i hem heyecanlandiriyor hem de endiselendiriyordu. Hill gibi tecrübeli bir oyuncu kendisine çok sey ögretebilirdi ama Tracy’nin Orlando’ya gelmesinin nedeni Vince Carter’in gölgesinden kurtularak tek basina yildiz olabilecegi bir takimda oynakti. Bu kez de Hill’in gölgesinde yillarini harcamak istemiyordu. Ama Hill, Detroit’e kazik attigi için takdir-i ilahi mi dersiniz, T-Mac’e verilen bir sans mi? Yoksa “dandik” ayakkabilar sonucu meydana gelen bir sakatlik mi yorumu size birakiyorum; Hill, sadece 4 maç oynadiktan sonra bir daha kendisini adam gibi toparlayamayacagi ve sürekli tekrarlanan meshur sakatligini yasadi ve takimin tüm sorumlulugu bir anda T-Mac’in omzuna yüklendi. T-Mac ise halinden memnun bir sekilde sahaya çikip önüne gelen tüm takimlarin üzerine kabus gibi çökmeye basladi. Tracy attigi 30’lu 40’li sayilarla takimini galibiyetlere tasiyinca Orlando coach’u Doc Rivers, T-Mac’in simartilmasindan ve basin tarafindan ona kaldirabileceginden çok sorumluluk yüklenmesinden korktugu için açiklamalarda bulunmaya basladi: “Ben takimda kimseden yildiz olmasini beklemiyorum. Sadece onun iyi oynamasini istiyorum ve ümit ediyorum ki oyunu onu bir yildiz haline getirir. Birçok oyuncudan yildiz olmasini bekleyebilirsiniz ama olamazlar. Sizin yapmaniz gereken onlari en etkili olduklari pozisyonda oynatmak. Böylelikle verimli olabilirler. Eger bu sekilde yildiz olmayi basariyorlarsa bu h***es için muhtesem. Bence Tracy, yildiz bir basketbol oyuncusu olacak. Benim beklentilerim yüzünden degil, kendi beklentileri sayesinde. Onun standartlari çok ama çok yüksekte. Siz daha sadece Tracy McGrady’nin baslangicini seyrettiniz. Hala tam kapasitesine ulasabilmis degil. Ama h***esten çok bunun farkinda olan yine kendisi. Iste bu yüzden onu bu kadar çok seviyorum. Tracy’nin Scottie Pippen ile kiyaslandigini duyuyorum. Bu bence mükemmel olur. Bence onun kadar iyi olacak. Su anda degil ama olacak” Ama Rivers bile T-Mac’ten bir anda böyle büyük bir çikis beklemedigini itiraf ediyordu: “Tracy’nin sayi atabildigini biliyordum ama böyle sut atabildigi konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu.” Takim arkadaslari ise Tracy’nin yeteneklerinden bahsed***en, coachlari Doc Rivers kadar temkinli yaklasmiyordu. Mesela Monthy Williams, Tracy’nin yeteneklerini ancak Michael Jordan’la kiyasliyordu: “Onun yetenekli oldugunu bekliyordum. Ama Jordan’dan beri her gece karsisindakileri geberten baska bir oyuncu görmemistim. Eger bakarsaniz bunu yapan adam 2.00-2.02. Sh** ve Tim Duncan adamlarini harcayabilir çünkü onlar uzun. Ama McGrady’nin size’inda ve o yasta, bir yil bounca bu kadar oyunu domine eden birini uzun zamandir görmemistim.” Tracy, belki majesteleri gibi olmasa da gerçekten attigini sokmaya baslamisti ve yavas yavas sahadaki karakteri de yerine oturmaktaydi.
Abra Kadabra Sutlar Potaya
Insanlar merak etmekteydi: Bu çocuk Toronto’dayken böyle sut atamiyordu ki!! Orlandoya gidince takimin ismi gibi sihirli bir degnek mi degmisti yoksa?? Dilerseniz cevabi T-Mac’ten alalim: “Jump shot’larim kesinlikle Toronto’dakine kiyasla daha iyi. Ben Toronto’dayken de iyi sut atabiliyordum. Ama kendime güvenim yoktu. Sanirim asil fark bu. Simdi kendime güvenim var ve sanki her attigim sut girecekmis gibi hissediyorum. Tamamen kendine güven duygusuyla ilgili. Ben her zaman sut atabiliyordum. Eger kendinize güveniniz yoksa sutlariniz da girmez.” Ayrica Walker’in üzerinde kurdugu psikolojik baskinin oyununu ne kadar çok etkiledigi her cümlesinden de anlasiliyordu: “Umarim Doc Rivers, kariyerimin sonuna kadar benim coachum olur. Çünkü O, yaptiginiz hatalardan çok herseyinizi vererek oynayip oynamadigiza önem verir. O, oyuncularini kollayan coach’lardan biri. Sürekli bunu belli eder. Yaptiginiz hatalari önemsemez. Ama sahanin iki ucunda da kendinizi kasmanizi ister. Bu tutumu gerçekten oyunculara güven veriyor çünkü ben kariyerimde güvensizlik duygusunu birkaç kez yasadim. Hata yapacagimdan korkuyordum ve sürekli kenarda bir hareket var mi diye göz atiyordum. Simdi Doc, bizim sahaya çikip oynamamiza izin veriyor ve hatalarimizi çok da önemsemiyor. Bu gerçekten oyuncularin kendilerine olan güvenlerinin gelismesine yardim ediyor.” Tracy zihinsel bir rahatlamanin getirdigi yükselen performansi sayesinde All-Star’da ilk bes için kendisine yer ayirtti. Sezon sonuna gelindiginde ise 26.8 sayi, 7.5 ribaund ve 4.6 asist ortalamasi onu ligin en çok gelisme gösteren oyuncusu seçilmesini sagladi. 26.8 sayi ise o güne kadar 21 yas ve alti bir oyuncunun sezon boyunca ulastigi en yüksek rakamdi. Böylece takimin dizginlerini eline alan McGrady, Hill’in yokluguna ragmen takimini yetenekli guard Darrell Armstrong ve çaylak Mike Miller’la playoff’a tasidi. Toronto’yla ilk turda elenen T-Mac bu kez ikinci tur sevinci yasamak arzusundaydi. Ama rakip de Milwaukee Bucks’ti. Tracy tüm sezon boyunca Grant Hill’in yoklugunun keyfini sürmüstü ama is playoff’a gelince tek basina 3 süper yildiz: Ray Allen, Sam Cassell ve Glen Robinson’i devirebilecek miydi? Tracy bu seride adeta tek basina bir takim gibi oynayarak sahada kaldigi ortalama 44 dakikada 33.8 sayi, 8.3 asist ve 6.5 ribaund’luk performansiyla Bucks’a kafa tuttu hatta bir maç da aldi ama T-Mac’in play off rüyasi yine ***en sona ermisti.
Müzmin Sakat: Grant Hill
T-Mac artik hem kendisini NBA’e kanitlamis hem de kendisine olan güvenini pekistirmisti. Ama yasli oyuncularin 21 yasindaki bir “veledi” lider olarak kabul etmekte zorlanmasi ve Bucks karsisinda tek basina kalmanin verdigi sorunlar nedeniyle artik Grant Hill’in saglikli bir sekilde oynamasini diliyordu. Üstelik Patrick Ewing gibi veteran bir NBA devi ve Horace Grant gibi usta bir oyuncu da takima katilarak pota altinin güçlenmesini saglamisti. Tam kadro olurlarsa belki playoff’larda iyi isler yapabilirlerdi. Ama Hill, yine birinden beddua isitmis olacak ki daha lige yeni basladik d***en sezonu kapatti. Ve bir kez daha tüm sorumluluk T-Mac’e yikildi. Çünkü Ewing artik kariyerinin sonuna gelmisti ve “20 sayi, 10 ribaund, 3 blokluk” günler geride kalmisti. Darrell Armstrong’a gelince; bir kaç sezon takimi sürükleyen isim olmasina ragmen her yil bir önceki performansini aratarak siradan bir guard olmaya dogru ilerliyordu. Bir yil öncesinin yilin çaylak oyuncusu seçilen Mike Miller ise iyi niyetli ama deneyimsizdi. Yine de tek kisilik ordu T-Mac, takimini sirtlamayi basardi ve bu performansi onun ikinci kez All-Star maçina seçilmesini sagladi.
Orlando’nun Büyücüsü
Philly’deki 2002 All-Star Maçi gerçekten bir çok ilginç olaylara ev sahipliginde bulundu. Allen Iverson’in yaptigi çilgin parti olay oldu. MVP seçilen Kobe Bryant, bencil oyunu nedeniyle “hemserileri” tarafindan yuhalandi. Ve Michael Jordan’in bos potaya kaçirdigi smaç, belleklerde yer etti. Ama T-Mac, maç içerisinde öyle bir smaç yapti ki 2002 All-Star haftasonuna damgasini vurdu. Bir hücum sirasinda rakip potaya sakin sakin yaklasan T-Mac, aniden çildirarak topu panyaya firlatti sonra da havada yakalayip inanilmaz bir samaça imza atti ki bu hareket uzun yillar boyunca insanlarin hafizasindan kazinabilecegini sanmiyorum. Rahmetli Marylin Monroe yengemizin de kocasi Arthur Miller’in gerçek bir hikayeye dayanan “Cadi Kazani” romanini bilirsiniz. 17. Yüzyilda Salem’de baslatilan cadi ve büyücü avlariyla tüm suçlari yetenekli veya güzel olmak olan onlarca masum insan yakilir. Herhalde o zamanin insanlari T-Mac’in bu smacini görseler adami diri diri yakmakta çekinmezlerdi ki zaten takiminin ismi de sakat. Tabii bu smaç yapildigi zaman çok acimamiz gereken bir kisi var. O da maçin istatistikçisi. Ben de bir bir basketbol istatistikçisi olarak sunu söyleyebilirim ki sahadaki oyuncularin bile ne oldugunu anlayamadigi bu pozisyonu bilgisayara kaydetmeye çalisan zavalli istatistikçi muhakkak yaklasik bir kaç dakika isin içinden çikamamistir. Çünkü T-Mac sadece bir kaç saniye içinde sut, hücum ribaundu, smaç ve hatta asist sayilabilecek bir pozisyona imza atti hadi bakalim simdi hangilerini geçerli sayacaksiniz. Gelin de çikin isin içinden.
T(erminatör)-Mac
Neyse efendim basketbol tarihinin en inanilmaz smaçlarindan birini de hatirladiktan sonra Tracy’nin sezon sonundaki performansina dönelim. T-Mac, 25.6 sayi, 7.9 ribaund ve 5.3 asist ortalamasi ile sakatliklarla bogusan takimini 44-38’lik galibiyet oraniyla yine playoff’a tasimayi becerdi ve All-NBA 1.takimina seçildi. H***es T-Mac’in bu sefer play-off’larda neler yapabilecegini merak ediyordu. Yoksa yine tek basina rakip takimlara kafa tutmak zorunda mi kalacakti? Cevap maalesef evet oldu. T-Mac sirasiyla 20, 31, 37 ve 35 sayi atmasina ragmen diger oyuncularin nerdeyse hiç katki saglamamasi sonucunda Orlando, Baron Davis’in Hornets’ina 3-1’lik skorla elendi. Bu sekilde sonra eren bir sezonun ardindan artik tüm gözler bir kez daha Grant Hill’in üzerindeydi. Ve doktorlardan müjdeli haber geldi: Hill iyilesti!! Tabii geçtigimiz sezonlarla kiyaslaninca seyrettigimiz, Hill’in iyilesmis haliydi. Hatta düsünün adam 29 maç sakatlanmadan dayanarak bir rekor bile kirdi kendi çapinda. Ama yine sezonun ortasinda Grant Hill’e doktor, T-Mac’e de çile yolu gözüktü. Tracy yine pes etmedi. Bu kez iyice Terminatörlüge soyunarak 32.1 sayi gibi insan üstü bir istatistik yakaladi (1992-93 sezonunda Michael Jordan’in 32.6 ortalamasindan sonra ki en yüksek sayi ortalamasi) ve sayi kralligina sonunda ulasti. Yalniz bu yil Tracy, sadece saha içinde yaptiklariyla degil örnek davranislariyla da gündeme geldi. Örnegin 2003 All-Star maçina çikacak Michael Jordan’a kendi yerini vererek ilk beste baslatmak istemesi tüm basketbol severlerin alkisini aldi. (Tabii T-Mac, kendisinden iki kat yasli bir oyuncuyla oynarken neler hissettigi sorulunca: “Jordan’i savunurken kendimden iki kat yasli birini tuttugum için üzülmüyorum çünkü Jordan’i asla küçümseyemezsiniz. Hala 40’in üzerinde sayi attigi maçlar var. Öyleyse Jordan’i göz ardi etmeyip sahada tüm gücünüzle onu savunmak zorundasiniz yoksa size de hiç çekinmeden 30-40 sayi atabilir. Jordan nasil sizi küçümsemeyecekse isi yavastan almayip tüm gücüyle üzerinize yüklenecekse siz de Jordan’a ayni sekilde karsilik vermek zorundasiniz.” diyecek kadar da hirsli bir oyuncu.)
Sadece Sayi degil Gönüllerinde Krali!
Ama geçtigimiz aylarda (Maryland, Virgina gibi eyaletlerde dehset saçan manyak) “Sniper” tarafindan yaralanan Iran Brown isimli küçük çocugun hayrani oldugunu gazetelerde okuduktan sonra önce hasta yatagindaki küçük çocuga formasiyla beraber cesaret verici bir not yazip göndermesi, ardindan da çocuk iyilestikten sonra onu antrenmana götürüp basketbol oynamasi T-Mac’i gönüllerin de krali yapti. Ama bildiginiz gibi gönüllerin krali olmak sizi playoff ikinci turuna tasimiyor maalesef. Hele Detroit gibi iyi savunma yapan bir takim karsisindaysaniz. NTV ekranlarinda Murat Kosova ve Kaan Kural ikilisinin sempatik yorumlariyla izledigimiz seride T-Mac yine istedigini bulamadi. Hos adamcagiz elinden geleni yapti iki maç üst üste Detroit’e 46 ve 43 sayi atmak kolay degil. Tabii sevgili Memo’muza burdan T-Mac’in üzerinden yaptigi o enfes smaç dolayisiyla geçmis olsun dedikten sonra tebriklerimizi de yollamayi ihmal etmiyoruz. Aslinda Orlando sezon içinde Memphis’le yaptigi Mike Miller-Gordan Giricek& Drew Gooden takasi sayesinde pota altina ve skorer guard pozisyonuna destek buldugunu düsünüyordu. Ama Giricek Playoff’ta sönüp gid***en. Gooden ise Ben Wallace’in tecrübesine maglup oldu. Üstelik Orlando seride 3-1 önce geçmis ve saha avantajini eline geçirmisken kaybedilen bu seri, Tracy McGrady’nin Kevin “ birinci tur” Garnett’le kiyaslanmasina yol açmaya basladi. Ama dogrusunu söylemek gerekirse bence Tracy’nin bundan fazla yapabilegi hiçbir sey yoktu. Eger takiminizda 31.7 ortalama ile oynayan biri varsa ve siz bu seriyi kazanamiyorsaniz sanirim burada suçu T-Mac’te degil de baskalarinda aramak lazim. Özellikle de milyonlarca dolar alip 3 sezonda toplam 60 maç bile oynamamis bir süper yildiziniz varsa ve bu süper yildiz salary cap’te elinizi ayaginizi bagliyorsa yöneticilerin daha degisik yollara basvurmasi gerektigi dogal olarak akla gelmekte. Çünkü bu is tek basina T-Mac’le olur mu? Asla!! Hatirlayacaksiniz ki Michael Jordan bile tek basina Bulls’u sampiyon yapamadi. Ama ne zaman yanina Scottie Pippen, Horace Grant gibi oyuncular eklendi o zaman kimse sampiyonlugu onun elinden alamadi. Eger Orlando yönetimi yeni bir Michael Jordan yaratmak arzusundaysa önce yapmasi gereken tek birsey var: T-Mac’in yanina “saglikli” bir Scottie Pippen bulmak!!
Tam Isim: Tracy Lamar McGrady
Uzunluk: 6' 8"
Agirlik: 210 lbs.
Pozisyon: Guard
Dogum Yeri: Bartow, Florida
Dogum Tarihi: Mayis 24, 1979
Bitirdigi Okul: -----
NBA Takimi: Houston Rockets
Big Mac’ten T-Mac’e
Tracy Lamar McGrady Jr., 24 Mayis 1979’da Orlando ve Tampa arasinda göllerle çevrilmis küçük bir kasaba olan Auburndale’de dogdu. Tracy’nin ailesi o daha 4 yasindayken bosandiklari için annesinin ve büyükannesinin yaninda büyüdü. Aslinda annesi Disneyland’de çalistigi için büyükannesi Tracy’nin hayatinda adeta ikinci bir anne olarak çok önemli bir rol oynadi. Bu arada T-Mac babasinin, annesiyle ayri olmasina ve kendisine ait hir hayata sahip olmasina ragmen ilgisiz bir baba olmadigini ve kendisiyle her firsatta ilgilendiginin de altini çiziyordu. Tracy küçüklügünde spor yapmaya basketbolla baslamadi. Onun ilk göz agrisi baseball’du ve onu seyreden tüm antrenörler gelecekte çok büyük bir baseball yildizi olabilecegi konusunda birlesiyorlardi. Tabii hayat Tracy’nin önüne çok daha farkli bir senaryo çikartti. Yine de T-Mac’in baseball’a karsi bugün bile büyük bir sevgi besledigi gerçek. O kadar ki eger kendisine profesyonel beyzbol takimlarindan teklif gelirse bu teklifi kabul edecegini çünkü en büyük hayalinin ayni anda basketbol ve beyzbol oynamak oldugunu söylüyor. Zaten Tracy, Baseball ligindeki lakabini bile yillar önceden belirlemis: “Big Mac”
ADIDAS ABCD
Tracy’nin basketbol macerasi tam anlamiyla lise 3. sinifta baslamakta. Auburndale lisesine giden T-Mac, o yil 23.1 sayi, 12.2 ribaund, 4.9 blok ve 4.0 asist ortalamalariyla oynayip takimini galibiyetlere tasiyinca yerel haberlerde adi anilmaya basladi. Ama bu mükemmel ortalamalara ragmen NCAA Division I takimlarindan kendisine ilgi gösteren pek olmamisti. Sadece ayni bölgede olan Florida ve Miami üniversiteleri kendisini birkaç kez izlemek üzere temsilci yollamisti ama ortaya somut bir sey çikmadi. Yil sonunda düzenlenen Adidas ABCD Turnuvasi ise T-Mac’in hayatini degistirdi. Karsilasmalarda yaptigi akil almaz hareketler seyircilerin büyük tezahuratlariyla ayakta alkislaniyordu. MVP seçildigi bu turnuva sonrasi T-Mac, su an Clippers’ta oynayan Lamar Odom’un ardindan bir anda Amerika’nin ikinci büyük lise oyuncu olarak anilmaya basladi. Bu sirada onun oyunundan etkilenen Mt. Zion Hristiyan Akademisi, Tracy’e burs teklif ederek lisedeki son yilini kendilerinde geçirmesini istedi.
“Koleje gitmeyi düsünüyordum ama benim hayalim zirveye ulasmakti. Su anda bu hayalimi gerçeklestirme sansina bekledigimden dana önce sahip oldum.” Tracy McGrady
Papa I. Tracy McGrady!!
Siki, disiplinli, asiri dindar hatta kimi zaman insani depresif bir hale sokan bu kilise okuluna kayit yaptiran Tracy, baslarda çok zor günler geçirse de basketbol sayesinde öyle ya da böyle okuluna alismayi basardi. Mount Zion’u maç basina 27.5 sayi, 8.7 ribaund, 7.7 asist istatistikleriyle 20 galibiyet ve 1 maglubiyetlik bir seriye sürükledi. Mount Zion, Amerika’nin en yüksek tirajli gazetelerinden USA Today’in anketlerinde ikinci siraya kadar çikti. Bu arada T-Mac sov devam ediyordu. McGrady, 54 takimin katildigi Reebok Holiday Prep. Turnuvasinda takimini sampiyon yaparken sahada 37 sayi ve 17 ribaund gibi inanilmaz performanslar ortaya koydu. Daha da spektaküler olan sey coach’unun Tracy’i maç esnasinda tüm pozisyonlarda oynatmasiydi!. Böylelikle USA Today tarafindan yilin lise oyuncusu ve AP tarafindan da North Carolina Eyaleti yilin oyuncusu seçildi. Tabii dogal olarak Mc Donalds All-America maçina davet edilerek Baron Davis, Elton Brand, Lamar Odom, Brendan Haywood ve Larry Hughes gibi oyuncularla ter döktü. Bir yil önce hiç bir büyük NCAA takiminin ilgisini çekmeyen Tracy McGrady için artik takimlar siraya girmeye baslamisti ve sezon daha bitmeden Tracy’nin Rick Pitino’nun Kentucky’sine katilacagi neredeyse kesin gibiydi. Ama tam bu sirada ortaya çikan NBA scoutlari ortaligi karistirdi. Mount Zion’un son maçlari merakli scoutlarin saldirisina ugradi. Tracy ‘nin kulagina birinci turda ilk bes sira içerisinde seçilebilecegi de fisildaninca T-Mac, NCAA düsünü ve Kentucky’i bir kenara birakarak NBA Draftina katilmaya karar verdi. McGrady basin mensuplarinin NBA’e gitmek için ***en olup olmadigi seklindeki sorularina: “Sanirim bu ben ve ailem için en iyi karar. Koleje gitmeyi düsünüyordum ama benim hayalim zirveye ulasmakti. Su anda bu hayalimi gerçeklestirme sansina bekledigimden daha önce sahip oldum.” sözleriyle cevap veriyordu. Krause’un suya düsen, Pippen–McGrady takasi Tracy, 1997 NBA draftina katilarak Kevin Garnett’le baslayan Kobe Bryant ve Jermaine O’Neil’la devam eden liseli yildiz zincirine eklenen yeni bir halka oldu. Draft gecesine yaklasilirken Tracy McGrady’nin en büyük taliplisi Chicago Bulls’tu. Michael Jordan, Scottie Pippen ve Dennis Rodman’li efsanevi kadro yildan yila yaslanmaktaydi. Bir anda Jordan’in veya Pippen’in emekli olmasiyla büyük bir çöküs yasamaktan korkan Chicago GM’i Jerry Krause, draft planlarini Tracy üzerine kurmustu ve takimin geleceginin T-Mac oldugu inancindaydi. Bu yüzden Scottie’yi Vancouver’a gönderip onlarin 4. siradaki seçme haklariyla T-Mac’i kapmayi düsünüyordu. Ama bu plan Jordan’in kulagina gidince majestelerinin tepkisi korkunç oldu. Hemen Krause’u arayarak böyle bir takasin gerçeklesmesi halinde bir sonraki gün düzenleyecegi bir basin toplantisiyla emekliligini açiklayacagini söyleyerek tehdit etti. Çünkü Pippen, Jordan’in en yakin arkadaslarindan biriydi. Birlikte iyi-kötü anilari vardi ve aslina bakarsaniz bu birliktelik her iki oyuncunun kariyerine de karsilikli olarak çok sey katmisti. Krause bu telefon konusmasinin ardindan artik T-Mac’in bir hayal oldugunu anlamisti. NBA’in en büyük yildizini gelecekte ne olacagini bilmedigi bir yildiz adayi ugruna feda edemezdi. Bunu üzerine T-Mac’i cep telefonundan arayarak üzgün oldugunu, artik onu draft edemeyeceklerini söyledi. Tracy ise soktaydi çünkü bu telefon konusmasini yaptigi sirada Drafta sadece 8 saat vardi ve o an bir hastanede Bulls doktorlari tarafindan saglik kontrolünden geçiriliyordu.
“Hayatimda ilk kez basketbol oynamaktan keyif almiyordum. Tanrim ligin en kötü takimiydik!! Madem beni seçti niye oynatmiyordu ki?! Play off’lara falan da gittigimiz yoktu. Öyleyse beni biraz takima koysaydi. Sisteme alisirdim böylelikle. Sonraki sezon da takima daha iyi bir oyuncu olarak katkida bulunabilirdim” Tracy McGrady
Darrel Walker Bunalimi
Chicago tarafindan hayal kirikligina ugratilan McGrady, ilk 10 sira içerisinde seçilme ümitlerini kaybedip ilk tur için dua etmeye basladigi bir anda 9.sirada Toronto Raptors tarafindan seçildi. Bu sirada Isiah Thomas, Damon Stoudamire ve Marcus Camby’nin etrafinda yeni bir takim olusturmaya çalisiyordu. Takimin basina getirilen Darrel Walker ise, genç dinamik ama tecrübesiz bir coach’tu. Büyük umutlarla girilen 1997-98 sezonuna 2 galibiyet ve 22 maglubiyet ile baslaninca bir anda gelecekle ilgili kurulan pembe hayaller unutuldu ve takimda, Isiah Thomas’in yöneticiligi birakmasi ve en büyük yildizlari Damon Stoudamire’in takas olmak istedigini söylemesiyle, büyük bir dagilma basladi. En sonunda Raptors’ta kalan tek elle tutulur oyuncu 16.5 sayi ortalamasi ile takiminin en büyük skor gücünü teskil eden Doug Christie’ydi. Haliyle basin, Darrel Walker’a elestiri oklarini yönelterek Walker’in üzerinde güzel bir atis talimi yapti. Walker da hirsini elinin altindaki çaylak McGrady’den çikartmaya basladi. Onu antrenmanlarda hirpaladi. Belki de h***esten çok bagirdi, çagirdi. T-Mac, Walker’in odasinda durumdan rahatsiz oldugunu söylediginde aldigi tek cevap daha siki çalismasi gerektigi yönündeydi. Tracy bu dönemi hayatinin en kötü günleri olarak niteliyor: “Hayatimda ilk kez basketbol oynamaktan keyif almiyordum. Tanrim ligin en kötü takimiydik!! Madem beni seçti niye oynatmiyordu ki?! Play off’lara falan da gittigimiz yoktu. Öyleyse beni biraz takima koysaydi. Sisteme alisirdim böylelikle. Sonraki sezon da takima daha iyi bir oyuncu olarak katkida bulunurdum. ”
Kobe Psikolojik Yardim Servisi
T-Mac bu zor günlerini o zamanki en iyi arkadaslarindan Kobe Bryant’in da yardimiyla atlatmaya çalisti. Kobe de liseyi bitirdikten sonra sonra Kolej yerine dogrudan NBA’e geçis yaptigi için kimi zorluklara gögüs germek zorunda kalmisti. Bu yüzden T-Mac, kendisini en iyi anlayacak kisinin Kobe olacagini düsünüyordu. Bu dönemde T-Mac her firsatta Kobe’nin evinde yatiya kalmaktaydi. Ikili eski karate filmleri seyredip play station oynayarak, birbirleriyle kizlardan tutun da hayatin anl***** kadar derin konularda dertleserek vakit geçiriyorlardi. Tabii her firsatta da beraber idman yaptiklarini söylememize gerek yok sanirim. Bugün bu arkadaslik iliskisinin nasil oldugunu merak ediyorsaniz. Dogal olarak eskisi gibi degil. Tracy, Kobe’yi sevdigini belirtmesine ragmen onun degistigini söylüyor. Zaten Kobe’nin de üç sampiyonluk yüzügüne ragmen NBA’in hem en sevilen hem de en çok nefret edilen genç yildizi olmasinin nedeni kisiligindeki bu degisim. Konumuza geri dönersek; Tracy, Walker’la olan problemlerini kendi eksikliklerine ve yeteneksizligine bagliyordu ve gittikçe kendisine olan güvenini kaybetmekteydi. Walker da T-Mac’in gözünün yasina bakmiyordu. T-Mac’in neredeyse depresyona girdigi bu günler, Walker’in “sutlanmasiyla” sonra erdi. Butch Bizi Gözetliyor All-Star haftasonundan sonra Walker’a kapinin gösterildigini ve yerine çok sevdigi asistan coach Butch Carter’in getirildigini ögrenen T-Mac seviçten havalara uçuyordu. Butch Carter’in ilk yaptigi is Tracy’e ne kadar güvendigini ve onun ileride bir yildiz olacagina inandigini söylemek oldu. Ve ondan tek bir sey rica ettigini, her idmandan sonra yaklasik bir saat sut atmasini istedigini söyledi. Tabii Tracy’nin bilmedigi birsey vardi. Butch Carter, Tracy’nin çekingenliginin farkinda oldugu için salonun çesitli noktalarina dogrudan kendi odasina baglanan kameralar yerlestirtmisti. Böylelikle Carter, T-Mac’i tedirgin etmeden sut idmanlarini takip edebiliyordu. Butch Carter’in Tracy üzerindeki ilgisi bu kadarla da kalmadi. Carter, Tracy için kendisini ifade etmekte zorlandigini farkederek özel bir basin danismani ve beslenme düzenine dikkat etmesi için de bir asçi tutmustu. T-Mac çalkantili geçen çaylak sezonunu 7.0 sayi, 4.2 ribaund ve 1.5 asist ortalamasiyla tamamladi. Sezon bitimiyle beraber Carter, Florida’da Tracy’nin evini ziyaret ederek onu yaz aylari boyunca özel olarak çalistirdi. Onu kardesine ait basketbol yaz kampina götürdü. Birlikte T-Mac’in gelisimi için neler yapabileceklerini konustular. Böylelikle Tracy’nin ona duydugu güven gün geçtikçe artiyordu.
Kuzen Vince
Belki hatirlarsiniz bir dönem Chicago’da yasayan ve bir gazetede çalisan Larry ve Balky isimli iki sempatik kuzeninin komik maceralarini konu alan bir televizyon dizisi vardi. Bu dizide, ne olursa olsun her bölümde kuzenler, birbirlerini koruma iç güdüsüyle hareket ederek karisik olaylardan kurtulmayi beceriyorlardi. Tracy’nin kuzeni Vince Carter, North Carolina’da geçirdigi basarili NCAA kariyerinin ardindan NBA’e ilk adimini attiginda ve draftta takas yoluyla Raptors’a geldiginde aklimda bu dizinin Toronto versiyonu canlanmisti bir anda. Vince, NCAA’de en sevdigim oyunculardan biriydi. Antawn Jamison, Ed Cota ve Shammond Williams’la beraber Tar Heels’de ortaya koydugu oyun bir çok kisiyi büyülemisti ve Vince de McGrady gibi çemberi gördügü zaman acimasi olamayan bir oyuncuydu. Bu yüzden ikisinin birlikte oynadigi maçlar hele T-Mac bir yaz boyunca sut idmani yapip agirlik çalisarak kendisini güçlendirdikten sonra sova dönüsmeye adaydi. Ama Tracy 1998-99 sezonunda hep spektaküler kuzeninin gölgesinde kaldi ve bir türlü hedefledigi ilk bes içindeki yeri alamadi. Kuzeni VC, 18.3 sayi ve 5.7 ribaund ortalamalariyla Yilin çaylagi ödülünü (Rookie of the year) kaparken NBA’deki ikinci sezonunda T-Mac, 9.3 sayi ve 5.7 ribaund ortalamariyla ancak benchten katki yapti.
Merhaba Playoff
Tracy, 1999-00’e yine takimin benchten gelen gizli silahi olarak basladi. Ama T-Mac, sezon ilerledikçe takim için ne kadar önemli bir oyuncu oldugunu gösterdi. Öncelikle pivot disindaki tüm pozisyonlarda oynayabiliyordu. Sonra savunmasi da yaptigi agirlik idmanlariyla güçlenmesi sonucunda gelismisti. T-Mac, hem kritik anlarda ekstra sayilara imza atiyor hem de rakibin en skorer isimlerine göz açtirmiyordu. Saha içindeki bu gayreti sonunda kendisini ilk bese tasidi ve kuzeni Vince Carter’la beraber NBA’in en tehlikeli ikililerinden birini olusturdular. Bu ikilinin ne kadar etkili oldugu All-Star haftasonunda gözler önüne serilecekti. Slam Dunk yarismasina katilan Vince&T-Mac birbirinden enfes smaçlara imza atti. Vince, finalde Steve Francis ile giristigi inanilmaz mücadeleden galip ayrilirken T-Mac 3.lükle yetinmek zorunda kaldi. Tabii Vince’in kendisine sampiyonlugu kazandiran son smaç denemesinde T-Mac ‘in yardimini istedigi ve Vince’e verdigi mükemmel bounce pass ile kuzeninin sampiyonlugunda önemli bir rolü üstlendigini belirtelim. Yalniz bahsettigimiz bu smaç sonrasinda Vince’in bu ekstra hareketle Tracy’i kullandigi. Birlikte daha siki çalismalari halinde ikisinin de finale çikabilecegi ama Vince’in bencillik yaparak en “baba” hareketi kendisine sakladigi yönünde dedikodular da ortada dolasmaya baslamisti. Sezon sonuna gelindiginde Vince’in 25.7 sayi ortalamasi ve Tracy’nin 15.4 sayi, 6.3 ribaund ve 3.3 asistlik çok yönlü oyunu Toronto’ya tarihinde ilk kez playoff’a katilma hakkini kazandirdi. Ve ilk turdaki rakip güçlü New York Knicks’ti. Takimin 1 numarali yildizi Vince, seride inanilmaz derecede heyecanli ve gergin gözükürken %30 gibi düsük bir sut yüzdesiyle oynadi. T-Mac ise kuzeninin aksine oldukça rahatti bu kez. Sanki sinirleri alinmis gibiydi ki bu rahatligin sebebi belki de daha playofflar baslamadan Toronto’dan ayrilmayi kafasina koymus olmasiydi. T-Mac, serinin daha ilk maçinda 25 sayi ve 10 ribaundla oynayip sahada oldugu dakikalarda Knicks’e büyük eslesme problemleri yaratacagini gösterdi. Ayrica Knicks’ten hangi oyuncuyu savunursa savunsun bunda basari saglamasi bir baska artisiydi. T-Mac “Kaybedecek hiç bir seyim olmadigini hissediyordum. Özgürdüm.” sözleriyle bu serideki ruh halini anlatiyordu. Ama daha komplike bir takim olan Knicks, Vince’in durdugu bu seride T-Mac’in çabalarina (16.7 sayi, 7.0 ribaund, 3.0 asist) ragmen Toronto’yu 3-0 ile süpürdü. Serinin hemen ardindan Tracy, Toronto’daki tüm esyalarini toplayak Florida’ya uçtu. Bu onun bir Raptor olarak son kez Toronto’ya gelisiydi…
“Toronto’dan ayrilamam kisisel birsey degildi. Ama evimden bu kadar uzakta, sogukta, ailem olmadan -sahip oldugum tek aile takimken- burada yasamak çok zordu.” Tracy McGrady
Elveda Toronto
Tracy artik free agent olmustu. Ve aslina bakarsaniz Toronto’daki hemen hemen hiçbir seyden memnun degildi. Her ne kadar Tracy: “Toronto’dan ayrilamam kisisel birsey degildi. Ama evimden bu kadar uzakta, sogukta, ailem olmadan -sahip oldugum tek aile takimken- burada yasamak çok zordu.” diyerek takimdan ayrilmasiyla Vince’in hiçbir ilgisi olmadigi ima etse de Carter’in gölgesinde kaldigi yönünde basinda yer alan haberler moralini bozuyordu. Üstelik Vince the Prince’in en formda oldugu dönemdi. Düsünün neredeyse her hafta NBA Action Top 10’a 2-3 kez konuk olan Vince’in kimi hareketleri T-Mac’in yedigi bir bloktan ya da kaçirdigi bir suttan sonra kaptigi topla yaptigi smaçlardi ki T-Mac, televizyonda bu pozisyonlari izl***en bile sinirlerini bozulmaya baslamisti. Bunlarin üstüne bir de çok sevdigi Butch Carter’in menajerlik talepleriyle Raptors yönetimine basvurmasinin ardindan takimdan kovulmasini da eklerseniz Tracy’nin Raptors’la tekrar anlasmasi imkansizdi. Tabii bir de bütçelerinde yer açarak Tracy ve Duncan’i kapmayi hedefleyen Chicago ve Orlando’nun cazip tekliflerini belirtmemize gerek yok. Simdi Tracy’nin önünde iki seçenek vardi. Chicago’da Michael Jordan karsilastirmasi altinda ezilmek ya da yildizsiz Orlando’da kral olmak…
“Gitmedim çünkü Chicago’nun Orlando’ya göre hiçbir artisi yoktu. Ben her yil Playoff’lara katilan takimlardan birine gitmek istiyordum. Bence Orlando da bunun için uygun bir takimdi. Diger bir nedeni de Florida’nin evime yakin olmasi. Evime, arkadaslarima ve aileme…” Tracy McGrady
Orlando’nun yeni sihirbazi NBA’in en genç takimlarindan Orlando Magic, lige dahil oldugu tarihten günümüze kadar, akilli oyuncu seçimleri, yüksek bütçesi ve Florida takimi olmasi sayesinde hep “elit” bir konumda olmayi basardi. 14 sezon boyuna sadece ilk üç sezonunda .500 galibiyet yüzdesinin altinda kalan Magic, takima kattigi genç yildizlarla çok hizli bir sekilde sampiyon adaylari arasinda yerini aldi. Önce skorer Nick Anderson ve üç sayi bombacisi Dennis Scott’la güçlendiler. Sonra Sh**uille O’Neil denen tuhaf isimli ama çok sempatik bir uzun onlari NBA’in en tehlikeli takimlarindan biri yapti. Ardindan 1993-94 sezonunda Chris Webber takasiyla takima süper guard Anfernee “Penny” Hardaway de dahil edilince Orlando, NBA Finali oynayan kadrosunu kurmus oldu. Ama iki sezon içinde bu süper kadro dagildi. Sh**, Lakers’a gitti. Takimin çekirdek oyunculari yapilan takaslarla degisti. Tek basina çirpinan Penny de sonunda vazgeçip Arizona çöllerinin yolunu tuttu. Bu arada Orlando yönetimi FA olacak Tim Duncan için salary cap’te önemli bir bosluk yaratma çabasiyla takimi kuvvetlendirmiyordu. Ne var ki Orlando hedefledigi Duncan’i kadrosuna katamadi. Ve farkli bir strateji izleyerek Detroit’in süper yildizi Grant Hill’e ve “memleketinde” oynamak isteyecegini düsündükleri T-Mac’e bol sifirli anlasmalar önerildi. Iki oyuncunun da aklini çelerek takima getiren Orlando, böylelikle sezon öncesinde dogunun en büyük sampiyon adayi haline gelmisti. Tracy kendisini yillardir çok isteyen Chicago yerine Orlando’ya gitmesinin nedenini söyle açikliyor: “Gitmedim çünkü Chicago’nun Orlando’ya göre hiçbir artisi yoktu. Ben her yil Playoff’lara katilan takimlardan birine gitmek istiyordum. Bence Orlando da bunun için uygun bir takimdi. Diger bir nedeni de Florida’nin evime yakin olmasi. Evime, arkadaslarima ve aileme…” Tabii T-Mac, sevgilisi Clarenda Harris’le daha çok zaman geçirebildigi için de oldukça mutluydu. Tracy daha NBA’e adim atmadan önce kendisine araba bakmaya gittigi bir oto galerisinde tanistigi bu kiza o günden beri asik. Harris’in konusma yöntemleri uzmani olmasi ve Tracy’e basin toplantilarinda hangi ses tonuyla nasil konusacagini göstermesi çogu zaman T-Mac’in oldukça isine yariyordu. Çiftin ilk randevusu da oldukça ilginç. O zamanlar daha “ zügürt” olan Tracy, kiz arkadasini ucuz bir spor barina götürmüs ve birlikte tavuk kanadi yiyip 1997 NBA Final Serisinin ilk maçini seyretmisler. Ne kadar romantik degil mi?? Sanirim normal sartlar altinda bundan daha kötü bir ilk randevu ancak iskembe salonunda gerçeklesir. Yalniz Tracy’nin bu olaydan yillar sonra kizi 5 kiratlik bir elmaz yüzükle kandirarak evlenmeye ikna ettigini de belirtmeden geçmeyelim. Bu arada Vince Carter kendisiyle bir kez bile konusmadan Toronto’dan ayrilan kuzenine oldukça kizgindi. Vince ve T-Mac aylarca birbirleriyle konusmadilar. Bu durum böylece devam etti ta ki Vince “Like Mike” filminin çekimleri için gittigi Los Angeles’taki bir gece kulübünde T-Mac’le karsilasip iki süper yildiz, komedyen Eddie Griffin tarafindan baristirilincaya kadar.
Carter’in gölgesinden kurtulmak ve tek olmak
Grant Hill’le birlikte oynayacak olmak T-Mac’i hem heyecanlandiriyor hem de endiselendiriyordu. Hill gibi tecrübeli bir oyuncu kendisine çok sey ögretebilirdi ama Tracy’nin Orlando’ya gelmesinin nedeni Vince Carter’in gölgesinden kurtularak tek basina yildiz olabilecegi bir takimda oynakti. Bu kez de Hill’in gölgesinde yillarini harcamak istemiyordu. Ama Hill, Detroit’e kazik attigi için takdir-i ilahi mi dersiniz, T-Mac’e verilen bir sans mi? Yoksa “dandik” ayakkabilar sonucu meydana gelen bir sakatlik mi yorumu size birakiyorum; Hill, sadece 4 maç oynadiktan sonra bir daha kendisini adam gibi toparlayamayacagi ve sürekli tekrarlanan meshur sakatligini yasadi ve takimin tüm sorumlulugu bir anda T-Mac’in omzuna yüklendi. T-Mac ise halinden memnun bir sekilde sahaya çikip önüne gelen tüm takimlarin üzerine kabus gibi çökmeye basladi. Tracy attigi 30’lu 40’li sayilarla takimini galibiyetlere tasiyinca Orlando coach’u Doc Rivers, T-Mac’in simartilmasindan ve basin tarafindan ona kaldirabileceginden çok sorumluluk yüklenmesinden korktugu için açiklamalarda bulunmaya basladi: “Ben takimda kimseden yildiz olmasini beklemiyorum. Sadece onun iyi oynamasini istiyorum ve ümit ediyorum ki oyunu onu bir yildiz haline getirir. Birçok oyuncudan yildiz olmasini bekleyebilirsiniz ama olamazlar. Sizin yapmaniz gereken onlari en etkili olduklari pozisyonda oynatmak. Böylelikle verimli olabilirler. Eger bu sekilde yildiz olmayi basariyorlarsa bu h***es için muhtesem. Bence Tracy, yildiz bir basketbol oyuncusu olacak. Benim beklentilerim yüzünden degil, kendi beklentileri sayesinde. Onun standartlari çok ama çok yüksekte. Siz daha sadece Tracy McGrady’nin baslangicini seyrettiniz. Hala tam kapasitesine ulasabilmis degil. Ama h***esten çok bunun farkinda olan yine kendisi. Iste bu yüzden onu bu kadar çok seviyorum. Tracy’nin Scottie Pippen ile kiyaslandigini duyuyorum. Bu bence mükemmel olur. Bence onun kadar iyi olacak. Su anda degil ama olacak” Ama Rivers bile T-Mac’ten bir anda böyle büyük bir çikis beklemedigini itiraf ediyordu: “Tracy’nin sayi atabildigini biliyordum ama böyle sut atabildigi konusunda en ufak bir fikrim bile yoktu.” Takim arkadaslari ise Tracy’nin yeteneklerinden bahsed***en, coachlari Doc Rivers kadar temkinli yaklasmiyordu. Mesela Monthy Williams, Tracy’nin yeteneklerini ancak Michael Jordan’la kiyasliyordu: “Onun yetenekli oldugunu bekliyordum. Ama Jordan’dan beri her gece karsisindakileri geberten baska bir oyuncu görmemistim. Eger bakarsaniz bunu yapan adam 2.00-2.02. Sh** ve Tim Duncan adamlarini harcayabilir çünkü onlar uzun. Ama McGrady’nin size’inda ve o yasta, bir yil bounca bu kadar oyunu domine eden birini uzun zamandir görmemistim.” Tracy, belki majesteleri gibi olmasa da gerçekten attigini sokmaya baslamisti ve yavas yavas sahadaki karakteri de yerine oturmaktaydi.
Abra Kadabra Sutlar Potaya
Insanlar merak etmekteydi: Bu çocuk Toronto’dayken böyle sut atamiyordu ki!! Orlandoya gidince takimin ismi gibi sihirli bir degnek mi degmisti yoksa?? Dilerseniz cevabi T-Mac’ten alalim: “Jump shot’larim kesinlikle Toronto’dakine kiyasla daha iyi. Ben Toronto’dayken de iyi sut atabiliyordum. Ama kendime güvenim yoktu. Sanirim asil fark bu. Simdi kendime güvenim var ve sanki her attigim sut girecekmis gibi hissediyorum. Tamamen kendine güven duygusuyla ilgili. Ben her zaman sut atabiliyordum. Eger kendinize güveniniz yoksa sutlariniz da girmez.” Ayrica Walker’in üzerinde kurdugu psikolojik baskinin oyununu ne kadar çok etkiledigi her cümlesinden de anlasiliyordu: “Umarim Doc Rivers, kariyerimin sonuna kadar benim coachum olur. Çünkü O, yaptiginiz hatalardan çok herseyinizi vererek oynayip oynamadigiza önem verir. O, oyuncularini kollayan coach’lardan biri. Sürekli bunu belli eder. Yaptiginiz hatalari önemsemez. Ama sahanin iki ucunda da kendinizi kasmanizi ister. Bu tutumu gerçekten oyunculara güven veriyor çünkü ben kariyerimde güvensizlik duygusunu birkaç kez yasadim. Hata yapacagimdan korkuyordum ve sürekli kenarda bir hareket var mi diye göz atiyordum. Simdi Doc, bizim sahaya çikip oynamamiza izin veriyor ve hatalarimizi çok da önemsemiyor. Bu gerçekten oyuncularin kendilerine olan güvenlerinin gelismesine yardim ediyor.” Tracy zihinsel bir rahatlamanin getirdigi yükselen performansi sayesinde All-Star’da ilk bes için kendisine yer ayirtti. Sezon sonuna gelindiginde ise 26.8 sayi, 7.5 ribaund ve 4.6 asist ortalamasi onu ligin en çok gelisme gösteren oyuncusu seçilmesini sagladi. 26.8 sayi ise o güne kadar 21 yas ve alti bir oyuncunun sezon boyunca ulastigi en yüksek rakamdi. Böylece takimin dizginlerini eline alan McGrady, Hill’in yokluguna ragmen takimini yetenekli guard Darrell Armstrong ve çaylak Mike Miller’la playoff’a tasidi. Toronto’yla ilk turda elenen T-Mac bu kez ikinci tur sevinci yasamak arzusundaydi. Ama rakip de Milwaukee Bucks’ti. Tracy tüm sezon boyunca Grant Hill’in yoklugunun keyfini sürmüstü ama is playoff’a gelince tek basina 3 süper yildiz: Ray Allen, Sam Cassell ve Glen Robinson’i devirebilecek miydi? Tracy bu seride adeta tek basina bir takim gibi oynayarak sahada kaldigi ortalama 44 dakikada 33.8 sayi, 8.3 asist ve 6.5 ribaund’luk performansiyla Bucks’a kafa tuttu hatta bir maç da aldi ama T-Mac’in play off rüyasi yine ***en sona ermisti.
Müzmin Sakat: Grant Hill
T-Mac artik hem kendisini NBA’e kanitlamis hem de kendisine olan güvenini pekistirmisti. Ama yasli oyuncularin 21 yasindaki bir “veledi” lider olarak kabul etmekte zorlanmasi ve Bucks karsisinda tek basina kalmanin verdigi sorunlar nedeniyle artik Grant Hill’in saglikli bir sekilde oynamasini diliyordu. Üstelik Patrick Ewing gibi veteran bir NBA devi ve Horace Grant gibi usta bir oyuncu da takima katilarak pota altinin güçlenmesini saglamisti. Tam kadro olurlarsa belki playoff’larda iyi isler yapabilirlerdi. Ama Hill, yine birinden beddua isitmis olacak ki daha lige yeni basladik d***en sezonu kapatti. Ve bir kez daha tüm sorumluluk T-Mac’e yikildi. Çünkü Ewing artik kariyerinin sonuna gelmisti ve “20 sayi, 10 ribaund, 3 blokluk” günler geride kalmisti. Darrell Armstrong’a gelince; bir kaç sezon takimi sürükleyen isim olmasina ragmen her yil bir önceki performansini aratarak siradan bir guard olmaya dogru ilerliyordu. Bir yil öncesinin yilin çaylak oyuncusu seçilen Mike Miller ise iyi niyetli ama deneyimsizdi. Yine de tek kisilik ordu T-Mac, takimini sirtlamayi basardi ve bu performansi onun ikinci kez All-Star maçina seçilmesini sagladi.
Orlando’nun Büyücüsü
Philly’deki 2002 All-Star Maçi gerçekten bir çok ilginç olaylara ev sahipliginde bulundu. Allen Iverson’in yaptigi çilgin parti olay oldu. MVP seçilen Kobe Bryant, bencil oyunu nedeniyle “hemserileri” tarafindan yuhalandi. Ve Michael Jordan’in bos potaya kaçirdigi smaç, belleklerde yer etti. Ama T-Mac, maç içerisinde öyle bir smaç yapti ki 2002 All-Star haftasonuna damgasini vurdu. Bir hücum sirasinda rakip potaya sakin sakin yaklasan T-Mac, aniden çildirarak topu panyaya firlatti sonra da havada yakalayip inanilmaz bir samaça imza atti ki bu hareket uzun yillar boyunca insanlarin hafizasindan kazinabilecegini sanmiyorum. Rahmetli Marylin Monroe yengemizin de kocasi Arthur Miller’in gerçek bir hikayeye dayanan “Cadi Kazani” romanini bilirsiniz. 17. Yüzyilda Salem’de baslatilan cadi ve büyücü avlariyla tüm suçlari yetenekli veya güzel olmak olan onlarca masum insan yakilir. Herhalde o zamanin insanlari T-Mac’in bu smacini görseler adami diri diri yakmakta çekinmezlerdi ki zaten takiminin ismi de sakat. Tabii bu smaç yapildigi zaman çok acimamiz gereken bir kisi var. O da maçin istatistikçisi. Ben de bir bir basketbol istatistikçisi olarak sunu söyleyebilirim ki sahadaki oyuncularin bile ne oldugunu anlayamadigi bu pozisyonu bilgisayara kaydetmeye çalisan zavalli istatistikçi muhakkak yaklasik bir kaç dakika isin içinden çikamamistir. Çünkü T-Mac sadece bir kaç saniye içinde sut, hücum ribaundu, smaç ve hatta asist sayilabilecek bir pozisyona imza atti hadi bakalim simdi hangilerini geçerli sayacaksiniz. Gelin de çikin isin içinden.
T(erminatör)-Mac
Neyse efendim basketbol tarihinin en inanilmaz smaçlarindan birini de hatirladiktan sonra Tracy’nin sezon sonundaki performansina dönelim. T-Mac, 25.6 sayi, 7.9 ribaund ve 5.3 asist ortalamasi ile sakatliklarla bogusan takimini 44-38’lik galibiyet oraniyla yine playoff’a tasimayi becerdi ve All-NBA 1.takimina seçildi. H***es T-Mac’in bu sefer play-off’larda neler yapabilecegini merak ediyordu. Yoksa yine tek basina rakip takimlara kafa tutmak zorunda mi kalacakti? Cevap maalesef evet oldu. T-Mac sirasiyla 20, 31, 37 ve 35 sayi atmasina ragmen diger oyuncularin nerdeyse hiç katki saglamamasi sonucunda Orlando, Baron Davis’in Hornets’ina 3-1’lik skorla elendi. Bu sekilde sonra eren bir sezonun ardindan artik tüm gözler bir kez daha Grant Hill’in üzerindeydi. Ve doktorlardan müjdeli haber geldi: Hill iyilesti!! Tabii geçtigimiz sezonlarla kiyaslaninca seyrettigimiz, Hill’in iyilesmis haliydi. Hatta düsünün adam 29 maç sakatlanmadan dayanarak bir rekor bile kirdi kendi çapinda. Ama yine sezonun ortasinda Grant Hill’e doktor, T-Mac’e de çile yolu gözüktü. Tracy yine pes etmedi. Bu kez iyice Terminatörlüge soyunarak 32.1 sayi gibi insan üstü bir istatistik yakaladi (1992-93 sezonunda Michael Jordan’in 32.6 ortalamasindan sonra ki en yüksek sayi ortalamasi) ve sayi kralligina sonunda ulasti. Yalniz bu yil Tracy, sadece saha içinde yaptiklariyla degil örnek davranislariyla da gündeme geldi. Örnegin 2003 All-Star maçina çikacak Michael Jordan’a kendi yerini vererek ilk beste baslatmak istemesi tüm basketbol severlerin alkisini aldi. (Tabii T-Mac, kendisinden iki kat yasli bir oyuncuyla oynarken neler hissettigi sorulunca: “Jordan’i savunurken kendimden iki kat yasli birini tuttugum için üzülmüyorum çünkü Jordan’i asla küçümseyemezsiniz. Hala 40’in üzerinde sayi attigi maçlar var. Öyleyse Jordan’i göz ardi etmeyip sahada tüm gücünüzle onu savunmak zorundasiniz yoksa size de hiç çekinmeden 30-40 sayi atabilir. Jordan nasil sizi küçümsemeyecekse isi yavastan almayip tüm gücüyle üzerinize yüklenecekse siz de Jordan’a ayni sekilde karsilik vermek zorundasiniz.” diyecek kadar da hirsli bir oyuncu.)
Sadece Sayi degil Gönüllerinde Krali!
Ama geçtigimiz aylarda (Maryland, Virgina gibi eyaletlerde dehset saçan manyak) “Sniper” tarafindan yaralanan Iran Brown isimli küçük çocugun hayrani oldugunu gazetelerde okuduktan sonra önce hasta yatagindaki küçük çocuga formasiyla beraber cesaret verici bir not yazip göndermesi, ardindan da çocuk iyilestikten sonra onu antrenmana götürüp basketbol oynamasi T-Mac’i gönüllerin de krali yapti. Ama bildiginiz gibi gönüllerin krali olmak sizi playoff ikinci turuna tasimiyor maalesef. Hele Detroit gibi iyi savunma yapan bir takim karsisindaysaniz. NTV ekranlarinda Murat Kosova ve Kaan Kural ikilisinin sempatik yorumlariyla izledigimiz seride T-Mac yine istedigini bulamadi. Hos adamcagiz elinden geleni yapti iki maç üst üste Detroit’e 46 ve 43 sayi atmak kolay degil. Tabii sevgili Memo’muza burdan T-Mac’in üzerinden yaptigi o enfes smaç dolayisiyla geçmis olsun dedikten sonra tebriklerimizi de yollamayi ihmal etmiyoruz. Aslinda Orlando sezon içinde Memphis’le yaptigi Mike Miller-Gordan Giricek& Drew Gooden takasi sayesinde pota altina ve skorer guard pozisyonuna destek buldugunu düsünüyordu. Ama Giricek Playoff’ta sönüp gid***en. Gooden ise Ben Wallace’in tecrübesine maglup oldu. Üstelik Orlando seride 3-1 önce geçmis ve saha avantajini eline geçirmisken kaybedilen bu seri, Tracy McGrady’nin Kevin “ birinci tur” Garnett’le kiyaslanmasina yol açmaya basladi. Ama dogrusunu söylemek gerekirse bence Tracy’nin bundan fazla yapabilegi hiçbir sey yoktu. Eger takiminizda 31.7 ortalama ile oynayan biri varsa ve siz bu seriyi kazanamiyorsaniz sanirim burada suçu T-Mac’te degil de baskalarinda aramak lazim. Özellikle de milyonlarca dolar alip 3 sezonda toplam 60 maç bile oynamamis bir süper yildiziniz varsa ve bu süper yildiz salary cap’te elinizi ayaginizi bagliyorsa yöneticilerin daha degisik yollara basvurmasi gerektigi dogal olarak akla gelmekte. Çünkü bu is tek basina T-Mac’le olur mu? Asla!! Hatirlayacaksiniz ki Michael Jordan bile tek basina Bulls’u sampiyon yapamadi. Ama ne zaman yanina Scottie Pippen, Horace Grant gibi oyuncular eklendi o zaman kimse sampiyonlugu onun elinden alamadi. Eger Orlando yönetimi yeni bir Michael Jordan yaratmak arzusundaysa önce yapmasi gereken tek birsey var: T-Mac’in yanina “saglikli” bir Scottie Pippen bulmak!!
Re: NBA Oyuncuları'nın Hayat Hikayeleri(İlginç)
VİNCE CARTER
Full Name: Vincent Lamar Carter
Height: 6' 6"
Weight:225 lbs.
Position: Guard/Forward
Birth Place: Daytona Beach, Florida
Birthday: Ocak 26, 1977
College: North Carolina '99
NBA Team: New Jersey Nets
KONSER SALONUNDAN BASKETBOL ARENASINA
Vince Carter, 26 Ocak 1977’de Florida Daytona Beach’de dogdu. 9 yasindayken katildigi 12 yas alti eyalet turnuvasinda kisa boyuna ve küçük yasina ragmen dikkatleri üzerine çeken Carter, 13 yasindayken de ilk smacini yapiyordu. Fakat baba Harry’nin Volusia’da bando ve orkestra direktörü olmasi Carter’i da müzige itti. 7 farkli enstrümanla ilgilenen Carter, 1995 yilinda Mainland Lisesini bitirdiginde basketbol ve voleybolculugunun yanında, davul ve saksafon çalarken, okul orkestrasinda bariton solistlikte yapiyordu. Ama Carter, basketbol sahasinda bir maçta 47 sayi baska bir maçta da 17 blok rakamlarini erisip, okulunu da 36 maçta 34 galibiyet ile eyalet sampiyonu yapinca tercihini basketbolden yana kullandi. (Tabi 1981 Drafti ile NBA’e seçilen amcasi Oliver Lee’nin de Carter’in basketbolcü olmasinda büyük katkilari vardi.) Carter, lise’deki son yılında forvet mevkiinde, Ron Mercer ve Shareef Abdul-Rahim’in ardindan Amerikanin en iyi lise oyuncularından biri olarak gösterildi ve yilin en iyi ikinci besine seçildi. 1995 yazında üniversite tercihini, iki yildiz oyuncusu Jerry Stackhouse ve Rasheed Wallace’i NBA’e kaptiran ve yeni bir takim kurmayi amaçlayan ülkenin en iyi basketbol programlarindan ve coachlarindan (Dean Smith) birine sahip North Carolina’dan yana kullandi. Iki yildizini kaybeden UNC üniversitesi yeni iki rookie oyuncu Vince Carter ve Antawn Jamison ile lige basladi. Guard’lar Jeff McInnis ve Dante Calabria, pivot Serge Zwikker ile birlikte iyi bir uyum yakalayan bu genç oyunculardan Carter, ilk yilinda 31 maçta forma giydi. Ilk yilinda hem guard hem de kisa forvet pozisyonlarinda oynayan Carter, 19 kere ilk 5’te sahaya çikarken, 10 maçta skorda çift haneli sayiya ulasti. Fakat maç basina sadece 18 dakika oyunda kalabildi ve 7.5 sayi, 3.8 ribaund, 1.3 asist ortalamalari ile ilk senesini tamamladi. Ayni yil, USA Junior Basketbol takiminin bir üyesi olarak, Atina’da düzenlenen dünya sampiyonasinda 7. olan takimda 8 maçta, 48 sayi, 32 ribaund, 11 asist ve 9 top çalma üreten Carter, tüm sezon boyunca açik sahada fast break organizasyonlarinda Tar Heel seyircilerine inanilmaz hava hareketleri seyrettirmeyi basardi.
NCAA’LERDE IKINCI YIL VE ILK FINAL FOUR
Üniversitedeki ilk senesinde muhteşem smaçları ile büyük bir hayran kitlesi yaratan Carter, ikinci sezonunda büyük gelişme gösterdi. 1995-96 sezonunun ardından NBA’e gitmeyi tercih eden McInnis’in (Denver tarafından 2. tur 37. sırada draft edildi.) takimdan ayrılması, coach Smith’in Carter’in oyunda kaldigi süreyi maç basina 28 dakikaya çıkarmasına neden oldu. Bu fırsatı iyi değerlendiren Carter 13.0 sayı, 4.5 ribaunt, 2.4 asist ve 1.4 top çalma ortalamaları ile NCAA’ler deki 2. sezonu tamamladı. Playofflar da, çeyrek finalde Lousville maçında 18 sayi üreterek, 15 sayı ile oynayan Jamison ile birlikte UNC’yi 14. defa Final Four’a sokmayı başaran Carter, yari finalde Arizona potasına 8 şayisi smaçtan olmak üzere 21 sayı gönderse de 66-58’lik yenilgiyi önleyemedi. Ayni yıl NBA’de slam dunk sampiyonluguna ulasan Kobe Bryant’in yarisma içerisinde yaptigi bir çok hareketi, NCAA’de maç içinde rakip oyuncularin savunmalarina karsi yapan Carter, oynadigi süre ile orantili olarak artan hava hareketleri ile sadece okulunun degil Amerikanin ve dünyanin hayranlikla seyrettigi bir oyuncu olmustu. Ama o sadece zıplama kabiliyeti ile anılmak istemiyordu. Chicago şehrinin yetiştirdiği en büyük smaç makinesi Ronnie Fields, gibi sadece smaçları ile tanınmak ve NBA’e gidemeyip CBA’de veya diger küçük liglerde kaybolup gitmek istemiyordu. Bu sebeple de 2. senesinin yazini bol bol sut idami yaparak geçirdi. 1997-98 sezonunda basari grafigini yükseltmeye devam eden Carter, %59 saha içi, %41 üç sayi yüzdeleri ile 15.6 sayi, 5.1 ribaund, 2.0 asist ortalamalariyla 3. yilini tamamladi ve John Wooden All-Amerika takimina seçildi. Ayrica normal sezonun ardindan stres dolu NCAA Turnuvasinda da harika maçlar çikardi. Ilk turda Navy’e 14 sayi, ikinci turda UNC Charlotte’a 24 sayi, 7 ribaund, sweet-16’da Michigan State’e 20 sayi, 10 ribaund, elite-8’de Conneticut’a 12 sayi atan Carter, UNC’yi ard arda 2.defa final four’a tasiyan oyuncularin basindaydi. Final Four maçinda Utah Üniversitesi karsisinda, sezonun en degerli oyuncusu seçilen takim arkadasi Jamison’dan daha basarili olan Carter, 65-59’luk yenilgiye mani olamadi. Üniversite kariyerindeki son maçinda sahanin en skorer oyuncusu olan Carter 21 sayi, 5 ribaund ve 3 blok ile NCAA kariyerine noktayi koydu. 1997-98 NCAA sezonunun ardindan Maryland coach’u Gary Williams, Carter için “en iyi takim oyunu oynayan yildiz oyuncu” nitelemesini yapiyordu. Carter, NCAA Turnuvasinda oldukça basarili olup bir çok NBA menajerinin dikkatini çekince 4. seneyi beklemeden profesyonel olmaya karar verdi. Aslinda 3 yildir oynadigi oyunla bir çok menajer onu draftta seçilecek oyuncular arasina koymustu ama Final Four’daki oyunu degerini daha da arttirdi. Birde NBA’de seyirci sayisinin düsmesi, Michael Jordan’in basketbolü biraktiktan sonra yerine geçecek spektaküler ve örnek -üniversite tahsili almis, adi kavga, hirsizlik ve adi suçlara karismamis- bir oyuncunun NBA tarafindan hala lanse edilememesi, (Grant Hill, bu örnek oyuncularin basindayken sakatliklar sebebi ile beklentileri ne yazik ki karsilayamadi.) Carter’in yolunu biraz daha aralamisti. Evet Carter, 3 yil boyunca 103 maçta formasini giydigi ve 12.3 sayi, 5.1 ribaund, 2.0 asist, 1.1 top çalma, 0.8 blok ortalamalari ile oynadigi North Carolina Üniversitesine veda ederek 1998 NBA Draftina katildi.
1998-99 NBA SEZONUNUN EN DEGERLI ROOKIE OYUNCUSU
1998 NBA Draftinda 5. sirada Golden State tarafindan seçilen Carter, ayni gece 4. sirada Toronto tarafindan draft edilen takim arkadasi Jamison’a karsilik Raptors’in yolunu tutuyordu. Fakat NBA komisyonu ile Oyuncular Komitesinin 1997-98 sezonun hemen ardindan anlasmazliga düsmesi ile ortaya çikan lokavt, Carter’in NBA liginde oynayacagi ilk sezonu tehlikeye soktu. Önce sezon öncesi hazirlik kamplari iptal edildi, ardindan da Kasim’in basinda start alacagi belirtilen lig durduruldu. Iki taraf arasindaki anlasma ancak Ocak ayinin sonunda saglanabildi. (Hatirlarsaniz Yunanistan’da, 1998 Temmuz Ayinda düzenlenen dünya sampiyonasina da NBA oyunculari istirak etmemis ve Amerika Milli Takimi ancak 3. sirayi alabilmisti.) Ama Carter bu bosluktan istifade edip özel antrenörler esliginde bol bol çalisti ve 5 Subat 1999 günü Boston Celtics takimina karsi ilk NBA maçina çikti. Maça ilk 5 baslayan Carter, ilk periyodunun 4 dakikasinda bir jump shot ile NBA kariyerinin ilk sayisini kaydetti. Ikinci periyodun 6 dakikasinda ise ilk muhtesem turnikelerinden birine imzayi atiyordu. Ama beklenen hareketi maçin son periyoduna saklamisti. Maçin bitimine 5:33 kala Charles Oakley’in pasi ile jeneriklere geçecek ilk smacini Paul Pierce’in üzerinden yaparken, Boston seyircisi bile bu hareketi ayakta alkisliyordu. Bu ilk maçta 30 dakika oyunda kalip 16 sayi, 3 ribaund, 2 asist ve 2 top çalma üreten Carter takimina 103-92’lik galibiyeti getiriyordu. Iki deplasman maçindan sonra sezonun 3. maçinda Toronto seyircisinin önünde çikan Carter, 5’i ikinci yarida olmak üzere 6 smaç ile tam bir show gerçeklestirirken maçi da 22 sayi ile tamamladi. Ligin 7. maçinda (yeni salonlari Air Canada’nin açilis maçi) ise 4’ü ikinci periyotta olmak üzere 5 smaç ile Vancouver’a karsi 27 sayi atmayi basardi. 25 Mart’ta Houston karsisinda 32 sayi ile ilk sezonunun en yüksek skoruna ulasan Carter, Mart ve Nisan’da ayin en iyi rookie oyuncusu, 22 Mart’ta da haftanin oyuncusu seçildi. Regular sezonda 50 maçin 49’unda sahaya ilk 5’te çikarken, 3 kez 30 sayi, 23 kez 20 sayi barajini geçmeyi basardi. Ayrica 6 kere de double-double yapti. Toronto 23 galibiyet, 27 maglubiyet ile %46’lik kazanma orani ile bir takim rekoru kirarken ne yazik ki playoff’lara kalamadi.
Evet, Carter ilk senesinde jeneriklere geçen bir çok harekete imzasini atarken, maç basina ortalama 35 dakika oyunda kalarak 18.3 sayi, 5.7 ribaund, 3.0 asist, 1.54 blok ve 1.1 top çalma ortalamalari ile çaylaklar arasinda sayida ve blokta ilk sirayi alirken, sezonun en iyi rookie oyuncusu ödülüne de 118 oydan 113’ünü -hem de üniversite de hep gölgesinde kaldigi takim arkadasi Jamison’in önünde- alarak ulasti. Carter bir çok inanilmaz hava hareketi ile NBA Action’larin vazgeçilmez oyuncusu olmus, NBA’de aradigi kani bulmustu. Lokavt sirasinda iade edilen sezonluk biletler, Toronto’nun salonu Air Canada’da neredeyse yok satarken, deplasman maçlarinda da Carter’i izlemeye gelen seyirciler sayesinde NBA’in izlenme orani artiyordu.
2000 SLAM DUNK SAMPIYONLUGU
Carter 1999-00 sezonuna firtina gibi girdi. Ilk 8 maçta 25.7 sayi ortalamasini tutturdu. Sezonun 10. maçinda sampiyonluk adaylarindan Lakers’i deplasmanda 111-102 yendikleri maçta 34 sayi, 11 ribaund, 4 asist ile bir kez daha NBA seyircilerinin hayranligini kazandi. Genelde Toronto’nun maçlarini hiç yayinlamayan ulusal kanallar, artik gelen yogun istekleri karsilayabilmek için Carter’in maçlarini yayinlamaya baslamislardi. 14 Ocak’ta 115-110 galip geldikleri Milwaukee maçinda 47 sayi ile ilk defa 40 sayi barajini geçen Carter, 13 Subat’ta ki All-Star maçina kadar oynanan 47 maçta 24.5 sayi ortalamasini tutturdu. Oakland’da düzenlenecek All-Star maçi seçimlerinde bütün NBA yildizlarini geçerek en fazla oyu alan Carter, maçtan bir gün evvel düzenlenen slam dunk yarismasinda da finalde kuzeni Tracy McGrady ve Steve Francis’i geçerek sampiyonluga ulasti. Ilk All-Star maçinda sahaya ilk 5’te çikan Carter, smaç sampiyonasindan enstantaneler sundugu maçta 28 dakika oyunda kaldi ve 12 sayi üretti. All-Star maçindan tam 2 hafta sonra 27 Subat’ta Phoenix’te 103-102 galip geldikleri maçta, 51 sayi ile kariyer rekorunu kirdi. Regular sezonda 25 kere 30 sayi, 63 kere de 20 sayi barajini geçti ve hiç bir maçta 10 sayinin altina düsmedi. Ayrica 9 kere double-double ve 10 Nisan’da Cleveland’a karsi 14 sayi, 11 ribaund ve 10 assist ile ilk triple-double’ini yapti. Sezon sonunda ortalama 38 dakika sahada kalarak çogu maçta hücum da sürükledigi takiminda, %46.5 saha içi, % 40 üç sayi yüzdeleri ile 25.7 sayi, 5.8 ribaund, 3.9 asist, 1.34 top çalma ve 1.12 blok ortalamalarini tutturdu. Bu basarili 82 maçlik regular sezon sonunda, Toronto 45 galibiyet 27 yenilgi ile Dogu Konferansinda 6. sirayi alip, play-off’lara kaliyordu. NBA kariyerinde ki ilk playoff maçini 23 Nisan’da New York’a karsi Madison Square Garden’da oynayan Carter 92-88 kaybettikleri maçta, 16 sayi ve 6 asist üretti. 2. maçta 27 sayi, 7 ribaund, 5 asist’lik performansi 84-83’lük yenilgiyi önleyemezken, Toronto’da oynanan 3. maçta 15 sayi, 8 asist ve 7 ribaund’a ragmen 87-80’lik skorla sezona ilk turda veda etti. Carter, basariya doyamadigi 2000 yilinin yazinda, Sidney’de Dream Team IV ile Olimpiyat Altin madalyasini boynuna takti. Sh**, Kobe, Duncan ve Iverson’dan yoksun bir kadro ile mücadele eden Amerika’nin 8 maç sonunda 118 sayi ile en skorer oyuncusu olan Carter, yari finalde zar zor 85-83 yendikleri Litvanya maçinda 18 sayi ile en skorer oyuncu oldu. Fransa maçinda Frederic Weis’in üzerinden yaptigi smaç ise aylarca konusuldu. Bir çok NBA yazari tarafindan gelmis geçmis en güzel basket olarak degerlendirilen bu smaçin yani sira bir çok muhtesem harekete de imza atan Carter, bu turnuva sayesinde tüm dünya tarafindan taninmaya basladi.
2001 NBA DOGU YARI FINALI
Geçen sezon artan tecrübesi ile Toronto takimini regular sezonda bir klüp rekoru olan 47 galibiyete tasiyan Carter, maç basina 39 dakika oyunda kalarak %46 saha içi, %43 üç sayi yüzdeleri ile 27.5 sayi (lig 5.si), 5.3 ribaund, 3.9 asist, 1.54 top çalma ve 0.85 blok ortalamalari ile tamamladi. Bu ortalamalarla ligin en iyi ikinci takimina seçilen Carter, bir kez daha All-Star oylamasinda en fazla oyu alarak Washington’daki maçta Dogu takiminin ilk 5 inde yer aldi. Maçi 16 sayi ile Iverson ve Bryant’tan sonra en skorer oyuncu olarak tamamlayan Carter, sezon için de 4 kere 40, 31 kere de 30 sayi barajini geç***en, 18 Kasim’da Milwaukee maçinda 48 sayi ile sezonda kendisinin en yüksek skoruna ulasti. Play Off’lar da ilk turda New York’a karsi 5 maçta 22.8 sayi, 7.2 ribaund ortalamalari ile oynarken son 2 maçta muhtesem oyunu ile ilk defa tur atlama sevincini yasadi. Dogu Yari Finalinde rakip Iverson’li Philadelphia’ydi. Seri Iverson ile Carter’in düellosu seklinde geç***en, 1. maçta 35, 3. maçta 50 (13/9 üçlük), 6. maçta ise 39 sayi üretti. Fakat son maçta 20 sayi, 9 asist, 7 ribaund, 3 top çalma, 2 blogu galibiyete yetmedi ve Toronto 2001 NBA ligine Dogu Yari Finalinde elveda dedi. Gösterdigi performans ile bir çok eski NBA oyuncusu ile karsilastirilmaya baslanan Carter, ligin genç yildiz oyuncularindan biri olmustu. Agustos Ayinda 6 yilligina 94 milyon $’a takimi ile tekrardan anlasan Carter, Hakeem Olajuwan’in takima katilmasi ile bir yil evvelki basariyi tekrarlayacaklarini ve hatta geçebileceklerini söylüyordu.
DOGU KONFERANSINDA ZIRVE YARISI
Bu sezon Carter için çok iyi baslamadi. Ilk maçta Orlando karsisinda 11/2 saha içi, 3/0 üçlük ve 7/7 faul ile sadece 11 sayi üretti ve 114-85’lik farkli maglubiyeti önleyemedi. Daha sezonun ilk maçi Carter’in artik siki savunmalarla karsilasacaginin bir belirtisiydi. Gerçekten’de su ana kadar oynanan 43 maçta eski sezonlara göre daha siki savunulan Carter, düsen sut yüzdesine ragmen, artan asist ortalamasi ile takimina 25 galibiyet getirmeyi basardi. 10 Kasim’da Utah’da 14/8 üçlük ile 43 sayi üreten Carter, 7 ve 9 Aralikta ard arda Denver ve Phoenix maçlarinda 42 sayi ile oynadi. Su anda 25.6 ile sayi kralliginda 5. sirada bulunan Carter, 10 Subat’ta Philadelphia’da düzenlenecek All-Star maçi oylamasinda da 1.287.003 oyla bir kez daha ilk sirayi aldi. Michael Jordan, NBA ligine geri döndü. Ama ne yazik ki eski hava hareketleri ile degil. Fakat Jordan’in eski muhtesem smaçlarinin, inanilmaz turnikelerinin, yakini ve belki de daha muhtesemleri, Toronto’nun 15 numarali oyuncusu Vince Lamar Carter ile devam etmekte. Bryant, Iverson, Duncan, Pierce, Garnett, gibi ligin yeni nesil oyuncularinin en basarilisi, henüz sampiyonluk veya bir MVP ödülü almamasindan dolayi belki Carter degil ama, kim ne derse desin ligin en spektaküler, en ilgi çeken ve en çok izlemekten zevk alinan oyuncusu Vince Carter. Yakin gelecekte takima katilacak tecrübeli (ama, Hakeem Olajuwan gibi -eskiden ne kadar basarili olursa olsun- kariyerinin son yillarini yasayan bir oyuncu degil) ve daha yetenekli 1-2 oyuncu ile Toronto, NBA Finaline ulasirsa bunda en büyük pay da Carter’in olacaktir. O da böylelikle gerekli ödüllere ve hatta NBA Sampiyonluk yüzügüne ulasabilir. Ayni Jordan’in ligde ilk 6 yil bekledikten sonra Pippen, Grant gibi oyuncularla sampiyonluga ulastigi gibi…
Full Name: Vincent Lamar Carter
Height: 6' 6"
Weight:225 lbs.
Position: Guard/Forward
Birth Place: Daytona Beach, Florida
Birthday: Ocak 26, 1977
College: North Carolina '99
NBA Team: New Jersey Nets
KONSER SALONUNDAN BASKETBOL ARENASINA
Vince Carter, 26 Ocak 1977’de Florida Daytona Beach’de dogdu. 9 yasindayken katildigi 12 yas alti eyalet turnuvasinda kisa boyuna ve küçük yasina ragmen dikkatleri üzerine çeken Carter, 13 yasindayken de ilk smacini yapiyordu. Fakat baba Harry’nin Volusia’da bando ve orkestra direktörü olmasi Carter’i da müzige itti. 7 farkli enstrümanla ilgilenen Carter, 1995 yilinda Mainland Lisesini bitirdiginde basketbol ve voleybolculugunun yanında, davul ve saksafon çalarken, okul orkestrasinda bariton solistlikte yapiyordu. Ama Carter, basketbol sahasinda bir maçta 47 sayi baska bir maçta da 17 blok rakamlarini erisip, okulunu da 36 maçta 34 galibiyet ile eyalet sampiyonu yapinca tercihini basketbolden yana kullandi. (Tabi 1981 Drafti ile NBA’e seçilen amcasi Oliver Lee’nin de Carter’in basketbolcü olmasinda büyük katkilari vardi.) Carter, lise’deki son yılında forvet mevkiinde, Ron Mercer ve Shareef Abdul-Rahim’in ardindan Amerikanin en iyi lise oyuncularından biri olarak gösterildi ve yilin en iyi ikinci besine seçildi. 1995 yazında üniversite tercihini, iki yildiz oyuncusu Jerry Stackhouse ve Rasheed Wallace’i NBA’e kaptiran ve yeni bir takim kurmayi amaçlayan ülkenin en iyi basketbol programlarindan ve coachlarindan (Dean Smith) birine sahip North Carolina’dan yana kullandi. Iki yildizini kaybeden UNC üniversitesi yeni iki rookie oyuncu Vince Carter ve Antawn Jamison ile lige basladi. Guard’lar Jeff McInnis ve Dante Calabria, pivot Serge Zwikker ile birlikte iyi bir uyum yakalayan bu genç oyunculardan Carter, ilk yilinda 31 maçta forma giydi. Ilk yilinda hem guard hem de kisa forvet pozisyonlarinda oynayan Carter, 19 kere ilk 5’te sahaya çikarken, 10 maçta skorda çift haneli sayiya ulasti. Fakat maç basina sadece 18 dakika oyunda kalabildi ve 7.5 sayi, 3.8 ribaund, 1.3 asist ortalamalari ile ilk senesini tamamladi. Ayni yil, USA Junior Basketbol takiminin bir üyesi olarak, Atina’da düzenlenen dünya sampiyonasinda 7. olan takimda 8 maçta, 48 sayi, 32 ribaund, 11 asist ve 9 top çalma üreten Carter, tüm sezon boyunca açik sahada fast break organizasyonlarinda Tar Heel seyircilerine inanilmaz hava hareketleri seyrettirmeyi basardi.
NCAA’LERDE IKINCI YIL VE ILK FINAL FOUR
Üniversitedeki ilk senesinde muhteşem smaçları ile büyük bir hayran kitlesi yaratan Carter, ikinci sezonunda büyük gelişme gösterdi. 1995-96 sezonunun ardından NBA’e gitmeyi tercih eden McInnis’in (Denver tarafından 2. tur 37. sırada draft edildi.) takimdan ayrılması, coach Smith’in Carter’in oyunda kaldigi süreyi maç basina 28 dakikaya çıkarmasına neden oldu. Bu fırsatı iyi değerlendiren Carter 13.0 sayı, 4.5 ribaunt, 2.4 asist ve 1.4 top çalma ortalamaları ile NCAA’ler deki 2. sezonu tamamladı. Playofflar da, çeyrek finalde Lousville maçında 18 sayi üreterek, 15 sayı ile oynayan Jamison ile birlikte UNC’yi 14. defa Final Four’a sokmayı başaran Carter, yari finalde Arizona potasına 8 şayisi smaçtan olmak üzere 21 sayı gönderse de 66-58’lik yenilgiyi önleyemedi. Ayni yıl NBA’de slam dunk sampiyonluguna ulasan Kobe Bryant’in yarisma içerisinde yaptigi bir çok hareketi, NCAA’de maç içinde rakip oyuncularin savunmalarina karsi yapan Carter, oynadigi süre ile orantili olarak artan hava hareketleri ile sadece okulunun degil Amerikanin ve dünyanin hayranlikla seyrettigi bir oyuncu olmustu. Ama o sadece zıplama kabiliyeti ile anılmak istemiyordu. Chicago şehrinin yetiştirdiği en büyük smaç makinesi Ronnie Fields, gibi sadece smaçları ile tanınmak ve NBA’e gidemeyip CBA’de veya diger küçük liglerde kaybolup gitmek istemiyordu. Bu sebeple de 2. senesinin yazini bol bol sut idami yaparak geçirdi. 1997-98 sezonunda basari grafigini yükseltmeye devam eden Carter, %59 saha içi, %41 üç sayi yüzdeleri ile 15.6 sayi, 5.1 ribaund, 2.0 asist ortalamalariyla 3. yilini tamamladi ve John Wooden All-Amerika takimina seçildi. Ayrica normal sezonun ardindan stres dolu NCAA Turnuvasinda da harika maçlar çikardi. Ilk turda Navy’e 14 sayi, ikinci turda UNC Charlotte’a 24 sayi, 7 ribaund, sweet-16’da Michigan State’e 20 sayi, 10 ribaund, elite-8’de Conneticut’a 12 sayi atan Carter, UNC’yi ard arda 2.defa final four’a tasiyan oyuncularin basindaydi. Final Four maçinda Utah Üniversitesi karsisinda, sezonun en degerli oyuncusu seçilen takim arkadasi Jamison’dan daha basarili olan Carter, 65-59’luk yenilgiye mani olamadi. Üniversite kariyerindeki son maçinda sahanin en skorer oyuncusu olan Carter 21 sayi, 5 ribaund ve 3 blok ile NCAA kariyerine noktayi koydu. 1997-98 NCAA sezonunun ardindan Maryland coach’u Gary Williams, Carter için “en iyi takim oyunu oynayan yildiz oyuncu” nitelemesini yapiyordu. Carter, NCAA Turnuvasinda oldukça basarili olup bir çok NBA menajerinin dikkatini çekince 4. seneyi beklemeden profesyonel olmaya karar verdi. Aslinda 3 yildir oynadigi oyunla bir çok menajer onu draftta seçilecek oyuncular arasina koymustu ama Final Four’daki oyunu degerini daha da arttirdi. Birde NBA’de seyirci sayisinin düsmesi, Michael Jordan’in basketbolü biraktiktan sonra yerine geçecek spektaküler ve örnek -üniversite tahsili almis, adi kavga, hirsizlik ve adi suçlara karismamis- bir oyuncunun NBA tarafindan hala lanse edilememesi, (Grant Hill, bu örnek oyuncularin basindayken sakatliklar sebebi ile beklentileri ne yazik ki karsilayamadi.) Carter’in yolunu biraz daha aralamisti. Evet Carter, 3 yil boyunca 103 maçta formasini giydigi ve 12.3 sayi, 5.1 ribaund, 2.0 asist, 1.1 top çalma, 0.8 blok ortalamalari ile oynadigi North Carolina Üniversitesine veda ederek 1998 NBA Draftina katildi.
1998-99 NBA SEZONUNUN EN DEGERLI ROOKIE OYUNCUSU
1998 NBA Draftinda 5. sirada Golden State tarafindan seçilen Carter, ayni gece 4. sirada Toronto tarafindan draft edilen takim arkadasi Jamison’a karsilik Raptors’in yolunu tutuyordu. Fakat NBA komisyonu ile Oyuncular Komitesinin 1997-98 sezonun hemen ardindan anlasmazliga düsmesi ile ortaya çikan lokavt, Carter’in NBA liginde oynayacagi ilk sezonu tehlikeye soktu. Önce sezon öncesi hazirlik kamplari iptal edildi, ardindan da Kasim’in basinda start alacagi belirtilen lig durduruldu. Iki taraf arasindaki anlasma ancak Ocak ayinin sonunda saglanabildi. (Hatirlarsaniz Yunanistan’da, 1998 Temmuz Ayinda düzenlenen dünya sampiyonasina da NBA oyunculari istirak etmemis ve Amerika Milli Takimi ancak 3. sirayi alabilmisti.) Ama Carter bu bosluktan istifade edip özel antrenörler esliginde bol bol çalisti ve 5 Subat 1999 günü Boston Celtics takimina karsi ilk NBA maçina çikti. Maça ilk 5 baslayan Carter, ilk periyodunun 4 dakikasinda bir jump shot ile NBA kariyerinin ilk sayisini kaydetti. Ikinci periyodun 6 dakikasinda ise ilk muhtesem turnikelerinden birine imzayi atiyordu. Ama beklenen hareketi maçin son periyoduna saklamisti. Maçin bitimine 5:33 kala Charles Oakley’in pasi ile jeneriklere geçecek ilk smacini Paul Pierce’in üzerinden yaparken, Boston seyircisi bile bu hareketi ayakta alkisliyordu. Bu ilk maçta 30 dakika oyunda kalip 16 sayi, 3 ribaund, 2 asist ve 2 top çalma üreten Carter takimina 103-92’lik galibiyeti getiriyordu. Iki deplasman maçindan sonra sezonun 3. maçinda Toronto seyircisinin önünde çikan Carter, 5’i ikinci yarida olmak üzere 6 smaç ile tam bir show gerçeklestirirken maçi da 22 sayi ile tamamladi. Ligin 7. maçinda (yeni salonlari Air Canada’nin açilis maçi) ise 4’ü ikinci periyotta olmak üzere 5 smaç ile Vancouver’a karsi 27 sayi atmayi basardi. 25 Mart’ta Houston karsisinda 32 sayi ile ilk sezonunun en yüksek skoruna ulasan Carter, Mart ve Nisan’da ayin en iyi rookie oyuncusu, 22 Mart’ta da haftanin oyuncusu seçildi. Regular sezonda 50 maçin 49’unda sahaya ilk 5’te çikarken, 3 kez 30 sayi, 23 kez 20 sayi barajini geçmeyi basardi. Ayrica 6 kere de double-double yapti. Toronto 23 galibiyet, 27 maglubiyet ile %46’lik kazanma orani ile bir takim rekoru kirarken ne yazik ki playoff’lara kalamadi.
Evet, Carter ilk senesinde jeneriklere geçen bir çok harekete imzasini atarken, maç basina ortalama 35 dakika oyunda kalarak 18.3 sayi, 5.7 ribaund, 3.0 asist, 1.54 blok ve 1.1 top çalma ortalamalari ile çaylaklar arasinda sayida ve blokta ilk sirayi alirken, sezonun en iyi rookie oyuncusu ödülüne de 118 oydan 113’ünü -hem de üniversite de hep gölgesinde kaldigi takim arkadasi Jamison’in önünde- alarak ulasti. Carter bir çok inanilmaz hava hareketi ile NBA Action’larin vazgeçilmez oyuncusu olmus, NBA’de aradigi kani bulmustu. Lokavt sirasinda iade edilen sezonluk biletler, Toronto’nun salonu Air Canada’da neredeyse yok satarken, deplasman maçlarinda da Carter’i izlemeye gelen seyirciler sayesinde NBA’in izlenme orani artiyordu.
2000 SLAM DUNK SAMPIYONLUGU
Carter 1999-00 sezonuna firtina gibi girdi. Ilk 8 maçta 25.7 sayi ortalamasini tutturdu. Sezonun 10. maçinda sampiyonluk adaylarindan Lakers’i deplasmanda 111-102 yendikleri maçta 34 sayi, 11 ribaund, 4 asist ile bir kez daha NBA seyircilerinin hayranligini kazandi. Genelde Toronto’nun maçlarini hiç yayinlamayan ulusal kanallar, artik gelen yogun istekleri karsilayabilmek için Carter’in maçlarini yayinlamaya baslamislardi. 14 Ocak’ta 115-110 galip geldikleri Milwaukee maçinda 47 sayi ile ilk defa 40 sayi barajini geçen Carter, 13 Subat’ta ki All-Star maçina kadar oynanan 47 maçta 24.5 sayi ortalamasini tutturdu. Oakland’da düzenlenecek All-Star maçi seçimlerinde bütün NBA yildizlarini geçerek en fazla oyu alan Carter, maçtan bir gün evvel düzenlenen slam dunk yarismasinda da finalde kuzeni Tracy McGrady ve Steve Francis’i geçerek sampiyonluga ulasti. Ilk All-Star maçinda sahaya ilk 5’te çikan Carter, smaç sampiyonasindan enstantaneler sundugu maçta 28 dakika oyunda kaldi ve 12 sayi üretti. All-Star maçindan tam 2 hafta sonra 27 Subat’ta Phoenix’te 103-102 galip geldikleri maçta, 51 sayi ile kariyer rekorunu kirdi. Regular sezonda 25 kere 30 sayi, 63 kere de 20 sayi barajini geçti ve hiç bir maçta 10 sayinin altina düsmedi. Ayrica 9 kere double-double ve 10 Nisan’da Cleveland’a karsi 14 sayi, 11 ribaund ve 10 assist ile ilk triple-double’ini yapti. Sezon sonunda ortalama 38 dakika sahada kalarak çogu maçta hücum da sürükledigi takiminda, %46.5 saha içi, % 40 üç sayi yüzdeleri ile 25.7 sayi, 5.8 ribaund, 3.9 asist, 1.34 top çalma ve 1.12 blok ortalamalarini tutturdu. Bu basarili 82 maçlik regular sezon sonunda, Toronto 45 galibiyet 27 yenilgi ile Dogu Konferansinda 6. sirayi alip, play-off’lara kaliyordu. NBA kariyerinde ki ilk playoff maçini 23 Nisan’da New York’a karsi Madison Square Garden’da oynayan Carter 92-88 kaybettikleri maçta, 16 sayi ve 6 asist üretti. 2. maçta 27 sayi, 7 ribaund, 5 asist’lik performansi 84-83’lük yenilgiyi önleyemezken, Toronto’da oynanan 3. maçta 15 sayi, 8 asist ve 7 ribaund’a ragmen 87-80’lik skorla sezona ilk turda veda etti. Carter, basariya doyamadigi 2000 yilinin yazinda, Sidney’de Dream Team IV ile Olimpiyat Altin madalyasini boynuna takti. Sh**, Kobe, Duncan ve Iverson’dan yoksun bir kadro ile mücadele eden Amerika’nin 8 maç sonunda 118 sayi ile en skorer oyuncusu olan Carter, yari finalde zar zor 85-83 yendikleri Litvanya maçinda 18 sayi ile en skorer oyuncu oldu. Fransa maçinda Frederic Weis’in üzerinden yaptigi smaç ise aylarca konusuldu. Bir çok NBA yazari tarafindan gelmis geçmis en güzel basket olarak degerlendirilen bu smaçin yani sira bir çok muhtesem harekete de imza atan Carter, bu turnuva sayesinde tüm dünya tarafindan taninmaya basladi.
2001 NBA DOGU YARI FINALI
Geçen sezon artan tecrübesi ile Toronto takimini regular sezonda bir klüp rekoru olan 47 galibiyete tasiyan Carter, maç basina 39 dakika oyunda kalarak %46 saha içi, %43 üç sayi yüzdeleri ile 27.5 sayi (lig 5.si), 5.3 ribaund, 3.9 asist, 1.54 top çalma ve 0.85 blok ortalamalari ile tamamladi. Bu ortalamalarla ligin en iyi ikinci takimina seçilen Carter, bir kez daha All-Star oylamasinda en fazla oyu alarak Washington’daki maçta Dogu takiminin ilk 5 inde yer aldi. Maçi 16 sayi ile Iverson ve Bryant’tan sonra en skorer oyuncu olarak tamamlayan Carter, sezon için de 4 kere 40, 31 kere de 30 sayi barajini geç***en, 18 Kasim’da Milwaukee maçinda 48 sayi ile sezonda kendisinin en yüksek skoruna ulasti. Play Off’lar da ilk turda New York’a karsi 5 maçta 22.8 sayi, 7.2 ribaund ortalamalari ile oynarken son 2 maçta muhtesem oyunu ile ilk defa tur atlama sevincini yasadi. Dogu Yari Finalinde rakip Iverson’li Philadelphia’ydi. Seri Iverson ile Carter’in düellosu seklinde geç***en, 1. maçta 35, 3. maçta 50 (13/9 üçlük), 6. maçta ise 39 sayi üretti. Fakat son maçta 20 sayi, 9 asist, 7 ribaund, 3 top çalma, 2 blogu galibiyete yetmedi ve Toronto 2001 NBA ligine Dogu Yari Finalinde elveda dedi. Gösterdigi performans ile bir çok eski NBA oyuncusu ile karsilastirilmaya baslanan Carter, ligin genç yildiz oyuncularindan biri olmustu. Agustos Ayinda 6 yilligina 94 milyon $’a takimi ile tekrardan anlasan Carter, Hakeem Olajuwan’in takima katilmasi ile bir yil evvelki basariyi tekrarlayacaklarini ve hatta geçebileceklerini söylüyordu.
DOGU KONFERANSINDA ZIRVE YARISI
Bu sezon Carter için çok iyi baslamadi. Ilk maçta Orlando karsisinda 11/2 saha içi, 3/0 üçlük ve 7/7 faul ile sadece 11 sayi üretti ve 114-85’lik farkli maglubiyeti önleyemedi. Daha sezonun ilk maçi Carter’in artik siki savunmalarla karsilasacaginin bir belirtisiydi. Gerçekten’de su ana kadar oynanan 43 maçta eski sezonlara göre daha siki savunulan Carter, düsen sut yüzdesine ragmen, artan asist ortalamasi ile takimina 25 galibiyet getirmeyi basardi. 10 Kasim’da Utah’da 14/8 üçlük ile 43 sayi üreten Carter, 7 ve 9 Aralikta ard arda Denver ve Phoenix maçlarinda 42 sayi ile oynadi. Su anda 25.6 ile sayi kralliginda 5. sirada bulunan Carter, 10 Subat’ta Philadelphia’da düzenlenecek All-Star maçi oylamasinda da 1.287.003 oyla bir kez daha ilk sirayi aldi. Michael Jordan, NBA ligine geri döndü. Ama ne yazik ki eski hava hareketleri ile degil. Fakat Jordan’in eski muhtesem smaçlarinin, inanilmaz turnikelerinin, yakini ve belki de daha muhtesemleri, Toronto’nun 15 numarali oyuncusu Vince Lamar Carter ile devam etmekte. Bryant, Iverson, Duncan, Pierce, Garnett, gibi ligin yeni nesil oyuncularinin en basarilisi, henüz sampiyonluk veya bir MVP ödülü almamasindan dolayi belki Carter degil ama, kim ne derse desin ligin en spektaküler, en ilgi çeken ve en çok izlemekten zevk alinan oyuncusu Vince Carter. Yakin gelecekte takima katilacak tecrübeli (ama, Hakeem Olajuwan gibi -eskiden ne kadar basarili olursa olsun- kariyerinin son yillarini yasayan bir oyuncu degil) ve daha yetenekli 1-2 oyuncu ile Toronto, NBA Finaline ulasirsa bunda en büyük pay da Carter’in olacaktir. O da böylelikle gerekli ödüllere ve hatta NBA Sampiyonluk yüzügüne ulasabilir. Ayni Jordan’in ligde ilk 6 yil bekledikten sonra Pippen, Grant gibi oyuncularla sampiyonluga ulastigi gibi…
Re: NBA Oyuncuları'nın Hayat Hikayeleri(İlginç)
KOBE BRYANT
Tam Isim: Kobe Bryant
Uzunluk: 6' 6"
Agirlik: 220 lbs.
Pozisyon: Guard
Dogum Yeri: Philadelphia, Pennsylvania
Dogum tarihi: Agustos 23, 1978
Bitirdigi Okul: Lower Merion (PA)
NBA Takimi: L.A. Lakers
Kobe Bryant, Los Angeles Lakers'da kalarak en azindan simdilik genel menajer Mitch Kupchak'in rahat bir nefes almasini sagladi. Sh**uille O'Neal ise istediginin gerçeklesmesini sagladi ve Miami Heat'e takas oldu. Lakers'da sezon bitiminden bu yana yasanan gelismelerde kazanan kimler oldu? Bizce hiç kimse. Egolarin ön plana çiktigi, "takim" olmanin Detroit Pistons örnegine ragmen unutuldugu bu dönemki gelismeler öncesindeki ortami 3-4 yil sonra h***es çok arayacak. Iste bu döneme damgasini vuranlar, ve niye eski günleri çok arayacaklari.
Mitch Kupchak: NBA tarihine Sh**'i takas eden isim olarak geçti. "Franchise" pivotlarin takaslari NBA tarihi boyunca onlari yollayan yetkilileri hep pisman etmistir. Wilt Chamberlain'i takas edenler, Kareem Abdul Jabbar'i takas edenler bu gerçegi yasamislardir. Mitch Kupchak'de yasayacaktir. Sh**'in boslugunu Vlade Divac veya Erick Dampier'i alarak doldurmaya çalisacak. Ama Sh**'i çok arayacak. Sh** ile gelen 3 sampiyonlugun bir daha yakalanmasinin ne kadar zor oldugunu ögrenecek. Sh**'a saygisi ve Sh**'tan korkusu yok demek mümkün degil. Yoksa onu çok daha iyi bir paket sunan Dallas Mavericks'e takas ederdi. Dirk Nowitzki'yi pakete dahil ettirmek için bu kadar israr etmezdi. Sonuçta Antoine Walker, Paul Pierce ile birlikte çok iyi bir ikili olusturmustu. Kobe Bryant ile birlikte çok daha iyisini yapabilirilerdi. Üstelik sign and trade ile Steve Nash de pakete dahil olup Lakers'in oyun kurucu sikintilarinin yasanmasini en az 2-3 sezon daha erteleyebilirdi. Ama o Sh**'i Bati'da tutmayi göze alamadi. Sh**'i Dogu'ya yolladi. Karsiliginda da daha önce Los Angeles anilari pek de hos olmayan Lamar Odom'i aldi. Odom, Lakers için büyük risk. Çok yetenekli bir oyuncu olmasina karsin, Kobe gibi topun hep kendisinde olmasini istiyor. NBA'de basketbol tek topla oynaniyor. Üstelik Los Angeles sosyal hayati geçmiste onun iki kez uyusturucu ile yakalanmasina neden olmustu. Üçüncü kez bu hatayi yaparsa, ligden ihraç tehlikesi yasayacak. Brian Grant iki dizide sakat, boyu pivot pozisyonu için yetersiz, kontratinin büyüklügü h***esi rahatsiz eden çok sert ve gayretli bir oyuncu. Sh**'in gölgesi bile olamayacak bir uzun olmasi ise ayri bir konu. Heat paketinin son ismi Caron Butler, Kobe-Odom-Devean George, Kareem Rush ve Luke Walton kalabalikligi arasinda ne kadar kendini gösterme sansini bulacak ki? Üstelik Rick Fox'i da saymadik. Butler'in oyunundaki eksikleri de Los Angeles basini gündeme getirmekte hiç gecikmeyecektir. Su anki görüntüsü ile San Antonio Spurs, Minnesota Timberwolves, Sacramento Kings ve transferlerle güçlenen Denver Nuggets ile Utah Jazz'in Lakers'dan daha iyi durumda oldugu bir gerçek. Yani Kupchak'in su anda kazanmasi çok ama çok zor görünüyor.
Phil Jackson: Her ne kadar mutlu görünse de, Zen Master coach olarak NBA tarihinde 10 sampiyonluk yasayan ilk isim olma firsatini kaçirdi. Simdi bir daha bu fisati yakalar mi, yoksa emekli mi kalir bilinmiyor. Ama Jackson'in o onuncu sampiyonlugu istemedigine ve düsünmedigine kimse beni inandiramaz. Jackson belki yakin bir zamanda tekrar bir sampiyonluk yakalayabilecegi bir takimin basina geçebilir. Ama böyle bir takim bulmasida kolay degil.
Kobe Bryant: Umdugunu bulamayan NBA oyuncusu Joe Bryant'in özel olarak yetistirdigi Kobe'ye babasi bir çok konuda önemli katki yapmis. Bunu kimse inkar edemez. Ancak "takim" oyunu olan basketbolun, "ben" bölümünü asamamis. Bu sebeptendir Derek Fisher bile Golden State Warriors'in teklifine evet diyerek Sh**'siz gemiyi t*** ediyor. Kobe, su anda mutlu. Hem NBA'in en büyük kontratina sahip, hem de kendi takimina. Bu da onun için Michael Jordan'dan daha büyük oldugunu gösterme sansi demektir. Ancak Kobe'nin de isi kolay degil. Bir kere mahkeme sorunu halen devam ediyor. Hakimin aldigi son kararlar ise Kobe'nin suçsuz bulunacaginin çantada keklik olmadigini gösteriyor. Lakers'da ise durum çok da farkli degil. Eger bu Lakers takimi her yil en azindan Bati'da bir yari-final oynamazsa fatura Kobe'ye kesilecek. Sonuçta her ne kadar Phil Jackson'in takimdan uzaklastirilmasinda ve Sh**'in takasinda benim hiç bir etkim olmadi desede, buna kimseyi inandiramayacak. Ben dahil. Jackson'siz, Sh**'siz Lakers'da zor günler yasadiginda ise tek sorumlu olarak Kobe gösterilecek.
Rudy Tomjanovich: Houston Rockets ile 2 kez NBA sampiyonlugu yasayan Rudy T, egolari idare etmek konusunda Jackson kadar basarili olmasa da, ün yapmis bir isimdi. Lakers'a evet d***en, Sh** ile Kobe'nin arasini nasil yaparim diye kafa yorurken, simdi Kobe-Odom kapismasin diye ter dökecek. Ikisi arasinda çok fark var degil mi? Rockets'da her ne kadar Kobe'nin sevdigi hürrüyeti dis oyuncularina tanidiysa da, pivot olarak Hakeem Olajuwon'a sahipti. Benzer bir hayal ile Lakers'a geldi. Simdiki pivotlarinin hepsi power forvetten dönme. Brian Grant, Horace Grant, Stanislav Medvedenko ve Brian Cook. Üstelik hepsini toplasan bir tane pivot etmiyor. Nedense Grant x 2, Wallace x2 ile ayni havayi tasimiyor. Bence, Rudy T ile ilgili en dogru yorumu Sh** yapti. Sh**, "Rudy'i severim ve onun için üzülüyorum. Çünkü ben orada olmayacagim." yorumunu yapmisti.
Sh**uille O'Neal: Istedigini elde etti ve "saygi görmedigi" Lakers'dan ayrilarak saygi görecegi Miami Heat' takas oldu. Dogu Yakasi da bu transferle (Detroit Pistons'in sampiyonlugunu da unutmuyoruz) birden bire Sh**'in aradiginin benzeri bir saygiyi kazandi. Artik NBA ile NBDL arasindaki yaka sakalari olmayacak. Ama Sh**, Heat'de gerçekten mutlu olabilecek mi? Esasinda bu biraz da Sh**'in elinde. Ama çogunlukla degil. Sh**, uzun bir aradan sonra bu yazi iyi degerlendirirse, sezona formda, fazla kilolarindan kurtulmus (Orlando Magic'te forma giydigi günleri size hatirlatalim dedik) ve saglikli bir sekilde girerse, Lakers'dan dislanmis olmanin verdigi motivasyonla Heat'i bir anda NBA Finalleri adaylari arasina koyar. Bunu söyl***en, Heat koçu Stan Van Gundy'nin (Ne de olsa Patrick Ewing ve Yao Mig'in koçu Jeff'in kardesi) Sh**'a en uygun sistemi bulacagini tahmin ediyoruz. Ama iste sorunda burada. Heat'in elle tutulur diger tek oyuncusu olan Dwyane Wade "öbür" sisteme daha uygundu. Su anda birakin sistemi, play-off'lara uygun kaç tane oyuncu var Heat'in kadrosunda? Toronto Raptors ile free agent olarak anlasan Skip To My Lou ve Lakers'a giden 3 oyucu bu takimin çekirdigi degil miydi? NBA tek pota ve ikiye iki oynanan bir lig olsaydi, Sh**'in Miami'yi zirveye tasiyacagi konusunda fazla tereddüttümüz olmazdi. Ama NBA öyle degil. 82 maçlik bir maraton ve ardindan sansliysaniz ve iyiseniz play-off'lar. Simdi Sh** oyuncu bulmaya çalisacak. Eski dostlarindan Robert Horry ve Karl Malone'a seslenecek. Ayrica Toni Kukoc, Steven Smith ve Lindsey Hunter gibi kendi jenerasyonuna yakin ve onun oyununa saygi gösterecek isimleri Heat'e çekmeye çalisacak. Bir veya iki genç ikinci veya üçüncü derece free agentlari (Mike James, Bob Sura) da daha az paraya sampiyonluk yüzügüne oynamak konusunda etkilemeye çalisacak. Ama Sh**'in sikintilari olacaktir. Çünkü onun bu tekliflerini kabullenme ihtimalleri en yüksek olanlar 30 yasin üstünde. Hem de çok üstünde. Eski yeteneklerinin önemli bir bölümünü yitirmis olmanin yani sira, lig maratonunu kaldiracak durumda degiller. H***es play-off'larda Malone ve Horry'nin ne yasadiklarini hatirlayacaktir. Sh** da eski günleri hatirlayarak, keske diyecektir. Keskeh***es egolarini hakim olup çenelerini tutabilseydi diyecektir. Emekliligi yaklasirken, Kareem Abdul Jabbar'n genç bir Ervin "Magic" Johnson'a yol verdigi gibi ben de Kobe'ye yol verebilseydim diyecektir. Sonra biraz daha düsünüp, Magic'te her zaman Kareem'e gereken saygiyi göstermistir diyerek, belki de hiç pisman olmayacaktir.
Pat Riley: Su anda kazanmis gözüküyor. Brian Grant'in igrenç kontratindan kurtuldu. Bir de Eddie Jones'a bir alici bulabilse (!). Bir dakika..Jones'un su anda takimda alternatifi bile yok. Neyse! Miami'de müthis bir heyecan firtinasi basladi ve Sh** sayesinde sezonluk bilet satislarinda müthis bir patlama var. Sezon içinde de Sh** saglam ise DetroitPistons ve Indiana Pacers'a kök söktürürken havasindan geçilmeyecektir. Bir de hersey yolunda gider de bir Dogu Final, ya da hersey mükemme gider de bir NBA Finali, hatta niye olmasin bir NBA sampiyonlugu diye düsünerek bu sezonu rahat geçirebilir. Ama buparanin bir tarafi. Ya gelecek sezon, Sh** kendisinin dört gözle bekedigi yeni kontrattan söz etmeye baslayinca? Ya kontrat kelimesiyle baslayan cümleler saygi kelimesini de içermeye yönelince. En iyi yillarini çoktan geride birakmis, sagligi ve kilosu soru isareti olan birine Riley milyonlarca dolar ödemek için köseye sikistirilinca. Ya o zaman? Yok, yok... Riley kisa vade de kazansa da, uzun vade de kazanmasi çok zor.
Lamar Odom-Brian Grant-Caron Butler: Brezilya dizisini andiran Hollywood'un takimi Lakers'da Kobe ile yan yana oynamanin ne kadar zor oldugunu anlamalari çok uzun sürmeyebilir. Özellikle topu seven Odom ve Butler için bu geçerli. Bir de Jack Nicholson bunladan birisini kafaya takarsa, iste o zaman isleri gerçekten çok zor olur. Özellikle bu yil çok güzel bir çikis yakalayan ve All-Star olacagi günlerin pekuzakta olmadigi gözlenen Odom için üzülmemek elde degil
Tam Isim: Kobe Bryant
Uzunluk: 6' 6"
Agirlik: 220 lbs.
Pozisyon: Guard
Dogum Yeri: Philadelphia, Pennsylvania
Dogum tarihi: Agustos 23, 1978
Bitirdigi Okul: Lower Merion (PA)
NBA Takimi: L.A. Lakers
Kobe Bryant, Los Angeles Lakers'da kalarak en azindan simdilik genel menajer Mitch Kupchak'in rahat bir nefes almasini sagladi. Sh**uille O'Neal ise istediginin gerçeklesmesini sagladi ve Miami Heat'e takas oldu. Lakers'da sezon bitiminden bu yana yasanan gelismelerde kazanan kimler oldu? Bizce hiç kimse. Egolarin ön plana çiktigi, "takim" olmanin Detroit Pistons örnegine ragmen unutuldugu bu dönemki gelismeler öncesindeki ortami 3-4 yil sonra h***es çok arayacak. Iste bu döneme damgasini vuranlar, ve niye eski günleri çok arayacaklari.
Mitch Kupchak: NBA tarihine Sh**'i takas eden isim olarak geçti. "Franchise" pivotlarin takaslari NBA tarihi boyunca onlari yollayan yetkilileri hep pisman etmistir. Wilt Chamberlain'i takas edenler, Kareem Abdul Jabbar'i takas edenler bu gerçegi yasamislardir. Mitch Kupchak'de yasayacaktir. Sh**'in boslugunu Vlade Divac veya Erick Dampier'i alarak doldurmaya çalisacak. Ama Sh**'i çok arayacak. Sh** ile gelen 3 sampiyonlugun bir daha yakalanmasinin ne kadar zor oldugunu ögrenecek. Sh**'a saygisi ve Sh**'tan korkusu yok demek mümkün degil. Yoksa onu çok daha iyi bir paket sunan Dallas Mavericks'e takas ederdi. Dirk Nowitzki'yi pakete dahil ettirmek için bu kadar israr etmezdi. Sonuçta Antoine Walker, Paul Pierce ile birlikte çok iyi bir ikili olusturmustu. Kobe Bryant ile birlikte çok daha iyisini yapabilirilerdi. Üstelik sign and trade ile Steve Nash de pakete dahil olup Lakers'in oyun kurucu sikintilarinin yasanmasini en az 2-3 sezon daha erteleyebilirdi. Ama o Sh**'i Bati'da tutmayi göze alamadi. Sh**'i Dogu'ya yolladi. Karsiliginda da daha önce Los Angeles anilari pek de hos olmayan Lamar Odom'i aldi. Odom, Lakers için büyük risk. Çok yetenekli bir oyuncu olmasina karsin, Kobe gibi topun hep kendisinde olmasini istiyor. NBA'de basketbol tek topla oynaniyor. Üstelik Los Angeles sosyal hayati geçmiste onun iki kez uyusturucu ile yakalanmasina neden olmustu. Üçüncü kez bu hatayi yaparsa, ligden ihraç tehlikesi yasayacak. Brian Grant iki dizide sakat, boyu pivot pozisyonu için yetersiz, kontratinin büyüklügü h***esi rahatsiz eden çok sert ve gayretli bir oyuncu. Sh**'in gölgesi bile olamayacak bir uzun olmasi ise ayri bir konu. Heat paketinin son ismi Caron Butler, Kobe-Odom-Devean George, Kareem Rush ve Luke Walton kalabalikligi arasinda ne kadar kendini gösterme sansini bulacak ki? Üstelik Rick Fox'i da saymadik. Butler'in oyunundaki eksikleri de Los Angeles basini gündeme getirmekte hiç gecikmeyecektir. Su anki görüntüsü ile San Antonio Spurs, Minnesota Timberwolves, Sacramento Kings ve transferlerle güçlenen Denver Nuggets ile Utah Jazz'in Lakers'dan daha iyi durumda oldugu bir gerçek. Yani Kupchak'in su anda kazanmasi çok ama çok zor görünüyor.
Phil Jackson: Her ne kadar mutlu görünse de, Zen Master coach olarak NBA tarihinde 10 sampiyonluk yasayan ilk isim olma firsatini kaçirdi. Simdi bir daha bu fisati yakalar mi, yoksa emekli mi kalir bilinmiyor. Ama Jackson'in o onuncu sampiyonlugu istemedigine ve düsünmedigine kimse beni inandiramaz. Jackson belki yakin bir zamanda tekrar bir sampiyonluk yakalayabilecegi bir takimin basina geçebilir. Ama böyle bir takim bulmasida kolay degil.
Kobe Bryant: Umdugunu bulamayan NBA oyuncusu Joe Bryant'in özel olarak yetistirdigi Kobe'ye babasi bir çok konuda önemli katki yapmis. Bunu kimse inkar edemez. Ancak "takim" oyunu olan basketbolun, "ben" bölümünü asamamis. Bu sebeptendir Derek Fisher bile Golden State Warriors'in teklifine evet diyerek Sh**'siz gemiyi t*** ediyor. Kobe, su anda mutlu. Hem NBA'in en büyük kontratina sahip, hem de kendi takimina. Bu da onun için Michael Jordan'dan daha büyük oldugunu gösterme sansi demektir. Ancak Kobe'nin de isi kolay degil. Bir kere mahkeme sorunu halen devam ediyor. Hakimin aldigi son kararlar ise Kobe'nin suçsuz bulunacaginin çantada keklik olmadigini gösteriyor. Lakers'da ise durum çok da farkli degil. Eger bu Lakers takimi her yil en azindan Bati'da bir yari-final oynamazsa fatura Kobe'ye kesilecek. Sonuçta her ne kadar Phil Jackson'in takimdan uzaklastirilmasinda ve Sh**'in takasinda benim hiç bir etkim olmadi desede, buna kimseyi inandiramayacak. Ben dahil. Jackson'siz, Sh**'siz Lakers'da zor günler yasadiginda ise tek sorumlu olarak Kobe gösterilecek.
Rudy Tomjanovich: Houston Rockets ile 2 kez NBA sampiyonlugu yasayan Rudy T, egolari idare etmek konusunda Jackson kadar basarili olmasa da, ün yapmis bir isimdi. Lakers'a evet d***en, Sh** ile Kobe'nin arasini nasil yaparim diye kafa yorurken, simdi Kobe-Odom kapismasin diye ter dökecek. Ikisi arasinda çok fark var degil mi? Rockets'da her ne kadar Kobe'nin sevdigi hürrüyeti dis oyuncularina tanidiysa da, pivot olarak Hakeem Olajuwon'a sahipti. Benzer bir hayal ile Lakers'a geldi. Simdiki pivotlarinin hepsi power forvetten dönme. Brian Grant, Horace Grant, Stanislav Medvedenko ve Brian Cook. Üstelik hepsini toplasan bir tane pivot etmiyor. Nedense Grant x 2, Wallace x2 ile ayni havayi tasimiyor. Bence, Rudy T ile ilgili en dogru yorumu Sh** yapti. Sh**, "Rudy'i severim ve onun için üzülüyorum. Çünkü ben orada olmayacagim." yorumunu yapmisti.
Sh**uille O'Neal: Istedigini elde etti ve "saygi görmedigi" Lakers'dan ayrilarak saygi görecegi Miami Heat' takas oldu. Dogu Yakasi da bu transferle (Detroit Pistons'in sampiyonlugunu da unutmuyoruz) birden bire Sh**'in aradiginin benzeri bir saygiyi kazandi. Artik NBA ile NBDL arasindaki yaka sakalari olmayacak. Ama Sh**, Heat'de gerçekten mutlu olabilecek mi? Esasinda bu biraz da Sh**'in elinde. Ama çogunlukla degil. Sh**, uzun bir aradan sonra bu yazi iyi degerlendirirse, sezona formda, fazla kilolarindan kurtulmus (Orlando Magic'te forma giydigi günleri size hatirlatalim dedik) ve saglikli bir sekilde girerse, Lakers'dan dislanmis olmanin verdigi motivasyonla Heat'i bir anda NBA Finalleri adaylari arasina koyar. Bunu söyl***en, Heat koçu Stan Van Gundy'nin (Ne de olsa Patrick Ewing ve Yao Mig'in koçu Jeff'in kardesi) Sh**'a en uygun sistemi bulacagini tahmin ediyoruz. Ama iste sorunda burada. Heat'in elle tutulur diger tek oyuncusu olan Dwyane Wade "öbür" sisteme daha uygundu. Su anda birakin sistemi, play-off'lara uygun kaç tane oyuncu var Heat'in kadrosunda? Toronto Raptors ile free agent olarak anlasan Skip To My Lou ve Lakers'a giden 3 oyucu bu takimin çekirdigi degil miydi? NBA tek pota ve ikiye iki oynanan bir lig olsaydi, Sh**'in Miami'yi zirveye tasiyacagi konusunda fazla tereddüttümüz olmazdi. Ama NBA öyle degil. 82 maçlik bir maraton ve ardindan sansliysaniz ve iyiseniz play-off'lar. Simdi Sh** oyuncu bulmaya çalisacak. Eski dostlarindan Robert Horry ve Karl Malone'a seslenecek. Ayrica Toni Kukoc, Steven Smith ve Lindsey Hunter gibi kendi jenerasyonuna yakin ve onun oyununa saygi gösterecek isimleri Heat'e çekmeye çalisacak. Bir veya iki genç ikinci veya üçüncü derece free agentlari (Mike James, Bob Sura) da daha az paraya sampiyonluk yüzügüne oynamak konusunda etkilemeye çalisacak. Ama Sh**'in sikintilari olacaktir. Çünkü onun bu tekliflerini kabullenme ihtimalleri en yüksek olanlar 30 yasin üstünde. Hem de çok üstünde. Eski yeteneklerinin önemli bir bölümünü yitirmis olmanin yani sira, lig maratonunu kaldiracak durumda degiller. H***es play-off'larda Malone ve Horry'nin ne yasadiklarini hatirlayacaktir. Sh** da eski günleri hatirlayarak, keske diyecektir. Keskeh***es egolarini hakim olup çenelerini tutabilseydi diyecektir. Emekliligi yaklasirken, Kareem Abdul Jabbar'n genç bir Ervin "Magic" Johnson'a yol verdigi gibi ben de Kobe'ye yol verebilseydim diyecektir. Sonra biraz daha düsünüp, Magic'te her zaman Kareem'e gereken saygiyi göstermistir diyerek, belki de hiç pisman olmayacaktir.
Pat Riley: Su anda kazanmis gözüküyor. Brian Grant'in igrenç kontratindan kurtuldu. Bir de Eddie Jones'a bir alici bulabilse (!). Bir dakika..Jones'un su anda takimda alternatifi bile yok. Neyse! Miami'de müthis bir heyecan firtinasi basladi ve Sh** sayesinde sezonluk bilet satislarinda müthis bir patlama var. Sezon içinde de Sh** saglam ise DetroitPistons ve Indiana Pacers'a kök söktürürken havasindan geçilmeyecektir. Bir de hersey yolunda gider de bir Dogu Final, ya da hersey mükemme gider de bir NBA Finali, hatta niye olmasin bir NBA sampiyonlugu diye düsünerek bu sezonu rahat geçirebilir. Ama buparanin bir tarafi. Ya gelecek sezon, Sh** kendisinin dört gözle bekedigi yeni kontrattan söz etmeye baslayinca? Ya kontrat kelimesiyle baslayan cümleler saygi kelimesini de içermeye yönelince. En iyi yillarini çoktan geride birakmis, sagligi ve kilosu soru isareti olan birine Riley milyonlarca dolar ödemek için köseye sikistirilinca. Ya o zaman? Yok, yok... Riley kisa vade de kazansa da, uzun vade de kazanmasi çok zor.
Lamar Odom-Brian Grant-Caron Butler: Brezilya dizisini andiran Hollywood'un takimi Lakers'da Kobe ile yan yana oynamanin ne kadar zor oldugunu anlamalari çok uzun sürmeyebilir. Özellikle topu seven Odom ve Butler için bu geçerli. Bir de Jack Nicholson bunladan birisini kafaya takarsa, iste o zaman isleri gerçekten çok zor olur. Özellikle bu yil çok güzel bir çikis yakalayan ve All-Star olacagi günlerin pekuzakta olmadigi gözlenen Odom için üzülmemek elde degil
Re: NBA Oyuncuları'nın Hayat Hikayeleri(İlginç)
KEVİN GARNETT
Tam Ismi: Kevin Garnett
Boy: 6" 11
Agirlik: 220 lbs.
Pozisyonower Foward
Dogum Yeri: Mauldin, South Carolina
Dogum Tarihi: Mayis 19, 1976
Bitirdigi Okul: None
NBA Team: Minnesota Timberwolves
Adam Olacak Çocuk
Kevin Maurice Garnett, 19 Mayis 1976’da Mauldin-Güney Carolina’da dogdu. KG çocukken birazcik sokakta gezen belali tiplerden de olsa (Okulda beyaz bir çocugun bileginin kirildigi bir kavgaya karistigi için tutuklanmisti) genelde vaktinin çogunu idolü Magic Johnson gibi iyi bir basketbolcu olabilmek için Springfield Park’ta basketbol oynayarak geçiriyordu. Hatta Kevin, kendisini basketbola o kadar kaptiriyordu ki yaninda biri olsun ya da olmasin çogu kez gece yarisina kadar parkta kalarak sut atmaktaydi. Kevin’in öz babasi O’Lewis McCullough da tam anlamiyla bir basketbol delisiydi. KG’nin üvey babasi ise onun basketbol oynamasina pek de sicak bakmiyordu. Annesi Shirley Irby Garnett de çocugunun basketbol gibi “bos isler” ile ugrasacagina oturup ders çalisarak üniversiteye gitmesini arzulamaktaydi. Ama KG’nin okul ve derslerle arasi pek iyi degildi. Onun tek yapmak istedigi basketbol oynamakti. Bu yüzden Kevin, h***esten gizli olarak lisesinin basketbol takimi Mauldin Mavericks’te oynamaya basladi. Kevin’in ailesinin ise bundan haberi yoktu. Ögrendiklerinde de çoktan is isten geçmis ve Garnett maçlara çikmaya baslamisti. Artik Kevin’in basketbol oynamasinin engellenemeyecegi asikardi. Üstelik Kevin, bu oyunu gayet de iyi oynuyordu. Lisedeki ikinci yilinda KG’nin ünü giderek yayilmaya basladi. Garnett’in maçlarini kaçirmak istemeyen insanlar Mauldin Lisesi’nin salonuna akin ederek onun basketbol sovunu izliyordu. KG, o günlerde basketbol vasitasiyla Stephon Marbury isminde New York’lu bir genç ile tanisiyor ve ikilinin arasindaki dostluk, kisa zamanda adeta iki kardesin iliskisine dönüsüyordu. KG, Güney Carolina’da Mauldin Lisesinde “Mr.Basketball” seçildikten sonra son sinifta Chicago, Illinois Eyaleti’ndeki Farragut Akademisi’ne geçmek zorunda kalmisti. 1995 sezonunda %66.6 sut yüzdesi ile 25.2 sayi, 17.6 ribaund, 6.7 asist ve 6.5 blok ortalamariyla oynayarak, spektaküler smaçlari ile adini duyuran ama ne yazik ki kötü bir trafik kazasi sonucunda bir lise efsanesi olmaktan öteye gidemeyen Ronnie Fields (1996’da Amerikanin en iyi bes lise oyuncusundan biri olarak seçilmisti) ile birlikte takimini 28-2’lik bir seride sirtlayan oyuncu olurken Amerika’nin en yüksek tirajli gazetelerinden USA TODAY tarafindan yilin basketbol oyuncusu olarak seçilirken, Parade ve Slam Dergilerince de Amerika’daki en iyi bes lise oyuncusundan biri olarak gösterildi. Kevin’in Brooklyn’li kankasi Steph ise Parade tarafindan 1995 yilinin en iyi lise oyuncusu seçilmisti. Garnett, Springfield'da düzenlenen birinci Nike Hoop Summit turnuvasinda, Amerikan Genç Milli takima davet edildi ve ilk defa Amerikan Ulusal formasini giydi. Yapilan maçta Amerikan Genç Milli Takimi, uluslararasi oyunculardan olusan karma takimi zor da olsa 86-77 maglup ed***en KG, 10 sayi, 10 ribaund ve 9 blokla triple-double'i kil payi kaçiriyordu. (1999'da KG, Porto Riko’da düzenlenen Amerika Kitasi Olimpiyat elemelerinde ikinci kez milli formayi giyme sansini yakaladi. KG'li Amerikan Milli takimi, 11 günde çiktigi 10 maçin 10'unda da galip gelerek altin madalyaya uzanirken, Garnett 11.9 sayi, 7.0 ribaund, 1.9 asist, 2.2 blok ve 1.7 top çalma ortalamalari ile Gary Payton, Tim Duncan ve Jason Kidd ile birlikte takima kattigi yüksek enerji ve nefes kesen smaçlariyla seyircilerin begenisini toplamisti) Tekrar KG’nin Lise son siniftaki son günlerine dönelim. KG, Ron Mercer, Shareef Abdur-Rahim ve Stephon Marbury gibi ülkenin en iyi lise oyuncularini karsi karsiya getiren St.Louis’deki 1995 McDonalds All-American maçinda 18 sayi, 11 ribaund, 4 asist ve 3 blok üreterek, Most Outstanding Player ödülünü kucaklarken (1995 McDonalds All-American maçinda oynayan ve simdi NBA’de forma giyen diger oyuncular: Kobe Bryant, Vince Carter, Paul Pierce, Chauncey Billups, Antawn Jamison ve Robert Traylor) ardinda toplam 2533 sayi, 4807 ribaund ve 739 blokluk bir lise kariyeri birakiyordu. Normal sartlar altinda Kevin Garnett çapinda bir oyuncuyu kapmak için çogu NCAA takimi kiyasiya bir yarisa girerdi (KG’nin NCAA’de oynayamiyacagi belli olmadan önce Michigan, Michigan State, DePaul, North Carolina ve Illinois üniversiteleri ile görüstügü söyleniyordu) ama Kevin, son SAT sinavinda kaldiginda artik koleje kabul edilme ihtimali ortadan kalkmisti. Iste bu yüzden artik sansini NBA’de denemeye karar verecekti.
Kuzu Postuna Bürünen Timberwolves’un Hain Plani!!..
1995 NBA Draftina; Jerry Stackhouse, Rasheed Wallace, Antonio McDyess, Joe Smith, Damon Stoudemire ve Michael Finley gibi bir çok bomba isim katildigindan Kevin Garnett’in kaçinci siradan seçilecegi merak konusuydu. Çünkü 1975 Draftinda Philadelphia tarafindan 5.siradan seçilen Darryl Dawkins’den tam 20 yil sonra ilk defa bir Lise oyuncusu NBA draftinda seçilme sansina sahipti. (NBA tarihinde, üniversitede oynamadan liseden direk lige katilan ilk oyuncu efsanevi Moses Malone’dur. NBA Draftinda 1.siradan seçilen ilk liseli oyuncu ise 2001’de Washington Wizards tarafindan seçilen Kwame Brown’dur) Bu sirada Minnesota’nin basketbol faaliyetlerinden sorumlu baskan yardimcisi eski Celtics efsanelerinden Kevin McHale ve takimin coach’u Flip Saunders, Timberwolves için ilginç bir draft stratejisi belirlemisti. Ortaliga Kevin Garnett’in bulunmaz bir Hint kumasi olduguna ve onu kesinlikle kaçirmayacaklarina dair söylentiler yayacaklardi. Böylelikle spekülasyonlara aldanip panige kapilan takimlardan birinin “Bu adamlarin kesin bir bildigi vardir!! Biz elimizi bunlardan önce tutalim da su çocugu alalim” diye Garnett’i seçecegini ümit ediyorlardi. Hayallerindeki oyuncu ise North Carolina’da Michael Jordan’in tahtina aday gösterilen skorer guard- forvet Jerry Stackhouse idi. McHale ve Saunders planlarinin tikir tikir isleyecegini, bu sekilde de diger takimlari “kekleyerek” Stack’in dogrudan kucaklarina düsmesini saglayacaklarini hesaplamaktaydi.
“Flip eger bu çocuk basaramazsa ikimiz de kovuluruz!!” Kevin McHale
Ama Garnett, Minnesota’nin planlarini çöpe atan isim oldu. O güne kadar bir tek Minnesota yetkilisi bile Garnett’i izlemeye gitmemisti. Bu yüzden KG’nin nasil bir oyuncu olduguna dair en ufak bir fikirleri bile yoktu. Garnett, Chicago’da çiktigi bir work-out’ta öyle bir basketbol sovu sundu ki Saunders ve McHale salondan ayrilirken ikisinin de agzi açik kalmisti. Tam salonun disina çiktiklarinda Saunders döndü ve McHale’e sunlari söyledi: “Kevin bu çocugu alacagimizi kimse bilmemeli!! Eger onu 5.sirada alabilirsek sansliyiz.” Bir önceki sezonda ancak 21 galibiyet alabilen Timberwolves için yazarlar, takimi çekip çevirebilecek ve kendisini NCAA’de ispatlamis Damon Stoudemire gibi bir guard’a ihtiyaç duyuldugunu yazmaktaydi. Birakin Garnett gibi daha olgunlasmamis bir lise oyuncusunu Jerry Stackhouse’un bile bir kumar olabilecegini iddia ediyorlardi. Yani Garnett gibi uzun yillara yayilmasi gereken bir draft planinin baslangici, degil kumar oynamak intiharin ta kendisiydi!! Drafttan evvel McHale, Saunder’s söyle dedi: “Flip eger bu çocuk basaramazsa ikimiz de kovuluruz!!” Draft gecesinde Maryland’li Joe Smith (ki gelecek yillarda Minnesota’yla usulsüz anlasma yaparak Timberwolves’un basini oldukça agritacakti) 1.sirada Golden State tarafindan seçiliyordu. Clippers hakkini Antonio McDyess’dan, Sixers Jerry Stackhouse’tan ve Washington da Rasheed Wallace’tan yana kullanmisti. Besinci siradaki Timberwolves’ta ise McHale ve Saunders, Garnett’i kaçirmamanin getirdigi rahatlikla oldukça derin bir nefes aliyordu. Minneapolis Lakers’tan Minnesota Timberwolves’a… Minnesota, 1989-90 sezonunda Orlando Magic’le beraber NBA’e katildiginda, Minneapolis ikinci kez bir NBA takimina ev sahipligi yapma sansini yakalamisti. Sehrin ilk NBA takimi ise daha sonra Los Angeles’a tasinacak olan ve George Mikan ve Elgin Baylor gibi efsanevi isimlerin oynadigi Minneapolis Lakers idi. Timberwolves bir anda Minnesota’ya yeni bir heyecan getirdiyse de takimin aldigi kötü sonuçlar ve genelde sezonu hep 3 asagi 5 yukari 20 galibiyet alarak tamamlamalari neticesinde heyecan duygusu yerini hayal kirikligina birakti. Minnesota o kadar kötü bir takimdi ki hatirlarim babam, ben 12-13 yasimdayken bana televizyona baglanan oyunlardan almisti. Tabii o zamanlar simdiki gibi playstation falan yok. Benim de favori oyunum binbir güçlükle buldugum “dandik” bir NBA oyunuydu. Oyunun tasarimcisi Çinli programci, fanatik bir Knicks taraftari ve Starks hayrani oldugu için John Starks oyundaki en iyi oyuncu olarak tasarlanmisti. Ben de New York Knicks’in karsisina “ezik” Minnesota’yi alip John Starks’a 50 üçlük attirmaya ya da Patrick Ewing’e 40 blok yaptirmaya ugrasirdim. Iste Kevin Garnett geldikten sonra Minnesota’nin oyunlara bile yansiyan bu makus talihi tersine döndü. Dikkat Koca Köpek Var!! Garnett gerçek anlamda ilk profesyonel maçina Milwaukee Bucks karsisinda çikti. KG bu maçi söyle anlatiyor: “Ilk maçimda karsimda Glenn “Big Dog” Robinson vardi. Baslarda maç oldukça keyifliydi. Çünkü posterleri odamin duvarlarini süsleyen biri karsisinda oynamak bana heyecan veriyordu. Ama maç ilerledikçe çabuk ögrenmek zorunda kaldim. Big Dog bazi pozisyonlarda gerçekten bana günümü gösterdi. Ama ikinci karsilasmamizda intikamimi aldim. Çünkü bu kez hazirlikliydim. Rövansta 6 kez Bucks potasina bastim. Ayrica koca köpegi de %34 sut yüzdesiyle oynattim. Daha ne isteyebilirdim ki!!” Garnett kariyerinin ilk üç ayina takimin yedek kisa forveti olarak basladi. (Bu aradaGarnett’e de kisa forvet diyoruz ya insaf, adam 2.11!!) Bu 3 aylik sürede ise 6.2 sayi ve 3.8 ribaund ortalamalari ile oynuyordu. Hatirlayacaksiniz, geçtigimiz aylarda Kenny Smith ve Charles Barkley’in Yao Ming hakkinda girdikleri iddia ve Sir Charles’in bir essegin oldukça nazik bir kismina buse kondurmasiyla neticelenen olaylar, Smith’in Ming hakkinda yorum yaparken KG’nin de ilk aylarinda pek parlak bir performans ortaya koyamadigini ama sonra kendisini yavas yavas toparladigini hatirlatmasiyla baslamisti. Gerçekten de Garnett, kendisine ilk beste yer bulmaya basladigi Ocak ayinda aniden ortalamalarini 14.0 sayi ve 8.4 ribaund’a çikardi. All-Star haftasonunda çaylaklar takimina da seçilen KG, Bati takimi hanesine 8 sayi, 6 asist, 4 ribaund ekl***en Dogu takiminda Damon Stoudemire ve Jerry Stackhouse etkili oyunlariyla takimlarini 94-92’lik skorla Bati karsisinda galibiyete tasiyordu. KG çaylak sezonunda 10.4 sayi ve 6.3 ribaund ortalamalari ile oynayip NBA’in en iyi ikinci çaylak takimina (All Rookie Second Team) seçildi. Ama Minnesota KG’nin katkisina ragmen bir kez daha 20’li galibiyetlerden kurtulamamisti.
“Kevin hep 2.13’e ulasirsa onu pivot olarak oynatip Sh** gibi uzunlarin üzerine salacagimi zannettigi için boyunun birazcik daha uzamasindan ödü kopuyordu. Onu 3 numarada oynatip rakiplere kan kusturmak varken hiç pivot oynatacak kadar budala olabilir miyim??” Flip Saunders
Tam Ismi: Kevin Garnett
Boy: 6" 11
Agirlik: 220 lbs.
Pozisyonower Foward
Dogum Yeri: Mauldin, South Carolina
Dogum Tarihi: Mayis 19, 1976
Bitirdigi Okul: None
NBA Team: Minnesota Timberwolves
Adam Olacak Çocuk
Kevin Maurice Garnett, 19 Mayis 1976’da Mauldin-Güney Carolina’da dogdu. KG çocukken birazcik sokakta gezen belali tiplerden de olsa (Okulda beyaz bir çocugun bileginin kirildigi bir kavgaya karistigi için tutuklanmisti) genelde vaktinin çogunu idolü Magic Johnson gibi iyi bir basketbolcu olabilmek için Springfield Park’ta basketbol oynayarak geçiriyordu. Hatta Kevin, kendisini basketbola o kadar kaptiriyordu ki yaninda biri olsun ya da olmasin çogu kez gece yarisina kadar parkta kalarak sut atmaktaydi. Kevin’in öz babasi O’Lewis McCullough da tam anlamiyla bir basketbol delisiydi. KG’nin üvey babasi ise onun basketbol oynamasina pek de sicak bakmiyordu. Annesi Shirley Irby Garnett de çocugunun basketbol gibi “bos isler” ile ugrasacagina oturup ders çalisarak üniversiteye gitmesini arzulamaktaydi. Ama KG’nin okul ve derslerle arasi pek iyi degildi. Onun tek yapmak istedigi basketbol oynamakti. Bu yüzden Kevin, h***esten gizli olarak lisesinin basketbol takimi Mauldin Mavericks’te oynamaya basladi. Kevin’in ailesinin ise bundan haberi yoktu. Ögrendiklerinde de çoktan is isten geçmis ve Garnett maçlara çikmaya baslamisti. Artik Kevin’in basketbol oynamasinin engellenemeyecegi asikardi. Üstelik Kevin, bu oyunu gayet de iyi oynuyordu. Lisedeki ikinci yilinda KG’nin ünü giderek yayilmaya basladi. Garnett’in maçlarini kaçirmak istemeyen insanlar Mauldin Lisesi’nin salonuna akin ederek onun basketbol sovunu izliyordu. KG, o günlerde basketbol vasitasiyla Stephon Marbury isminde New York’lu bir genç ile tanisiyor ve ikilinin arasindaki dostluk, kisa zamanda adeta iki kardesin iliskisine dönüsüyordu. KG, Güney Carolina’da Mauldin Lisesinde “Mr.Basketball” seçildikten sonra son sinifta Chicago, Illinois Eyaleti’ndeki Farragut Akademisi’ne geçmek zorunda kalmisti. 1995 sezonunda %66.6 sut yüzdesi ile 25.2 sayi, 17.6 ribaund, 6.7 asist ve 6.5 blok ortalamariyla oynayarak, spektaküler smaçlari ile adini duyuran ama ne yazik ki kötü bir trafik kazasi sonucunda bir lise efsanesi olmaktan öteye gidemeyen Ronnie Fields (1996’da Amerikanin en iyi bes lise oyuncusundan biri olarak seçilmisti) ile birlikte takimini 28-2’lik bir seride sirtlayan oyuncu olurken Amerika’nin en yüksek tirajli gazetelerinden USA TODAY tarafindan yilin basketbol oyuncusu olarak seçilirken, Parade ve Slam Dergilerince de Amerika’daki en iyi bes lise oyuncusundan biri olarak gösterildi. Kevin’in Brooklyn’li kankasi Steph ise Parade tarafindan 1995 yilinin en iyi lise oyuncusu seçilmisti. Garnett, Springfield'da düzenlenen birinci Nike Hoop Summit turnuvasinda, Amerikan Genç Milli takima davet edildi ve ilk defa Amerikan Ulusal formasini giydi. Yapilan maçta Amerikan Genç Milli Takimi, uluslararasi oyunculardan olusan karma takimi zor da olsa 86-77 maglup ed***en KG, 10 sayi, 10 ribaund ve 9 blokla triple-double'i kil payi kaçiriyordu. (1999'da KG, Porto Riko’da düzenlenen Amerika Kitasi Olimpiyat elemelerinde ikinci kez milli formayi giyme sansini yakaladi. KG'li Amerikan Milli takimi, 11 günde çiktigi 10 maçin 10'unda da galip gelerek altin madalyaya uzanirken, Garnett 11.9 sayi, 7.0 ribaund, 1.9 asist, 2.2 blok ve 1.7 top çalma ortalamalari ile Gary Payton, Tim Duncan ve Jason Kidd ile birlikte takima kattigi yüksek enerji ve nefes kesen smaçlariyla seyircilerin begenisini toplamisti) Tekrar KG’nin Lise son siniftaki son günlerine dönelim. KG, Ron Mercer, Shareef Abdur-Rahim ve Stephon Marbury gibi ülkenin en iyi lise oyuncularini karsi karsiya getiren St.Louis’deki 1995 McDonalds All-American maçinda 18 sayi, 11 ribaund, 4 asist ve 3 blok üreterek, Most Outstanding Player ödülünü kucaklarken (1995 McDonalds All-American maçinda oynayan ve simdi NBA’de forma giyen diger oyuncular: Kobe Bryant, Vince Carter, Paul Pierce, Chauncey Billups, Antawn Jamison ve Robert Traylor) ardinda toplam 2533 sayi, 4807 ribaund ve 739 blokluk bir lise kariyeri birakiyordu. Normal sartlar altinda Kevin Garnett çapinda bir oyuncuyu kapmak için çogu NCAA takimi kiyasiya bir yarisa girerdi (KG’nin NCAA’de oynayamiyacagi belli olmadan önce Michigan, Michigan State, DePaul, North Carolina ve Illinois üniversiteleri ile görüstügü söyleniyordu) ama Kevin, son SAT sinavinda kaldiginda artik koleje kabul edilme ihtimali ortadan kalkmisti. Iste bu yüzden artik sansini NBA’de denemeye karar verecekti.
Kuzu Postuna Bürünen Timberwolves’un Hain Plani!!..
1995 NBA Draftina; Jerry Stackhouse, Rasheed Wallace, Antonio McDyess, Joe Smith, Damon Stoudemire ve Michael Finley gibi bir çok bomba isim katildigindan Kevin Garnett’in kaçinci siradan seçilecegi merak konusuydu. Çünkü 1975 Draftinda Philadelphia tarafindan 5.siradan seçilen Darryl Dawkins’den tam 20 yil sonra ilk defa bir Lise oyuncusu NBA draftinda seçilme sansina sahipti. (NBA tarihinde, üniversitede oynamadan liseden direk lige katilan ilk oyuncu efsanevi Moses Malone’dur. NBA Draftinda 1.siradan seçilen ilk liseli oyuncu ise 2001’de Washington Wizards tarafindan seçilen Kwame Brown’dur) Bu sirada Minnesota’nin basketbol faaliyetlerinden sorumlu baskan yardimcisi eski Celtics efsanelerinden Kevin McHale ve takimin coach’u Flip Saunders, Timberwolves için ilginç bir draft stratejisi belirlemisti. Ortaliga Kevin Garnett’in bulunmaz bir Hint kumasi olduguna ve onu kesinlikle kaçirmayacaklarina dair söylentiler yayacaklardi. Böylelikle spekülasyonlara aldanip panige kapilan takimlardan birinin “Bu adamlarin kesin bir bildigi vardir!! Biz elimizi bunlardan önce tutalim da su çocugu alalim” diye Garnett’i seçecegini ümit ediyorlardi. Hayallerindeki oyuncu ise North Carolina’da Michael Jordan’in tahtina aday gösterilen skorer guard- forvet Jerry Stackhouse idi. McHale ve Saunders planlarinin tikir tikir isleyecegini, bu sekilde de diger takimlari “kekleyerek” Stack’in dogrudan kucaklarina düsmesini saglayacaklarini hesaplamaktaydi.
“Flip eger bu çocuk basaramazsa ikimiz de kovuluruz!!” Kevin McHale
Ama Garnett, Minnesota’nin planlarini çöpe atan isim oldu. O güne kadar bir tek Minnesota yetkilisi bile Garnett’i izlemeye gitmemisti. Bu yüzden KG’nin nasil bir oyuncu olduguna dair en ufak bir fikirleri bile yoktu. Garnett, Chicago’da çiktigi bir work-out’ta öyle bir basketbol sovu sundu ki Saunders ve McHale salondan ayrilirken ikisinin de agzi açik kalmisti. Tam salonun disina çiktiklarinda Saunders döndü ve McHale’e sunlari söyledi: “Kevin bu çocugu alacagimizi kimse bilmemeli!! Eger onu 5.sirada alabilirsek sansliyiz.” Bir önceki sezonda ancak 21 galibiyet alabilen Timberwolves için yazarlar, takimi çekip çevirebilecek ve kendisini NCAA’de ispatlamis Damon Stoudemire gibi bir guard’a ihtiyaç duyuldugunu yazmaktaydi. Birakin Garnett gibi daha olgunlasmamis bir lise oyuncusunu Jerry Stackhouse’un bile bir kumar olabilecegini iddia ediyorlardi. Yani Garnett gibi uzun yillara yayilmasi gereken bir draft planinin baslangici, degil kumar oynamak intiharin ta kendisiydi!! Drafttan evvel McHale, Saunder’s söyle dedi: “Flip eger bu çocuk basaramazsa ikimiz de kovuluruz!!” Draft gecesinde Maryland’li Joe Smith (ki gelecek yillarda Minnesota’yla usulsüz anlasma yaparak Timberwolves’un basini oldukça agritacakti) 1.sirada Golden State tarafindan seçiliyordu. Clippers hakkini Antonio McDyess’dan, Sixers Jerry Stackhouse’tan ve Washington da Rasheed Wallace’tan yana kullanmisti. Besinci siradaki Timberwolves’ta ise McHale ve Saunders, Garnett’i kaçirmamanin getirdigi rahatlikla oldukça derin bir nefes aliyordu. Minneapolis Lakers’tan Minnesota Timberwolves’a… Minnesota, 1989-90 sezonunda Orlando Magic’le beraber NBA’e katildiginda, Minneapolis ikinci kez bir NBA takimina ev sahipligi yapma sansini yakalamisti. Sehrin ilk NBA takimi ise daha sonra Los Angeles’a tasinacak olan ve George Mikan ve Elgin Baylor gibi efsanevi isimlerin oynadigi Minneapolis Lakers idi. Timberwolves bir anda Minnesota’ya yeni bir heyecan getirdiyse de takimin aldigi kötü sonuçlar ve genelde sezonu hep 3 asagi 5 yukari 20 galibiyet alarak tamamlamalari neticesinde heyecan duygusu yerini hayal kirikligina birakti. Minnesota o kadar kötü bir takimdi ki hatirlarim babam, ben 12-13 yasimdayken bana televizyona baglanan oyunlardan almisti. Tabii o zamanlar simdiki gibi playstation falan yok. Benim de favori oyunum binbir güçlükle buldugum “dandik” bir NBA oyunuydu. Oyunun tasarimcisi Çinli programci, fanatik bir Knicks taraftari ve Starks hayrani oldugu için John Starks oyundaki en iyi oyuncu olarak tasarlanmisti. Ben de New York Knicks’in karsisina “ezik” Minnesota’yi alip John Starks’a 50 üçlük attirmaya ya da Patrick Ewing’e 40 blok yaptirmaya ugrasirdim. Iste Kevin Garnett geldikten sonra Minnesota’nin oyunlara bile yansiyan bu makus talihi tersine döndü. Dikkat Koca Köpek Var!! Garnett gerçek anlamda ilk profesyonel maçina Milwaukee Bucks karsisinda çikti. KG bu maçi söyle anlatiyor: “Ilk maçimda karsimda Glenn “Big Dog” Robinson vardi. Baslarda maç oldukça keyifliydi. Çünkü posterleri odamin duvarlarini süsleyen biri karsisinda oynamak bana heyecan veriyordu. Ama maç ilerledikçe çabuk ögrenmek zorunda kaldim. Big Dog bazi pozisyonlarda gerçekten bana günümü gösterdi. Ama ikinci karsilasmamizda intikamimi aldim. Çünkü bu kez hazirlikliydim. Rövansta 6 kez Bucks potasina bastim. Ayrica koca köpegi de %34 sut yüzdesiyle oynattim. Daha ne isteyebilirdim ki!!” Garnett kariyerinin ilk üç ayina takimin yedek kisa forveti olarak basladi. (Bu aradaGarnett’e de kisa forvet diyoruz ya insaf, adam 2.11!!) Bu 3 aylik sürede ise 6.2 sayi ve 3.8 ribaund ortalamalari ile oynuyordu. Hatirlayacaksiniz, geçtigimiz aylarda Kenny Smith ve Charles Barkley’in Yao Ming hakkinda girdikleri iddia ve Sir Charles’in bir essegin oldukça nazik bir kismina buse kondurmasiyla neticelenen olaylar, Smith’in Ming hakkinda yorum yaparken KG’nin de ilk aylarinda pek parlak bir performans ortaya koyamadigini ama sonra kendisini yavas yavas toparladigini hatirlatmasiyla baslamisti. Gerçekten de Garnett, kendisine ilk beste yer bulmaya basladigi Ocak ayinda aniden ortalamalarini 14.0 sayi ve 8.4 ribaund’a çikardi. All-Star haftasonunda çaylaklar takimina da seçilen KG, Bati takimi hanesine 8 sayi, 6 asist, 4 ribaund ekl***en Dogu takiminda Damon Stoudemire ve Jerry Stackhouse etkili oyunlariyla takimlarini 94-92’lik skorla Bati karsisinda galibiyete tasiyordu. KG çaylak sezonunda 10.4 sayi ve 6.3 ribaund ortalamalari ile oynayip NBA’in en iyi ikinci çaylak takimina (All Rookie Second Team) seçildi. Ama Minnesota KG’nin katkisina ragmen bir kez daha 20’li galibiyetlerden kurtulamamisti.
“Kevin hep 2.13’e ulasirsa onu pivot olarak oynatip Sh** gibi uzunlarin üzerine salacagimi zannettigi için boyunun birazcik daha uzamasindan ödü kopuyordu. Onu 3 numarada oynatip rakiplere kan kusturmak varken hiç pivot oynatacak kadar budala olabilir miyim??” Flip Saunders
Re: NBA Oyuncuları'nın Hayat Hikayeleri(İlginç)
Tam Isim: Timothy Theodore Duncan
Uzunluk: 7' 0"
Agirlik: 260 lbs.
Pozisyon: Center/Forward
Dogum Yeri: St. Croix, Virgin Islands
Dogum Gunu: Nisan 25, 1976
Bitirdigi Okul: Wake Forest '97
NBA Takimi: San Antonio Spurs
Timothy Thedore Duncan, 25 Nisan 1976'da Wiiliam ve Delysia Duncan çiftinin üçüncü çocuğu olarak St.Croix-Virgin adalarında dünyaya geldi. Tim, çocukluk yılları boyunca daha henüz 14 yaşındayken Seul Olimpiyatlarında yarışan ablası Tricia'yı kendisine örnek aldı ve ablasının başarılarına özenerek yüzmeye başladı. Hiç aksatmadan her gün en az 6 saat havuzda çalışan Tim, kısa zamanda 50 ve 100 metre serbest stilde Virgin Adaları rekorlarını kırınca kendi yaş grubunun adından en çok bahsedilen yüzücülerinden biri haline geldi. Otoriteler Duncan'ın gelecekte Amerika çapında önemli bir 400 metre yüzücüsü olacağını düşünürken 1989 yılında meydana gelen Hugo Kasırgası, tüm adayla beraber genç Duncan'ın hayatını da yerle bir etti. Kasırga Tim'in her gün çalıştığı adadaki tek olimpiyat havuzu da dahil olmak üzere bir çok binayı kullanılamaz hale getirince Tim, bir süre denizde çalışmaya devam etti. Ama korsan filmlerinden de rahatça hatırlayacağımız üzere Karaip Denizi'nde köpek balıkları cirit atmaktadır. Bu yüzden de en büyük korkusu olan köpekbalıkları nedeniyle yüzmeyi bıraktı. Yalnız Hugo kasırgasının Duncan'ın hayatı üzerindeki etkisi bu kadarla kalmaz. O dönemde Timothy'nin annesi göğüs kanseriyle mücadele etmekte ve hastalığının tedavisinde kemoterapi oldukça önem taşımaktadır. Ne var ki kasırga bir çok binanın yanı sıra adadaki tüm güç santrallerini de devre dışı bırakmıştır. Bu yüzden tedavisine devam edemeyen Delysia Duncan daha fazla dayanamaz ve 1990 yılında amansız bir mücadeleye giriştiği kanser hastalığına yenik düşer. Arkabahçeden- Wake Forest'a: Kaderin Cilveleri Hayat, 14 yaşındaki genç Tim Duncan için adeta bir kabusa dönüşmüştü. Tim, adadaki havuzlar tamir edildikten sonra bile asla eskisi kadar ciddi bir şekilde yüzmedi çünkü yüzdüğü zaman annesi ve kasırga sonrası yaşananlar aklına gelmekteydi. Çoğumuz, herhangi bir nedenle, çok sevdiğimiz birisini ya da bir şeyi kaybettiğimiz zaman onu hatırlatan her şeyden bir süreliğine uzaklaşma ihtiyacı duyarız ve kendimizi tamamen yeni uğraşılara kanalize ederiz. O sırada kaderin bir cilvesi olarak Tim'in karşısına da basketbol çıktı. Duncan'ın ablalarından Cheryl, annesinin ölümünden sonra kocasını da ikna ederek ailesine destek olmak amacıyla Ohio'dan adaya geri dönmeye karar verdiğinde; yanında yüzmeyi bırakan küçük kardeşi Timothy'i oyalamak için küçük bir hediye getirir: Portatif bir basketbol potası... 14 yaşına kadar hiç basketbol oynamayan Tim, bir anda bu yeni "oyuncağını" çok sevdi. Vaktini sık sık arka bahçede eski NCAA Divison III oyuncusu ve hediyenin "fikir babası" olan eniştesi Rick Lowery ile bire bir maç yaparak geçirmeye başladı. Lowery, NCAA'de guard oynadığı için o zaman 1.80'lerde olan Tim'e guard hareketlerini nasıl yapması gerektiğini öğretmişti (şu an bile arka bahçede yaptığı bu temel top sürme ve pas verme antrenmanlarının Tim'in fundementalının gelişimindeki etkisini fark edebilirsiniz) Sürekli kısa oyuncu hareketlerini çalışan Duncan'ın boyu, St.Dunstan Episcopal lisesinden mezun olduğunda artık hiç de kısa oyuncu olarak oynamasına müsaade edecek cinsten değildi çünkü Tim, lise birinci sınıftan mezun olduğu yıla kadar yaklaşık 16-17 cm. uzamıştı.
"Chris'ten çıktıkları bu tur sırasında yetenekli bir oyuncuyla karşılaşması halinde bana haber vermesini istemiştim. Bir perşembe akşamı beni aradı ve "Coach, burada inanılmaz bir velet var. Neredeyse Alonzo'yla kafa kafaya oynadı." dedi. Bir an duraksadım ve hangi Alonzo?! Yoksa Alonzo Mourning mi?" diye sordum. Chris'in “evet” demesiyle benim de adanın yolunu tutmam bir oldu." Dave Odom-Eski Wake Forest Coach'u
Bildiğin Alonzo işte Yaw!! Basketbol; önceleri Tim'in hayatındaki bir boşluğu doldurmak ve keyif almak için başladığı bir hobiydi ama bu büyülü spor, hiç tahmin etmediği bir anda bir kez daha hayatının tümüyle değişmesine neden oldu. 1992 yılında NBA'deki bir grup çaylak oyuncu, NBA'i tanıtmak ve insanlara sevdirmek amacıyla Karaip adalarına ufak bir tura çıkmıştı. Ve gittikleri her yerde gençlerle küçük gösteri maçları düzenliyorlardı. Bu maçlardan birinde oynayan Duncan'ın Alonzo Mourning gibi bir dev karşısından ortaya koyduğu inanılmaz oyun, çaylaklar takımındaki (kısa bir NBA kariyerinden sonra, ülkemizde Mavi Jeans Ortaköy de dahil olmak üzere, Malaga, Aris, Le Mans ve Hapoel Tel Aviv gibi bir çok Avrupa takımının formasını giyen) Chris King'in oldukça ilgisini çekmişti. King eline geçen ilk fırsatta kendisinden Karaip'lerde ufak çapta bir scouting yapmasını rica eden Wake Forest'taki, eski antrenörü Dave Odom'u aradı ve Duncan'dan bahsetti. Odom bu ilginç olayı şöyle anlatıyor: "Chris'ten çıktığı bu tur sırasında yetenekli bir oyuncuyla karşılaşması halinde bana haber vermesini istemiştim. Bir perşembe akşamı beni aradı ve "Coach, burada inanılmaz bir veled var. Neredeyse Alonzo'yla kafa kafaya oynadı." dedi. Bir an duraksadım ve hangi Alonzo?! Yoksa Alonzo Mourning mi?" diye sordum. Chris'in evet demesiyle benim de adanın yolunu tutmam bir oldu." Mourning'in ismini duyunca iştahı kabaran Odom ertesi gün asistanlarından bu çocukla ilgili her şeyi olabildiği kadar çabuk öğrenmelerini istedi. Ama Duncan'la ilgili duyumları alan tek coach Odom değildi. Georgetown ve Providence gibi takımlar da Duncan'ın peşine düşmüştü. Bu yüzden elini çabuk tutan Odom, asistanların Duncan'ın adresini ve telefon numarasını bulup kendisine getirmesinden bir iki gün sonra St.Croix'e giderek Tim Duncan'la görüşüp ondan söz aldı. Artık Duncan'ın hayatında yepyeni bir sayfa açılmıştı.
"31 yıllık antrenörlük hayatımda Tim kadar mücadeleci bir oyuncu daha görmedim. İster antrenman maçı olsun, ister maça hazırlanmak için rakip takımın kasetlerini izlediğimiz bir toplantı veya maçın ta kendisi fark etmez her defasında bana ondan istediğim şeylerden daha fazlasını verdi." Dave Odom
Duncan-Dream Team'e karşı Tim Duncan, ACC (Atlantic Coast Conference) liginin köklü ve kuvvetli takımlarından Wake Forest'ın formasını giydiği ilk maçı bir tek sayı bile atamadan tamamladı. Sonuçta Duncan, ne kadar yetenekli olursa olsun doğru düzgün bir basketbol salonunun bile olmadığı, basketbol kültürünün hiç gelişmediği küçük bir adadan gelmekteydi. Bu yüzden başta NCAA Division I seviyesinde mücadele etmeye alışmakta biraz zorlansa da kısa zamanda double-double'lık klasik performansını yakamaya başladı. Freshman sezonunda (1993-94) sahaya çıktığı 33 maçın 32'sinde kendisine ilk beşte yer bulan Duncan, ortalama olarak oyunda kaldığı 30.2 dakikada 9.8 sayı ve 9.6 ribaundla oynadı. Bu arada takımı Wake Forest da NCAA turnuvasına katılma başarısını gösterdi ama Demon Deacons, daha ikinci turda güçlü Kansas'a yenilerek turnuvaya veda edecekti (69-5. Duncan, NCAA'deki ilk yılında kariyerinin geri kalanına kıyasla oldukça sönük bir sezon geçirse de İyi Niyet oyunlarına (Goodwill Games) katılacak Amerikan milli takımına seçildi. Amerikan Goodwill Games takımı formasıyla Dream Team II'ye karşı da mücadele eden Duncan, Sh** ve Mourning klasındaki uzunlar karşısında verdiği ilk ciddi sınavda 8 sayı ve 5 ribaundla oynayarak 18 yaşındaki bir oyuncu için gerçekten başarılı oldu. Tim, NCAA'deki ikinci yılında (sophomore season) oldukça büyük bir gelişim göstererek ortalamalarını 16.8 sayı,12.5 ribaund'a yükseltti ve onun bu performansı sayesinde Wake Forest Demon Deacons, Duke ve North Carolina gibi güçlü takımlara rağmen ACC Turnuvası şampiyonluğuna ulaştı. NCAA turnuvasında ise, Sweet16'e kadar gelmesine rağmen o yıl Final Four'da mücadele edecek Oklohoma State'e 71-66 yenilerek bir kez daha evinin yolunu tutmak zorunda kaldı. Duncan sayı ve ribaund potansiyelinin yanında yaptığı inanılmaz bloklarla pota altını rakipleri için adeta bir cehenneme çevirmesinin semeresini NCAA yılın savunmacısı ödülüne ulaşarak da fazlasıyla aldı. Tim, NCAA'deki üçüncü (junior) yılında da kendisini geliştirmeye devam ederek sayı ortalamasını 19.1'e çıkardı. Basketbola geç başlamanın verdiği dezavantajı inanılmaz derecede disiplinli ve sıkı çalışarak kapatan Duncan, böylece NCAA'in neredeyse tartışmasız en iyi uzunu konumuna gelmişti. Coach Odom, Duncan'ın ortaya koyduğu performansı, çalışma disiplinini ve mücadeleci yapısını "31 yıllık antrenörlük hayatımda Tim kadar mücadeleci bir oyuncu daha görmedim. İster antrenman maçı olsun, ister maça hazırlanmak için rakip takımın kasetlerini izlediğimiz bir toplantı veya maçın ta kendisi fark etmez; her defasında bana ondan istediğim şeylerden daha fazlasını verdi." sözleriyle oldukça iyi bir şekilde ifade etmekte.
"Drafta katılmıyorum çünkü hala eksiklerim var ve bu eksiklerimi kapatabileceğim en iyi yer NCAA. Bazen bazı şeyler paradan daha önemlidir." Tim Duncan
1995-96'da Tim takımını bir kez daha ACC Turnuvası'nda şampiyonluğa taşırken ACC'de yılın oyuncusu ve NCAA yılın savunmacısı ödüllerine de ulaşıyordu. Artık Tim, takımını NCAA turnuvasında da Final Four'a taşımaya kararlıydı ama bu kez de Wake Forest'ın karşısına -daha sonra şampiyon olacak- Kentucky çıkınca 20 sayılık mağlubiyetin tesellisi Elit Eight'e kadar yükselmekle sınırlı kalacaktı. 1996 yazında Tim bir kez daha milli takımlara çağrılarak Dream Team III yıldızlarına karşı kendisini deneme fırsatını yakaladı. Duncan bu kez pota altında Sh**, Hakeem Olajuwon ve "Amiral" David Robinson üçlüsüyle cebelleşirken sahadan 9 sayı ve 6 ribaundla ayrıldı. Artık Duncan'ın bir sene daha NCAA'de oynamasına gerek yoktu çünkü drafta katıldığı an birinci sıradan seçilmemesi draftın en büyük sürprizi olacaktı. Ama Duncan h***esi şaşırtan bir karar alarak üniversiteyi bitirip psikoloji diplomasını almaya karar verdi. Her ne kadar önceleri Drafta ***en katılmamasının nedenini "Drafta katılmıyorum çünkü hala eksiklerim var ve bu eksiklerimi kapatabileceğim en iyi yer NCAA. Bazen bazı şeyler paradan daha önemlidir." diye açıklasa da gerçekte Tim'i drafta katılmaktan alıkoyan şey, ölmeden önce annesine verdiği bir sözdü. Delysia Duncan'ın çocukları için en büyük hayali hepsini üniversite mezunu olarak görebilmekti. Bunu bilen üç kardeş de ne pahasına olursa olsun üniversite eğitimlerini tamamlamak için kendi kendilerine söz verdiler. Sözünü sonuna kadar tutan Duncan, kolejdeki son yılında 14.7 ribaund ortalamasını yakalayarak tüm NCAA Division I oyuncuları arasında zirveye kuruldu. Buna ilaveten 20.8 sayı ortalamasını da tutturunca NCAA'in en prestijli ödüllerinden ikisi olan Wooden ve Naismith'in sahibini belirlemek de seçim komiteleri için fazla zor olmadı. Duncan, Wake Forest'tan mezun olduğunda NCAA tarihinde hem 2000 sayı+1500 ribaund toplamını geçen on oyuncudan biri; hem de 1500 sayı, 1000 ribaund, 400 blok ve 200 asiste ulaşan da ilk oyuncu unvanını kazanıyordu. Ayrıca yaptığı 431 blok onu ACC rekoruna taşıdı. (Bu kategoride NCAA genel sıralamasında ise şu an Golden State'te oynayan Adonel Foyle'nın hemen ardından ikinci sırada gelmekte.) Duncan'ı Kapmak 98 Draftında Duncan'ın Utah'lı Keith Van Horn ile çekişmesi beklense de kimse Van Horn'un Duncan'ı geride bırakarak birinci sıradan seçileceğine inanmıyordu. (Tabii o zamanlar kimse 9.sırada seçilen Tracy McGrady'inin de 30 sayı ortalamasıyla oynayacak bir süper star olacağını da tahmin etmiyordu.) Sonuçta biraz kader biraz şans Tim Duncan piyangosu San Antonio Spurs'ün başına vurdu. Spurs, NBA'e katıldığı 1976-1977 sezonundan beri playoff'larda olmasa bile normal sezonlarda (regular season) NBA'in en başarılı takımlarından biridir. Öyle ki Spurs, 26 sezon boyunca sadece 6 kez %50'lik galibiyet yüzdesinin altına indi. Talihin şu oyununa bakın ki 1995-96'da Spurs, sezonu 59 galibiyet elde ederek %72'lik bir yüzdeyle tamamlamıştı. 1996-97'de üst üste gelen sakatlıklarla takım en büyük iki yıldızı "Amiral" David Robinson ve Sean Elliott'ın yanında Chuck Person ve Charles Smith'ten de tüm sezon boyunca hemen hemen hiç faydalanılamayınca kaçınılmaz olarak Spurs ancak 20 galibiyet alabildi. Hoş bir yerden sonra NBA'in en kötü takımı olarak Lottary'de avantajlı konuma geçeceğiniz için yenilgiye pek ses çıkartmazsınız hatta yenilmek öncelikli hedefiniz haline bile gelebilir hele bir de işin ucunda Tim Duncan gibi bir yetenek varsa!!.. İkiz Kuleler Amerikan basketbol medyası 1980'lerde Houston'ın iki dev pota altı oyuncusu Hakeem Olajuwon ve Ralph Sampson'a yakıştırmış olduğu ikiz kuleler lakabını o kadar çok beğenmişti ki yetenek ve sahada sergiledikleri performansla onlardan çok da aşağı kalmayan Duncan ve Robinson ikilisi bir araya geldiğinde bu lakabı bir kez daha kullanmakta tereddüt bile etmediler. Tabii Samuel Huntington'ın Medeniyetlerin çatışması tezinin popülerleştiği 11 Eylül saldırılarından sonra kimse bu lakabı bir daha kullanmak istemedi ama Amiral ve Duncan her zaman için ikiz kuleler olarak hatırlanmaya devam edecek tıpkı Hakeem ve Sampson'ın da hatırlanacağı gibi. Duncan ve yaşlı kurt Robinson'ın ne kadar etkili ve uyumlu bir ikili olacağı beraber geçirdikleri ilk sezonda kendisini belli etti. 4 numaraya kaydırılan Duncan, daha efektif olduğu bu pozisyonda ligdeki hemen hemen tüm power forvetlerden daha uzun ve daha hareketli olduğundan her takım Duncan'ı savunmakta önemli zaaflar yaşadı. Duncan, bir çaylak için inanılmaz olarak adlandırabileceğimiz 21.1 sayı, 11.9 ribaund, 2.7 asist ve 2.51 blok ortalamalarını yakalayıp sezon boyunca her ay, “ayın rookie oyuncusu” olarak sezon sonunda “yılın en iyi çaylağı” ödülünü aldı hem de sezonun sonunda All-NBA takımına seçilerek, 1979-80 sezonunda Larry Bird'den bu yana çaylak sezonunda bu şerefe erişen ilk NBA oyuncusu oldu. Ayrıca Duncan 57 double-double'la bu kategoride de NBA lideriydi. Sonuçta San Antonio, o güne kadar bir NBA takımının sezon içinde gösterdiği en büyük yükselişi gerçekleştirerek önceki sezona kıyasla tam 36 galibiyet daha fazla aldı. Sıra playoff'lara geldiğinde Spurs, ilk turda Suns'ı 3-1 ile kolay geç***en, ikinci turda karşılaştıkları Malone&Stockton biraderlerin liderliğindeki Utah Jazz, serinin ikinci maçında Duncan'ın da sakatlanması sonucu Spurs'u ezip geçti.(4-1) Ama bu sadece şampiyonluğun bir yıl için erteleneceği anlamına geliyordu. NBA tarihinde şampiyon olan ilk eski ABA takımı, Spurs… NBA ve oyuncular sendikası arasındaki sorunlar nedeniyle ligin oldukça geç başladığı 1998-99 sezonunda Duncan'ın 21.7 sayı, 11.4 ribaund, 2.4 asist, 2.52 blok'luk performansı onu ikinci kez üst üste All-NBA yaparken defansif performansıyla da NBA All-defensive first team'e seçildi. Ayrıca 37 double-double'la bir kez daha bu kategoride zirvede yer aldı. Şampiyonlukla sonuçlanacak bu sezon aslında Spurs için o kadar da parlak başlamadı ama takıma deneyimli veteran Mario Elie'nin katılımı, böbreklerinden çok ciddi problemler yaşayan All-Star forvet Sean Eliott'ın inanılmaz fedakarlığı, Avery Johnson'ın zekası ve Tim Duncan'la David Robinson'ın mükemmel uyumu da eklenince 31-5'lik bir seri yakalayan San Antonio, Play-off'larda fırtına gibi eserek tarihindeki ilk şampiyonluğa ulaştı. Tim Duncan, New York Knicks karşısındaki final serisinde 27.4 sayı,14.0 ribaund ve 2.2 blok ortalamalarıyla takımını tarihindeki ilk NBA şampiyonluğuna ulaşmasında en önemli rolü oynayan oyuncuydu. Bu şampiyonluğun bir başka özelliği de Spurs, NBA'de şampiyon olan ilk eski ABA takımı olmasıydı. 1999-00 sezonu ise Tim için oldukça iyi başlamasına rağmen başladığı gibi bitmedi. Sayı ortalamasını 23.2'ye, ribaund ortalamasını da 12.4'e çıkaran Tim Duncan, Cleaveland karşısında 17 sayı, 17 ribaund ve 11 asistlik bir oyun ortaya koyunca 1994'te David Robinson'dan sonra triple-double yapan ilk Spurs oyuncusu oluyordu. Ayrıca All-Star maçındaki 24 sayısı ve 14 ribaundu sayesinde All-Star MVP ödülünü Sh** ile beraber paylaştı ve adet edindiği üzere bir kez daha All-NBA ve All-Defensive takımlarına seçildi. MVP oylamasını ise 5. sırada bitirdi. Ama ligin sonunda Sacramento karşısında sakatlanınca ligin geriye kalan birkaç maçını ve playoff'ları kaçırdı. 2000-01 sezonunda San Antonio Spurs ligin en çok galibiyet elde eden takımı olurken (5 Tim Duncan da bir yıl önce Sh**uille O'Neil'a kaptırdığı double-double krallığını geri alıyordu (66). Oynadığı 82 maçın 81'inde çift haneleri sayılara ulaşan Duncan, 52 kez 20'li, 10 kez de 30'lu sayıların üzerinde skor üretti ve her zamanki gibi adını All-NBA ve All-Defensive team'e yazdırdı. (22.2 sayı,12.2 ribaund, 3.0 asist ve 2.34 blok) Spurs'un son 12 yılında çıktığı 11. playoff yolculuğunun ilk turunda Spurs, Minesota'yı 3-1, ikinci turda ise Dallas Mavericks'i 4-1 ile rahat geç***en tekrardan yeşeren şampiyonluk umutları LA Lakers önünde süpürülerek son buldu (4-0). 2001-2002 sezonunda San Antonio'nun yine bir parlak normal sezon ve kötü biten playoff macerasına daha şahit olduk. Spurs, 58 galibiyet 24 mağlubiyet alırken Duncan oyununu bir üst seviyeye çıkartmayı başararak 5.profesyonel sezonunda lig MVP'si ödülüne ulaştı. (25.5 sayı, 12.7 ribaund, 3.7 asist ve 2.48 blok) 70 maçta Spurs'un skor yükünü çeken Duncan, 69 maçta da takımın en çok ribaund alan ismi oluyor ve bir kez daha kendisine All-NBA ve All-Defensive takımlarında yer buluyordu. Ayrıca Kareem Abdül-Jabbar, Patrick Ewing, Hakeem Olajuwon ve Sh**uille O'Neil'dan sonra sayı, ribaund ve blok kategorilerin her birinde ilk beş sırada bulunan 5.NBA oyuncusu olarak ismini rekor kitaplarına yazdırırken bir sezonda 2000 sayı, 1000 ribaund barajını geçen 14. NBA oyuncusu oluyordu. Tabi birde Bob Mc Adoo'dan sonra ilk kez double-double'larda 4 kez ligi zirvede tamamlayan forvet oyuncusu unvanını alıyordu. Playoff'ta ise San Antonio, Seattle Super Sonics karşısında oldukça zorlanırken çaylak Fransız guard, Tony Parker'ın inanılmaz oyunuyla turu geçmesini bildi. İkinci turda bir yıl önce elendikleri Lakers'la karşılaşan Spurs, bu kez de Lakers karşısında fazla bir varlık gösteremeyerek 4-1 elenmekten kurtulamadı. Bu arada Tim, kolejden beri beraber olduğu ve eskiden Wake Forest'ın da cheerleader'larından biri olan Amy ile dünya evine girdi.
"Eğer onun kadar iyiyseniz bence sahada trash-talk yapmanıza, zaten gerek yok. O, şu anda ligin en iyi oyuncusu." Charles Barkley
San Antonio Spurs, bugünlerde önemli bir değişim süreci içinde. Şu anda şampiyon kadronun ilk beşinden geriye kalan sadece iki oyuncu bulunmakta.(Duncan&Robinson) Bu yüzden son iki sezonda Duncan takımdaki liderliği oldukça belirgin bir şekilde devraldı. Mesela geçtiğimiz yıl bir Minnesota maçında Kevin Garnett trash-talk'la Duncan'ı sindirmeye çalışınca Duncan, hiç de alışık olmadığımız bir şekilde KG ye karşılık verdi ve olay her iki oyuncunun da diskalifiye edilmesiyle sonuçlandı. Bu konuda son günlerde dili iyice uzayıp önüne gelen oyuncuya sataşan ve en sonunda da mecburen, benim tabirime göre, bir eşek ile yaşayabileceği en ilginç tecrübeyi yaşayan Charles Barkley, şu yorumda bulunmuştu: "Eğer onun kadar iyiyseniz bence sahada trash-talk yapmanıza zaten gerek yok. O, şu anda ligin en iyi oyuncusu." Houston coach'u Rudy Tomjanovic ise Duncan'ın bu tür hilelerle durdurulamayacağını belirterek ekliyor: "Duncan kesinlikle durdurulması mümkün olmayan bir oyuncu sizin yapabileceğiz tek şey onun veya pas vereceği oyuncunun şutunu kaçırması için dua etmek olabilir." Duncan ise hayat ve basketbol felsefesini şu sözlerle açıklıyor: "Hiçbir zaman havalı gözükmeye çalışmadım. Böyle şeyler yapmaya çalıştığımda kendimi küçük düşürdüğümü düşünüyorum. Şu yaşıma kadar öğrendim ki eğer çok yüksekten uçup ayaklarınızı yere basmazsanız ya da durum kötüleştiğinde bunalıma girecek hale gelirseniz yine de kendinizi bir şekilde dengede tutmak zorundasınız. Ben bunu yapmaya, rahat olmaya çalışıyorum. Benim için son moda giyinmek önemli değil. Kıyafetimin rahat olması önemli. Olduğu kişiden başkası olmaya çalışmak veya bunun nasıl bir duygu olacağını denemek istemiyorum. Benim istediğim tek şey görevimi yapıp takımım için üretken bir oyuncu olmak. Bazı insanların benim için aşırı sakin veya tepkisiz demesi umurumda değil aslından bu tür sözleri kendim için bir iltifat olarak kabul ediyorum. David bana bir lider ve winner olmak konusunda çok şey öğretti. Ama aynı zamanda bunları yaparken gururumu ve onurumu korumam gerektiğini de öğrendim." Bu sezon Amiral Robinson'ın son sezonu, hatta belki free agent olacak Tim Duncan'ın da Spurs'teki son sezonu olabilir ama çoğu kişi gibi ben de Tim'in çok mutlu olduğu San Antonio'dan kolay kolay kopabileceğini sanmıyorum tıpkı Jason Kidd'in kendi yarattığı Nets fenomeninden kopamayacağını düşündüğüm gibi. Yine de kuşkusuz GM'ler bu yaz Payton, Stackhouse, Olowokandi, Kidd ve Duncan gibi serbest kalacak yıldız oyuncular için kıyasıya bir yarışa girişecekler. Artık kimlerin takım değiştireceğini ölü sezonda göreceğiz ama sezon sonunda değişmeyecek bir şey var ki, o da Tim Duncan’ın muazzam istatistikleri ile All-NBA ve All-Defensive takımlarında bir kez daha yer alacağı…
Uzunluk: 7' 0"
Agirlik: 260 lbs.
Pozisyon: Center/Forward
Dogum Yeri: St. Croix, Virgin Islands
Dogum Gunu: Nisan 25, 1976
Bitirdigi Okul: Wake Forest '97
NBA Takimi: San Antonio Spurs
Timothy Thedore Duncan, 25 Nisan 1976'da Wiiliam ve Delysia Duncan çiftinin üçüncü çocuğu olarak St.Croix-Virgin adalarında dünyaya geldi. Tim, çocukluk yılları boyunca daha henüz 14 yaşındayken Seul Olimpiyatlarında yarışan ablası Tricia'yı kendisine örnek aldı ve ablasının başarılarına özenerek yüzmeye başladı. Hiç aksatmadan her gün en az 6 saat havuzda çalışan Tim, kısa zamanda 50 ve 100 metre serbest stilde Virgin Adaları rekorlarını kırınca kendi yaş grubunun adından en çok bahsedilen yüzücülerinden biri haline geldi. Otoriteler Duncan'ın gelecekte Amerika çapında önemli bir 400 metre yüzücüsü olacağını düşünürken 1989 yılında meydana gelen Hugo Kasırgası, tüm adayla beraber genç Duncan'ın hayatını da yerle bir etti. Kasırga Tim'in her gün çalıştığı adadaki tek olimpiyat havuzu da dahil olmak üzere bir çok binayı kullanılamaz hale getirince Tim, bir süre denizde çalışmaya devam etti. Ama korsan filmlerinden de rahatça hatırlayacağımız üzere Karaip Denizi'nde köpek balıkları cirit atmaktadır. Bu yüzden de en büyük korkusu olan köpekbalıkları nedeniyle yüzmeyi bıraktı. Yalnız Hugo kasırgasının Duncan'ın hayatı üzerindeki etkisi bu kadarla kalmaz. O dönemde Timothy'nin annesi göğüs kanseriyle mücadele etmekte ve hastalığının tedavisinde kemoterapi oldukça önem taşımaktadır. Ne var ki kasırga bir çok binanın yanı sıra adadaki tüm güç santrallerini de devre dışı bırakmıştır. Bu yüzden tedavisine devam edemeyen Delysia Duncan daha fazla dayanamaz ve 1990 yılında amansız bir mücadeleye giriştiği kanser hastalığına yenik düşer. Arkabahçeden- Wake Forest'a: Kaderin Cilveleri Hayat, 14 yaşındaki genç Tim Duncan için adeta bir kabusa dönüşmüştü. Tim, adadaki havuzlar tamir edildikten sonra bile asla eskisi kadar ciddi bir şekilde yüzmedi çünkü yüzdüğü zaman annesi ve kasırga sonrası yaşananlar aklına gelmekteydi. Çoğumuz, herhangi bir nedenle, çok sevdiğimiz birisini ya da bir şeyi kaybettiğimiz zaman onu hatırlatan her şeyden bir süreliğine uzaklaşma ihtiyacı duyarız ve kendimizi tamamen yeni uğraşılara kanalize ederiz. O sırada kaderin bir cilvesi olarak Tim'in karşısına da basketbol çıktı. Duncan'ın ablalarından Cheryl, annesinin ölümünden sonra kocasını da ikna ederek ailesine destek olmak amacıyla Ohio'dan adaya geri dönmeye karar verdiğinde; yanında yüzmeyi bırakan küçük kardeşi Timothy'i oyalamak için küçük bir hediye getirir: Portatif bir basketbol potası... 14 yaşına kadar hiç basketbol oynamayan Tim, bir anda bu yeni "oyuncağını" çok sevdi. Vaktini sık sık arka bahçede eski NCAA Divison III oyuncusu ve hediyenin "fikir babası" olan eniştesi Rick Lowery ile bire bir maç yaparak geçirmeye başladı. Lowery, NCAA'de guard oynadığı için o zaman 1.80'lerde olan Tim'e guard hareketlerini nasıl yapması gerektiğini öğretmişti (şu an bile arka bahçede yaptığı bu temel top sürme ve pas verme antrenmanlarının Tim'in fundementalının gelişimindeki etkisini fark edebilirsiniz) Sürekli kısa oyuncu hareketlerini çalışan Duncan'ın boyu, St.Dunstan Episcopal lisesinden mezun olduğunda artık hiç de kısa oyuncu olarak oynamasına müsaade edecek cinsten değildi çünkü Tim, lise birinci sınıftan mezun olduğu yıla kadar yaklaşık 16-17 cm. uzamıştı.
"Chris'ten çıktıkları bu tur sırasında yetenekli bir oyuncuyla karşılaşması halinde bana haber vermesini istemiştim. Bir perşembe akşamı beni aradı ve "Coach, burada inanılmaz bir velet var. Neredeyse Alonzo'yla kafa kafaya oynadı." dedi. Bir an duraksadım ve hangi Alonzo?! Yoksa Alonzo Mourning mi?" diye sordum. Chris'in “evet” demesiyle benim de adanın yolunu tutmam bir oldu." Dave Odom-Eski Wake Forest Coach'u
Bildiğin Alonzo işte Yaw!! Basketbol; önceleri Tim'in hayatındaki bir boşluğu doldurmak ve keyif almak için başladığı bir hobiydi ama bu büyülü spor, hiç tahmin etmediği bir anda bir kez daha hayatının tümüyle değişmesine neden oldu. 1992 yılında NBA'deki bir grup çaylak oyuncu, NBA'i tanıtmak ve insanlara sevdirmek amacıyla Karaip adalarına ufak bir tura çıkmıştı. Ve gittikleri her yerde gençlerle küçük gösteri maçları düzenliyorlardı. Bu maçlardan birinde oynayan Duncan'ın Alonzo Mourning gibi bir dev karşısından ortaya koyduğu inanılmaz oyun, çaylaklar takımındaki (kısa bir NBA kariyerinden sonra, ülkemizde Mavi Jeans Ortaköy de dahil olmak üzere, Malaga, Aris, Le Mans ve Hapoel Tel Aviv gibi bir çok Avrupa takımının formasını giyen) Chris King'in oldukça ilgisini çekmişti. King eline geçen ilk fırsatta kendisinden Karaip'lerde ufak çapta bir scouting yapmasını rica eden Wake Forest'taki, eski antrenörü Dave Odom'u aradı ve Duncan'dan bahsetti. Odom bu ilginç olayı şöyle anlatıyor: "Chris'ten çıktığı bu tur sırasında yetenekli bir oyuncuyla karşılaşması halinde bana haber vermesini istemiştim. Bir perşembe akşamı beni aradı ve "Coach, burada inanılmaz bir veled var. Neredeyse Alonzo'yla kafa kafaya oynadı." dedi. Bir an duraksadım ve hangi Alonzo?! Yoksa Alonzo Mourning mi?" diye sordum. Chris'in evet demesiyle benim de adanın yolunu tutmam bir oldu." Mourning'in ismini duyunca iştahı kabaran Odom ertesi gün asistanlarından bu çocukla ilgili her şeyi olabildiği kadar çabuk öğrenmelerini istedi. Ama Duncan'la ilgili duyumları alan tek coach Odom değildi. Georgetown ve Providence gibi takımlar da Duncan'ın peşine düşmüştü. Bu yüzden elini çabuk tutan Odom, asistanların Duncan'ın adresini ve telefon numarasını bulup kendisine getirmesinden bir iki gün sonra St.Croix'e giderek Tim Duncan'la görüşüp ondan söz aldı. Artık Duncan'ın hayatında yepyeni bir sayfa açılmıştı.
"31 yıllık antrenörlük hayatımda Tim kadar mücadeleci bir oyuncu daha görmedim. İster antrenman maçı olsun, ister maça hazırlanmak için rakip takımın kasetlerini izlediğimiz bir toplantı veya maçın ta kendisi fark etmez her defasında bana ondan istediğim şeylerden daha fazlasını verdi." Dave Odom
Duncan-Dream Team'e karşı Tim Duncan, ACC (Atlantic Coast Conference) liginin köklü ve kuvvetli takımlarından Wake Forest'ın formasını giydiği ilk maçı bir tek sayı bile atamadan tamamladı. Sonuçta Duncan, ne kadar yetenekli olursa olsun doğru düzgün bir basketbol salonunun bile olmadığı, basketbol kültürünün hiç gelişmediği küçük bir adadan gelmekteydi. Bu yüzden başta NCAA Division I seviyesinde mücadele etmeye alışmakta biraz zorlansa da kısa zamanda double-double'lık klasik performansını yakamaya başladı. Freshman sezonunda (1993-94) sahaya çıktığı 33 maçın 32'sinde kendisine ilk beşte yer bulan Duncan, ortalama olarak oyunda kaldığı 30.2 dakikada 9.8 sayı ve 9.6 ribaundla oynadı. Bu arada takımı Wake Forest da NCAA turnuvasına katılma başarısını gösterdi ama Demon Deacons, daha ikinci turda güçlü Kansas'a yenilerek turnuvaya veda edecekti (69-5. Duncan, NCAA'deki ilk yılında kariyerinin geri kalanına kıyasla oldukça sönük bir sezon geçirse de İyi Niyet oyunlarına (Goodwill Games) katılacak Amerikan milli takımına seçildi. Amerikan Goodwill Games takımı formasıyla Dream Team II'ye karşı da mücadele eden Duncan, Sh** ve Mourning klasındaki uzunlar karşısında verdiği ilk ciddi sınavda 8 sayı ve 5 ribaundla oynayarak 18 yaşındaki bir oyuncu için gerçekten başarılı oldu. Tim, NCAA'deki ikinci yılında (sophomore season) oldukça büyük bir gelişim göstererek ortalamalarını 16.8 sayı,12.5 ribaund'a yükseltti ve onun bu performansı sayesinde Wake Forest Demon Deacons, Duke ve North Carolina gibi güçlü takımlara rağmen ACC Turnuvası şampiyonluğuna ulaştı. NCAA turnuvasında ise, Sweet16'e kadar gelmesine rağmen o yıl Final Four'da mücadele edecek Oklohoma State'e 71-66 yenilerek bir kez daha evinin yolunu tutmak zorunda kaldı. Duncan sayı ve ribaund potansiyelinin yanında yaptığı inanılmaz bloklarla pota altını rakipleri için adeta bir cehenneme çevirmesinin semeresini NCAA yılın savunmacısı ödülüne ulaşarak da fazlasıyla aldı. Tim, NCAA'deki üçüncü (junior) yılında da kendisini geliştirmeye devam ederek sayı ortalamasını 19.1'e çıkardı. Basketbola geç başlamanın verdiği dezavantajı inanılmaz derecede disiplinli ve sıkı çalışarak kapatan Duncan, böylece NCAA'in neredeyse tartışmasız en iyi uzunu konumuna gelmişti. Coach Odom, Duncan'ın ortaya koyduğu performansı, çalışma disiplinini ve mücadeleci yapısını "31 yıllık antrenörlük hayatımda Tim kadar mücadeleci bir oyuncu daha görmedim. İster antrenman maçı olsun, ister maça hazırlanmak için rakip takımın kasetlerini izlediğimiz bir toplantı veya maçın ta kendisi fark etmez; her defasında bana ondan istediğim şeylerden daha fazlasını verdi." sözleriyle oldukça iyi bir şekilde ifade etmekte.
"Drafta katılmıyorum çünkü hala eksiklerim var ve bu eksiklerimi kapatabileceğim en iyi yer NCAA. Bazen bazı şeyler paradan daha önemlidir." Tim Duncan
1995-96'da Tim takımını bir kez daha ACC Turnuvası'nda şampiyonluğa taşırken ACC'de yılın oyuncusu ve NCAA yılın savunmacısı ödüllerine de ulaşıyordu. Artık Tim, takımını NCAA turnuvasında da Final Four'a taşımaya kararlıydı ama bu kez de Wake Forest'ın karşısına -daha sonra şampiyon olacak- Kentucky çıkınca 20 sayılık mağlubiyetin tesellisi Elit Eight'e kadar yükselmekle sınırlı kalacaktı. 1996 yazında Tim bir kez daha milli takımlara çağrılarak Dream Team III yıldızlarına karşı kendisini deneme fırsatını yakaladı. Duncan bu kez pota altında Sh**, Hakeem Olajuwon ve "Amiral" David Robinson üçlüsüyle cebelleşirken sahadan 9 sayı ve 6 ribaundla ayrıldı. Artık Duncan'ın bir sene daha NCAA'de oynamasına gerek yoktu çünkü drafta katıldığı an birinci sıradan seçilmemesi draftın en büyük sürprizi olacaktı. Ama Duncan h***esi şaşırtan bir karar alarak üniversiteyi bitirip psikoloji diplomasını almaya karar verdi. Her ne kadar önceleri Drafta ***en katılmamasının nedenini "Drafta katılmıyorum çünkü hala eksiklerim var ve bu eksiklerimi kapatabileceğim en iyi yer NCAA. Bazen bazı şeyler paradan daha önemlidir." diye açıklasa da gerçekte Tim'i drafta katılmaktan alıkoyan şey, ölmeden önce annesine verdiği bir sözdü. Delysia Duncan'ın çocukları için en büyük hayali hepsini üniversite mezunu olarak görebilmekti. Bunu bilen üç kardeş de ne pahasına olursa olsun üniversite eğitimlerini tamamlamak için kendi kendilerine söz verdiler. Sözünü sonuna kadar tutan Duncan, kolejdeki son yılında 14.7 ribaund ortalamasını yakalayarak tüm NCAA Division I oyuncuları arasında zirveye kuruldu. Buna ilaveten 20.8 sayı ortalamasını da tutturunca NCAA'in en prestijli ödüllerinden ikisi olan Wooden ve Naismith'in sahibini belirlemek de seçim komiteleri için fazla zor olmadı. Duncan, Wake Forest'tan mezun olduğunda NCAA tarihinde hem 2000 sayı+1500 ribaund toplamını geçen on oyuncudan biri; hem de 1500 sayı, 1000 ribaund, 400 blok ve 200 asiste ulaşan da ilk oyuncu unvanını kazanıyordu. Ayrıca yaptığı 431 blok onu ACC rekoruna taşıdı. (Bu kategoride NCAA genel sıralamasında ise şu an Golden State'te oynayan Adonel Foyle'nın hemen ardından ikinci sırada gelmekte.) Duncan'ı Kapmak 98 Draftında Duncan'ın Utah'lı Keith Van Horn ile çekişmesi beklense de kimse Van Horn'un Duncan'ı geride bırakarak birinci sıradan seçileceğine inanmıyordu. (Tabii o zamanlar kimse 9.sırada seçilen Tracy McGrady'inin de 30 sayı ortalamasıyla oynayacak bir süper star olacağını da tahmin etmiyordu.) Sonuçta biraz kader biraz şans Tim Duncan piyangosu San Antonio Spurs'ün başına vurdu. Spurs, NBA'e katıldığı 1976-1977 sezonundan beri playoff'larda olmasa bile normal sezonlarda (regular season) NBA'in en başarılı takımlarından biridir. Öyle ki Spurs, 26 sezon boyunca sadece 6 kez %50'lik galibiyet yüzdesinin altına indi. Talihin şu oyununa bakın ki 1995-96'da Spurs, sezonu 59 galibiyet elde ederek %72'lik bir yüzdeyle tamamlamıştı. 1996-97'de üst üste gelen sakatlıklarla takım en büyük iki yıldızı "Amiral" David Robinson ve Sean Elliott'ın yanında Chuck Person ve Charles Smith'ten de tüm sezon boyunca hemen hemen hiç faydalanılamayınca kaçınılmaz olarak Spurs ancak 20 galibiyet alabildi. Hoş bir yerden sonra NBA'in en kötü takımı olarak Lottary'de avantajlı konuma geçeceğiniz için yenilgiye pek ses çıkartmazsınız hatta yenilmek öncelikli hedefiniz haline bile gelebilir hele bir de işin ucunda Tim Duncan gibi bir yetenek varsa!!.. İkiz Kuleler Amerikan basketbol medyası 1980'lerde Houston'ın iki dev pota altı oyuncusu Hakeem Olajuwon ve Ralph Sampson'a yakıştırmış olduğu ikiz kuleler lakabını o kadar çok beğenmişti ki yetenek ve sahada sergiledikleri performansla onlardan çok da aşağı kalmayan Duncan ve Robinson ikilisi bir araya geldiğinde bu lakabı bir kez daha kullanmakta tereddüt bile etmediler. Tabii Samuel Huntington'ın Medeniyetlerin çatışması tezinin popülerleştiği 11 Eylül saldırılarından sonra kimse bu lakabı bir daha kullanmak istemedi ama Amiral ve Duncan her zaman için ikiz kuleler olarak hatırlanmaya devam edecek tıpkı Hakeem ve Sampson'ın da hatırlanacağı gibi. Duncan ve yaşlı kurt Robinson'ın ne kadar etkili ve uyumlu bir ikili olacağı beraber geçirdikleri ilk sezonda kendisini belli etti. 4 numaraya kaydırılan Duncan, daha efektif olduğu bu pozisyonda ligdeki hemen hemen tüm power forvetlerden daha uzun ve daha hareketli olduğundan her takım Duncan'ı savunmakta önemli zaaflar yaşadı. Duncan, bir çaylak için inanılmaz olarak adlandırabileceğimiz 21.1 sayı, 11.9 ribaund, 2.7 asist ve 2.51 blok ortalamalarını yakalayıp sezon boyunca her ay, “ayın rookie oyuncusu” olarak sezon sonunda “yılın en iyi çaylağı” ödülünü aldı hem de sezonun sonunda All-NBA takımına seçilerek, 1979-80 sezonunda Larry Bird'den bu yana çaylak sezonunda bu şerefe erişen ilk NBA oyuncusu oldu. Ayrıca Duncan 57 double-double'la bu kategoride de NBA lideriydi. Sonuçta San Antonio, o güne kadar bir NBA takımının sezon içinde gösterdiği en büyük yükselişi gerçekleştirerek önceki sezona kıyasla tam 36 galibiyet daha fazla aldı. Sıra playoff'lara geldiğinde Spurs, ilk turda Suns'ı 3-1 ile kolay geç***en, ikinci turda karşılaştıkları Malone&Stockton biraderlerin liderliğindeki Utah Jazz, serinin ikinci maçında Duncan'ın da sakatlanması sonucu Spurs'u ezip geçti.(4-1) Ama bu sadece şampiyonluğun bir yıl için erteleneceği anlamına geliyordu. NBA tarihinde şampiyon olan ilk eski ABA takımı, Spurs… NBA ve oyuncular sendikası arasındaki sorunlar nedeniyle ligin oldukça geç başladığı 1998-99 sezonunda Duncan'ın 21.7 sayı, 11.4 ribaund, 2.4 asist, 2.52 blok'luk performansı onu ikinci kez üst üste All-NBA yaparken defansif performansıyla da NBA All-defensive first team'e seçildi. Ayrıca 37 double-double'la bir kez daha bu kategoride zirvede yer aldı. Şampiyonlukla sonuçlanacak bu sezon aslında Spurs için o kadar da parlak başlamadı ama takıma deneyimli veteran Mario Elie'nin katılımı, böbreklerinden çok ciddi problemler yaşayan All-Star forvet Sean Eliott'ın inanılmaz fedakarlığı, Avery Johnson'ın zekası ve Tim Duncan'la David Robinson'ın mükemmel uyumu da eklenince 31-5'lik bir seri yakalayan San Antonio, Play-off'larda fırtına gibi eserek tarihindeki ilk şampiyonluğa ulaştı. Tim Duncan, New York Knicks karşısındaki final serisinde 27.4 sayı,14.0 ribaund ve 2.2 blok ortalamalarıyla takımını tarihindeki ilk NBA şampiyonluğuna ulaşmasında en önemli rolü oynayan oyuncuydu. Bu şampiyonluğun bir başka özelliği de Spurs, NBA'de şampiyon olan ilk eski ABA takımı olmasıydı. 1999-00 sezonu ise Tim için oldukça iyi başlamasına rağmen başladığı gibi bitmedi. Sayı ortalamasını 23.2'ye, ribaund ortalamasını da 12.4'e çıkaran Tim Duncan, Cleaveland karşısında 17 sayı, 17 ribaund ve 11 asistlik bir oyun ortaya koyunca 1994'te David Robinson'dan sonra triple-double yapan ilk Spurs oyuncusu oluyordu. Ayrıca All-Star maçındaki 24 sayısı ve 14 ribaundu sayesinde All-Star MVP ödülünü Sh** ile beraber paylaştı ve adet edindiği üzere bir kez daha All-NBA ve All-Defensive takımlarına seçildi. MVP oylamasını ise 5. sırada bitirdi. Ama ligin sonunda Sacramento karşısında sakatlanınca ligin geriye kalan birkaç maçını ve playoff'ları kaçırdı. 2000-01 sezonunda San Antonio Spurs ligin en çok galibiyet elde eden takımı olurken (5 Tim Duncan da bir yıl önce Sh**uille O'Neil'a kaptırdığı double-double krallığını geri alıyordu (66). Oynadığı 82 maçın 81'inde çift haneleri sayılara ulaşan Duncan, 52 kez 20'li, 10 kez de 30'lu sayıların üzerinde skor üretti ve her zamanki gibi adını All-NBA ve All-Defensive team'e yazdırdı. (22.2 sayı,12.2 ribaund, 3.0 asist ve 2.34 blok) Spurs'un son 12 yılında çıktığı 11. playoff yolculuğunun ilk turunda Spurs, Minesota'yı 3-1, ikinci turda ise Dallas Mavericks'i 4-1 ile rahat geç***en tekrardan yeşeren şampiyonluk umutları LA Lakers önünde süpürülerek son buldu (4-0). 2001-2002 sezonunda San Antonio'nun yine bir parlak normal sezon ve kötü biten playoff macerasına daha şahit olduk. Spurs, 58 galibiyet 24 mağlubiyet alırken Duncan oyununu bir üst seviyeye çıkartmayı başararak 5.profesyonel sezonunda lig MVP'si ödülüne ulaştı. (25.5 sayı, 12.7 ribaund, 3.7 asist ve 2.48 blok) 70 maçta Spurs'un skor yükünü çeken Duncan, 69 maçta da takımın en çok ribaund alan ismi oluyor ve bir kez daha kendisine All-NBA ve All-Defensive takımlarında yer buluyordu. Ayrıca Kareem Abdül-Jabbar, Patrick Ewing, Hakeem Olajuwon ve Sh**uille O'Neil'dan sonra sayı, ribaund ve blok kategorilerin her birinde ilk beş sırada bulunan 5.NBA oyuncusu olarak ismini rekor kitaplarına yazdırırken bir sezonda 2000 sayı, 1000 ribaund barajını geçen 14. NBA oyuncusu oluyordu. Tabi birde Bob Mc Adoo'dan sonra ilk kez double-double'larda 4 kez ligi zirvede tamamlayan forvet oyuncusu unvanını alıyordu. Playoff'ta ise San Antonio, Seattle Super Sonics karşısında oldukça zorlanırken çaylak Fransız guard, Tony Parker'ın inanılmaz oyunuyla turu geçmesini bildi. İkinci turda bir yıl önce elendikleri Lakers'la karşılaşan Spurs, bu kez de Lakers karşısında fazla bir varlık gösteremeyerek 4-1 elenmekten kurtulamadı. Bu arada Tim, kolejden beri beraber olduğu ve eskiden Wake Forest'ın da cheerleader'larından biri olan Amy ile dünya evine girdi.
"Eğer onun kadar iyiyseniz bence sahada trash-talk yapmanıza, zaten gerek yok. O, şu anda ligin en iyi oyuncusu." Charles Barkley
San Antonio Spurs, bugünlerde önemli bir değişim süreci içinde. Şu anda şampiyon kadronun ilk beşinden geriye kalan sadece iki oyuncu bulunmakta.(Duncan&Robinson) Bu yüzden son iki sezonda Duncan takımdaki liderliği oldukça belirgin bir şekilde devraldı. Mesela geçtiğimiz yıl bir Minnesota maçında Kevin Garnett trash-talk'la Duncan'ı sindirmeye çalışınca Duncan, hiç de alışık olmadığımız bir şekilde KG ye karşılık verdi ve olay her iki oyuncunun da diskalifiye edilmesiyle sonuçlandı. Bu konuda son günlerde dili iyice uzayıp önüne gelen oyuncuya sataşan ve en sonunda da mecburen, benim tabirime göre, bir eşek ile yaşayabileceği en ilginç tecrübeyi yaşayan Charles Barkley, şu yorumda bulunmuştu: "Eğer onun kadar iyiyseniz bence sahada trash-talk yapmanıza zaten gerek yok. O, şu anda ligin en iyi oyuncusu." Houston coach'u Rudy Tomjanovic ise Duncan'ın bu tür hilelerle durdurulamayacağını belirterek ekliyor: "Duncan kesinlikle durdurulması mümkün olmayan bir oyuncu sizin yapabileceğiz tek şey onun veya pas vereceği oyuncunun şutunu kaçırması için dua etmek olabilir." Duncan ise hayat ve basketbol felsefesini şu sözlerle açıklıyor: "Hiçbir zaman havalı gözükmeye çalışmadım. Böyle şeyler yapmaya çalıştığımda kendimi küçük düşürdüğümü düşünüyorum. Şu yaşıma kadar öğrendim ki eğer çok yüksekten uçup ayaklarınızı yere basmazsanız ya da durum kötüleştiğinde bunalıma girecek hale gelirseniz yine de kendinizi bir şekilde dengede tutmak zorundasınız. Ben bunu yapmaya, rahat olmaya çalışıyorum. Benim için son moda giyinmek önemli değil. Kıyafetimin rahat olması önemli. Olduğu kişiden başkası olmaya çalışmak veya bunun nasıl bir duygu olacağını denemek istemiyorum. Benim istediğim tek şey görevimi yapıp takımım için üretken bir oyuncu olmak. Bazı insanların benim için aşırı sakin veya tepkisiz demesi umurumda değil aslından bu tür sözleri kendim için bir iltifat olarak kabul ediyorum. David bana bir lider ve winner olmak konusunda çok şey öğretti. Ama aynı zamanda bunları yaparken gururumu ve onurumu korumam gerektiğini de öğrendim." Bu sezon Amiral Robinson'ın son sezonu, hatta belki free agent olacak Tim Duncan'ın da Spurs'teki son sezonu olabilir ama çoğu kişi gibi ben de Tim'in çok mutlu olduğu San Antonio'dan kolay kolay kopabileceğini sanmıyorum tıpkı Jason Kidd'in kendi yarattığı Nets fenomeninden kopamayacağını düşündüğüm gibi. Yine de kuşkusuz GM'ler bu yaz Payton, Stackhouse, Olowokandi, Kidd ve Duncan gibi serbest kalacak yıldız oyuncular için kıyasıya bir yarışa girişecekler. Artık kimlerin takım değiştireceğini ölü sezonda göreceğiz ama sezon sonunda değişmeyecek bir şey var ki, o da Tim Duncan’ın muazzam istatistikleri ile All-NBA ve All-Defensive takımlarında bir kez daha yer alacağı…
Re: NBA Oyuncuları'nın Hayat Hikayeleri(İlginç)
Full Name: Kenyon Martin
Height: 6' 9"
Weight: 234 lbs.
Position: Forward
Birth Place: Saginaw, MI
Birthday: December 30, 1977
College: Cincinnati '00
NBA Team: Denver Nuggets
Kenyon Martin, hem savaşçı hem de yetenekli savunmacıların en son örneği. Yaptığı Her blok veya smaç sanki bir sanat eseriymiş gibi kendisine özgü bir güzellik taşımakta. Ve konu savunma olunca Kobe Bryant’tan Sh**’e, Paul Pierce’tan Jermaine O’Neil’a kadar bir çok oyuncu onun ilgi alanının içine girmekte
Reenkarnasyon; Uzak Doğu inanışlarına -özellikle de Budizm’e- göre değişik bedenlerde ve belli aralıklarla ruhun tekrar tekrar ortaya çıkma haline reenkarnasyon yani yeniden doğuş denilmektedir. Brad Pitt’in “7 Years in Tibet” filmini seyreden okurlarımız (çoğunlukla da bayanlar) hatırlayacaktır. Pitt’in eğitmenliğini yaptığı küçük çocuk, aslında Budist inancına göre Tibet’in ruhani lideri Dalai Lama’nın ruhunun yeniden doğuşu olduğuna inanılarak Tibetli keşişler tarafından fakir ailesinin yanından alınıp dini liderliğe hazırlanır. (ki her Dalai Lama öldükten sonra da Tibetli keşişler yollara düşerek yeni Dalai Lama’yı aramaya koyulur, seri de 13. Dalai Lama, 14. Dalai Lama diye uzayıp gider...) Bir an için böyle bir durumun gerçek olabileceğini varsaysak ve bunu NBA’e taşısak eğlenceli olmaz mıydı ne dersiniz?! Mesela şampiyon “Bad Boys”un (Detroit Pistons) önemli oyuncularından Bill Laimbeer’i seyretmiş olanlar hatırlar, sahada rakibini durdurmak için denemeyeceği yol, yapmayacağı pislik yoktur. Her türlü çılgınlığa ve kavgaya her an için hazırdır ve ne olursa olsun savunduğu adama sayı attırmamak, ona maçı zehir etmek birinci önceliğidir. Bu tür bir özelliğin diğer bir oyuncuya da geçtiğini varsaysaydık herhalde ilk önceliğimiz takım arkadaşı Dennis Rodman olurdu. Peki NBA’in gelmiş geçmiş en vahşi ve çılgın oyuncularından olan Rodman’dan sonra kim gelebilirdi? Vukuatlarıyla NBA diskalifiye rekorunu kırmaya çalışan Rasheed Wallace fena bir tercih olmazdı herhelde, ne dersiniz? Bence halkaya eklenene bilecek son zincire de New Jersey Nets’in yarı psikopat yıldızı Kenyon Martin gerçekten çok yakışırdı. Bu para-psikolojik kurgumuzu bir kenara koyduğumuzda, şu an ligde oynayan oyunculardan çok azı draft edildikten bu kadar kısa bir süre sonra hem defansta hem de ofansta Kenyon Martin kadar takımına yardımcı olmuştur. Üstelik Martin, bu oyunu hem severek hem de yürekten oynayan bir oyuncu. Onun basketbola karşı olan tutkusunu her bir ribaund mücadelesinde, yaptığı her bloktan ya da smaçtan sonra gözlerinden anlayabilirsiniz. Şu an ligdeki yıldızlardan kaçı kırık bir bacakla maça devam etmek ister? Ya da kaçı gözünü hiç sakınmadan ve üç numara oynamasına bakmadan gerekirse Sh**’i savunacağını hatta duruma göre Sh**’i yere indirmekten bile kaçınmayacağını söyler? Kenyon Martin’i farklı kılan, onu diğerlerinden ayıran özellik işte bu. Ah, bir de insanlara savunma yaparken alınlarının ortasına dirsek atmasa!..
“ En basitinden Kenyon’ın ne kadar iyi bir çocuk olduğunu ve önünde çok iyi bir kariyerin kendisini beklediğini biliyorum ama bazı şeyleri değiştirmezse kendisine NBA’de yer yok!!” - DAVID STERN ‘NBA Başkanı’-
Dövücem Dövücem, Dedim Sana!!
Aslında konu hazır New Jersey iken ben de araya üç beş Go-Go bar hikayesi sıkıştırmak ya da anlayamayanlar için Go-Go bar ne demektir açıklamak isterdim (Daha detaylı bilgi için bknz. Pivot Dergisi, sayı 42 - Gökmen Ertem'in New Jersey Macerası) ama şartlar şu an için elvermediğinden biz efkarımızı evde dağıtıyoruz ne yapalım!! Madem Go-Go kelimesini açıklayamadık dilerseniz “Thug” kelimesiyle idare edelim. Sözlük anlamıyla thug; azılı haydut, eşkıya veya gangster demek. Kenyon Martin’e yakıştırılan bu lakap, Martin tarafından şiddetle reddedilse de geçen sezondaki vukuatları sonrası kendisine yapışıp kaldı. Adamımız geçtiğimiz yıl normal sezonda (regular season) 6 kez rakiplerine sportmenlik dışı faul yaptı ki bunların çoğu “öyle böyle değil” şeklinde tanımlayabileceğim cinstendi. Tabii doğal olarak da Kenyon, NBA komitesi tarafından 7 maç artı 347.057$ da para cezasına çarptırıldı ki bu miktar bazı oyuncuların neredeyse yıllık kazancıyla eş değer!!
Kenyon’ın marifetlerine bir göz atarsak en çok akılda kalan kurbanı Orlando Magic’in süper starı Tracey McGrady idi. Kenyon, Maç içinde smaç girişimlerine uyuz olduğu T-Mac’le kapışma ortamını hazırladıktan sonra nihayetinde T-Mac’in suratının ortasına bir “buse” kondurdu ve rahatlamış bir şekilde oyundan diskalifiye edildi. Kenyon Martin’e 15.000$ para ve iki maç oynamama cezasına mal olan bu olaydan sonra Magic’in antrenörü Doc Rivers: “Kenyon pis bir oyuncu değil. Benim inancım bu yönde ama sahada yaptığı şey tam anlamıyla bir pislik idi. NBA de bu tür davranışların yeri yok!!” şeklinde bir açıklamada bulunuyordu. Kenyon’ın bir diğer kurbanı ise Karl Malone amcam oldu. Nets’in Jazz’e kaybettiğinin hemen hemen kesinleştiği maçın son periyodunda bir Utah, fast break’i sırasında top Malone’a geldi, neyse ki adamımız Martin süratle olay mahalline yetişti de dirseğini hiç çekinemeden bir güzel Malone’un ağzının ortasına yapıştırdı!. Maçtan sonra Malone’un da tepkisi Doc Rivers’ınkine benzerdi: “Yorum yapmak istemiyorum ama bu tür davranışlara NBA’de yer yok.”(Keşke Malone zamanında takım arkadaşı John Stockton’ın dirseklerine de benzer bir tepki gösterebilseydi!!)
“Kenyon’ın yapmak istediği tek şey insanların eskisi gibi etrafta dolaşıp bizi rahatlıkla itip kakamayacağını göstermek başka bir şey değil!!..” -Byron Scott-
Kesinlikle Malone ve Rivers’ın konuşmalarında üstüne basarak “NBA’de bu tür şeylere yer olmadığını” vurgulamaları bir tesadüf değildi. İki deneyimli isim NBA’e “Bu adamı hizaya getirin” mesajını gönderiyordu. NBA Başkanı David Stern’in cevabı da gecikmedi. Martin’i her defasında bir sonraki dirseği için büyük bir para ve maç cezası ile tehdit etti. Hatta durum öyle bir raddeye geldi ki televizyonda Stern, Martin’e üstü kapalı da olsa “seni NBA’de oynattırmayız” tehdidinde bulundu: “En basitinden Kenyon’un ne kadar iyi bir çocuk olduğunu ve önünde çok iyi bir kariyerin kendisini beklediğini biliyorum ama bazı şeyleri değiştirmezse kendisine NBA’de yer yok!!” Stern’e ilk tepki Nets’in coach’u Byron Scott’tan geldi: “Kenyon’ın yapmak istediği tek şey insanların eskisi gibi etrafta dolaşıp bizi rahatlıkla itip kakamayacağını göstermek başka bir şey değil!.” Kulağı çekilen Martin ise biraz sakinleşmişti. Örneğin geçtiğimiz yıl konferans finalinin beşinci maçında Boston Celtics’li Walter McCarthy, Martin’e öyle sert bir faul yaptı ki normal şartlar altında Kenyon, Mc Carthy’e tereddüt etmeden saldırırdı. Ama bu kez öyle olmadı. Martin, yumruklarını sıkıp dişlerini biraz gıcırdatmakla yetindi ve gidip uslu uslu faul atışlarını kullandı. Haliyle bu durum medyanın da yoğun dikkatini çekti ve spor sayfalarında: “Martin, rekora gidiyor. Tam 33 maçtır sportmenlik dışı faul yapmadı ve oyundan atılmadı!!” tarzı haberler yer bulmaya başladı. Takım arkadaşı Lucious Harris bir basın toplantısında Kenyon ile ilgili olarak şunları söylüyordu: “Kenyon sanırım gerçekten kendisini kontrol etmeyi öğrenmeye başladı. Onun sertliğine ihtiyacımız var ama bunun için sahada kalması ve anlamsız sportmenlik dışı fauller yapmaması gerekli. Yine de düşündüğümde bu oyunu onun kadar yürekten oynuyorsanız bu tür şeylerin olması da bir bakıma kaçınılmaz.” Martin’in uslanıp uslanmadığı konusundaki açıklamaları ise oldukça ilginçti: “Ben ne nazikleştim ne de kibarlaştım sadece biraz daha aklım başıma geldi. Artık işlerin o noktaya gelmesine izin vermiyorum. Yalnızca oyunumu oymaya çalışıyorum ve bu oyunu pis oynadığımı artık kimse iddia edemez!!” Martin, eğer bu durumu biraz daha ***en idrak edebilseydi çaylak sezonunda Mike Miller’a Yılın Çaylağı (Rookie Of The Year) ödülünü büyük bir ihtimalle kaptırmayacaktı. Şimdi dilerseniz Kenyon Martin’in geçmişine ve kariyerine biraz daha yakından göz atalım.
“ Ben pısırık çocukluk günlerimden bu yana çok değiştim. Benimle o zamanlar uğraşan h***ese -nazik bir el hareketiyle birlikte- alın bunu diyorum!!” –Kenyon Martin-
Sorunlu Çocukluk Yılları
Kenyon Martin 30 Aralık 1977’de Saginaw Michigan’da Lydia Moore ve Paul Boby’nin çocuğu olarak dünyaya geldi. (İlginç bir rastlantı benim bu yazıyı hazırladığım şu saatlerde takvim 30 Aralık’ı göstermekte.) Kenyon çocukluğunu ise Güney Dallas yakınlarındaki Oak Cliff’de geçirdi. Çoğumuz en azından birkaç kez televizyonda Amerikan gençlik filmlerine rastlamışızdır. Klasikleşen bir biçimde sınıfta 3 tip insan vardır. Birincisi sınıfın h***ese sözü geçen, istediği kızla çıkan, ona buna sataşan ve sıklıkla da milleti döven, kabadayı elemanı. İkinci olarak bu elemanın etrafında dolaşan popülerlik budalası tipler ve sınıfın kendi halinde yaşayan normal ahalisi. Son olarak da sınıfın sessiz, sakin, çalışkan ve diğerlerinin bolca sözlü tacizine uğrayan en pısırık tipi. Sizce Kenyon Martin çocukken bu klişe karakterlerden hangisine daha yakın bir veletti? Sanıyorum ki çoğunluğun cevabı ilk seçenekten yanadır.
Ama Martin, beklentinizin aksine sınıfın kendi halindeki sessiz, sakin elemanıydı. Üstelik çocukken kekeleme problemi olması onu iyice diğerlerinin alay konusu haline getirmişti. Tüm bunlar yetmezmiş gibi o zamanlar ten renginin bir siyah için çok açık olması da onunla “Sarı Çocuk” (Yellow Boy) diye dalga geçilmesine neden olmaktaydı. Daha da ilginci Kenyon’a birisi sataştığı zaman onu bu durumdan kurtaran ve dayılanan çocukları döven çoğunlukla büyük ablası Tamara olmaktaymış. Merak edenler için bugün Martin’in göğsünün üzerinde bulunan “Bad Ass Yellow Boy” dövmesi o günlere bir gönderme niteliği taşımaktadır. Martin’e çocukluk günleri sorulduğunda gayet kibar bir cevap alıyoruz: “Ben pısırık çocukluk günlerimden bu yana çok değiştim. Benimle o zamanlar uğraşan h***ese -nazik bir el hareketiyle birlikte- alın bunu diyorum!!” Kimilerine göre bugün Kenyon’ın yaptığı sportmenlik dışı fauller bile çocukluğu ile doğrudan ilgili. Martin’in hoş bir çocukluk geçirmediği kesin ama a-sosyal bir karakterden bir NBA yıldızına dönüşmek kolay olmasa gerek. İşte bu noktada sporun insan hayatındaki etkisi daha da belirgin bir hal almakta. Pısırık bir gencin sadece birkaç yıl içinde NBA efsanesi Oscar Robertson’ın NCAA rekorlarına göz dikmesini herhalde başka türlü açıklayamayız.
Sade bir savunmacıdan, NBA draft’ında bir numaradan seçilmeye uzanan yol;
Kenyon Martin, Cincinati Üniversitesi’ne ilk geldiği günlerde atletik özelliklerini ön plana çıkaran, fena savunma yapmayan ama çok sınırlı hücum yetenekleri olan bir oyuncuydu. Freshman sezonunda (1996-97) ancak üç maça ilk beşte başlayan Martin, sahaya çıktığı 22 maçta 2.8 sayı, 3.4 ribaund ve 0.4 asist ortalamasıyla oynamıştı. Üstelik %31 gibi rezalet ötesi bir serbest atış yüzdesiyle tam anlamıyla vasat bir bench oyuncusu profili vermekteydi ki NCAA takımlarında gayet bol miktarda bu tarz oyunculardan bulunmaktadır. Tabii O sezon Cincinati Bearcats’in tüm sezon öncesi (pre-season) anketlerinde bir numara olarak gösterildiğini de hesaba katarsak böyle bir kadroda kendisine yer bulmasının da bir freshman için oldukça zor olduğunu da göz ardı etmemeliyiz. O sezon Cincinati, Conference USA (C-USA) şampiyonluğunu kazanmasına rağmen NCAA turnuvasında büyük bir hayal kırıklığıyla evine geri dönecekti. Takımdaki yıldız son sınıf öğrencilerinin yıl sonunda mezun olmasıyla eski Yeşil Çam filmlerindeki meşhur “Bugün assolist gelmedi. Bari sen çık da bir-iki şarkıyla şu müşterileri oyala” tarzı bir fırsat yakalayan Kenyon, 1997-98 sezonunda eline geçen bu fırsatı gerçekten iyi kullandı. Atletik özelliklerini ve acı kuvvetini oyuna daha çok yansıtan Martin, bir anda rakip takımların en çok çekindiği savunmacılardan biri haline gelmişti. Oynadığı 30 maçın hepsine ilk beşte başlayan Kenyon, ortalamalarını 9.9 sayı, 8.9 ribaund ve 2.8 blok’a yükseltti. Sezon boyunca en çok akıllarda kalan performansını ise DePaul karşısında 24 sayı, 23 ribaund ve 10 blok ile oynadığı maçta sergiledi. Böylelikle 31 yıl sonra ilk kez bir UC (University of Cincinati) oyuncusu triple-double yapıyordu. Martin’in yükselen performansıyla beraber Cincinati, bir kez daha hem C-USA’de regular sezon hem de C-USA turnuvası şampiyonluğuna ulaştı. Martin de C-USA turnuvası MVP ödülünün yanı sıra konferansın en iyi savunmacısı ödülünü kucaklıyordu. 98-99 sezonuna üst üste 15 galibiyet alarak başlayan Cincinati Bear Cats, ard arda gelen 4. C-USA şampiyonluğuna ulaşıyordu. Kenyon ise bir yıl önceki istatistiklerine yakın bir performans ortaya koyup 10.1 sayı ve 6.9 ribaund ile oynayarak College Hoops Insider tarafından yılın en iyi savunmacısı olarak ödüllendirilmiş, Basketball News tarafından yılın en iyi savunma ve Associated Press tarafından da All-American ilk beşine seçilmişti. Artık o NCAA’in en iyi savunmacılarından biri kabul edilen, vasatın üzerinde bir oyuncuydu. Ama NCAA’deki son sezonunda öyle bir sıçrama gerçekleştirdi ki tüm Amerika artık onun Kolejlerdeki en iyi oyuncu olduğu konusunda hem fikir hale geldi.
“Eskiden her maça çıktığımda Tanrıya lütfen bana faul yapmasınlar diye dua ederdim. Öyle ki hakemler bana yapılan bir faulü çalmadığı zaman bile sesimi çıkartmıyordum. Ama bu sezon çalınmayan faullere bayağı sinirlenmeye başladım!!” - Kenyon Martin-
DerMarr Johnson (Atlanta Hawks takımında oynamakta ama sezon öncesi bir trafik kazasında boynunu kırdı ve sezonu açamadan kapadı!) ve Steve Logan (Golden State tarafından bu yıl 30. sıradan seçilmesine rağmen Warriors'ın guard bolluğu dolayısıyla kendisine kadroda yer bulmadı.) gibi güçlü bir back court’la desteklenen Martin, ilk kez hücumda daha evvel hiç yapmadığı şeyleri yapmaya başlamıştı. Orta mesafe şutları artmış, çembere daha korkusuzca ve daha çok yüklenmeye başlamış hatta ilk kez üç sayılık atışlarında bile isabet bulmuştu. Hatta ilk üç sezonundaki %48’lik ortalama serbest atış yüzdesi bile %68’e çıkmıştı; “Eskiden her maça çıktığımda Tanrıya lütfen bana faul yapmasınlar diye dua ederdim. Öyle ki hakemler bana yapılan bir faulü çalmadığı zaman bile sesimi çıkartmıyordum. Ama bu sezon çalınmayan faullere bayağı sinirlenmeye başladım!!”
Yükselen Yetenek
İnanılmaz savunma becerilerinin yanına eklediği patlayıcı hücum gücüyle Martin, (18.9 sayı, 9.7 ribaund, 3.5 blok!) Cincinati’nin rakiplerini ezip geçmesini sağlıyordu. Bu arada Tulane karşısında da 28 sayı, 13 ribaund ve 10 blok ile kariyerinin ikinci triple-double’ına imza atmıştı. Tüm basın drafta ilk sırada seçilmesi beklenilen yıldız power forvet’in peşindeydi ve daha da önemlisi h***es onun nasıl kısıtlı hücum yeteneklerini bir sezon içerisinde bu kadar çok geliştirdiğini merak ediyordu. Martin’in cevabı ise çalışmanın bir sporcu için ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktaydı; “Sadece benden istenileni yaptım. Bob, geçtiğimiz sezonun sonunda bana gelecek sezon daha çok sayı atıp atamayacağımı, buna kapasitemin olup olmadığını sordu. Ben de tüm yaz hücum hareketlerim üzerinde çalıştım, her gün saatlerce şut attım ve sanırım hücum yönümü geliştirmeyi başardım. Çünkü bunu yapamayacağını düşünseydi Bob’ın benden böyle bir şey istemeyeceğini biliyordum. Onu hayal kırıklığına uğratamazdım.”
Daha evvel ki başarısız NCAA turnuvası maceralarından sonra bu kez Cincinati taraftarları en azından final four bekliyorlardı. Sonuçta Amerika’nın en dominant front court oyuncusu Bearcats’teydi. Ama tüm hayaller Kenyon Martin’in C-USA turnuvasında sağ bacağını kırmasıyla son bulacaktı. Martin’siz UC ancak ikinci tura kadar yükselerek şampiyonluk bekledikleri turnuvadan elleri boş bir şekilde geri dönüyordu. Martin ise üzüntüden kahrolmuş bir biçimde evinde dinlenmekteydi; “Ameliyattan çıktığım zaman her şeyin bittiğinin farkındaydım. İsyan etmek istiyordum. Niye böyle bitmişti. Bu şekilde bitemezdi, bitmemeliydi!! Arkadaşlarım sahada her şeyiyle savaşırken ben evimdeki rahat koltuğuma uzanmış onları seyrediyordum hem de bana en çok ihtiyaç duydukları anda. Kendimi sanki onlara ihanet etmiş gibi hissettim. Bacağım kırık da olsa bir şekilde onların yanında, sahada mücadele ediyor olmalıydım!!” diyerek benchde alçılı ayağı ile arkadaşlarına destek verdi.
“Arkadaşlarım sahada her şeyiyle savaşırken ben evimdeki rahat koltuğuma uzanmış onları seyrediyordum hem de bana en çok ihtiyaç duydukları anda. Kendimi sanki onlara ihanet etmiş gibi hissettim. Bacağım kırık da olsa bir şekilde onların yanında, sahada mücadele ediyor olmalıydım!!” -Kenyon Martin-
Oscar Robertson’dan sonra UC tarihinin en iyi oyuncusu
Sezon sonunda Kenyon, NCAA’deki tüm ödülleri silip süpürerek Naismith, Wooden, Associated Press, Sporting News, NABC ve Amerikan Ulusal Basketbol Yazarları Birliği yılın oyuncusu ödüllerini kazandı.
Bildiğiniz üzere Oscar “Big O” Robertson, NCAA ve NBA tarihinin gelmiş geçmiş en büyük oyuncularından biridir. Cincinati Üniversitesi’ni tarihinde ilk kez NCAA turnuvasına ve Final Four’a taşıyan Robertson, kolej kariyerinde tutturduğu 33.8 sayı ortalamasıyla ( NCAA tarihinin en iyi 3. sayı ortalaması) 3 kez yılın oyuncusu ödülüne ulaşmış, NBA kariyerinde ise 1971’de Milwaukee’yi şampiyonluğa taşımış, 6 kez NBA asist kralı olmuş ve NBA’in en büyük skorerleri arasına da adını yazdırmıştır. Amerikan Ulusal Basketbol Yazarları Birliği yılın oyuncusu ödülünü en son kazanan Cincinati oyuncusunun Oscar Robertson olması sanırım bu ödülün ne kadar zor kazanıldığını ve Kenyon Martin’in de kendisini hangi ölçüde geliştirdiğinin kanıtıdır. Martin’in bu ödülü kazanmasından sonra Robertson’ın yorumu şu olmuştur: “40 yıl sonra bu ödül ilk kez bir UC oyuncusuna gitti ve bu onuru bir başka Bearcat ile paylaşmak kişisel olarak bana çok şey ifade ediyor.” Ayrıca Martin kolej kariyerinde kullandığı 875 şutun 513’ünde isabet bularak %58 şut yüzdesiyle Oscar Robertson’ın önünde okul rekorunu elinde bulundurmakta. Martin’in elinde tuttuğu ve şu an için kırılmasına imkansız gözüyle bakılan bir diğer rekor ise 292 blokla Cincinati tarihinin en çok blok yapan oyuncusu olması. (Çünkü onu geçmek isteyen bir oyuncu ise en azından 4 yıl için 2.6 blok ortalaması ile oynamak zorunda.)
Millenyumun Bir Numarası!!
Hidayet’in Sacramento tarafından 16. sıradan seçilerek göğsümüzü kabarttığı 2000 Draft’ına genel olarak baktığımız zaman gerçekten çok sayıda yıldız adayla karşılaşmamıştık. Bu yüzden Kenyon Martin’in birinci sıra için rakibi yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla ilk sıradan seçilmesi neredeyse hiç kimse için sürpriz olmadı. C-USA tarihinin en başarılı koçu Bob Huggins’in draftla ilgili değerlendirmesi ise şu şekildeydi: “Kenyon, hak ettiği sıradan seçildi. O benim yetiştirdiğim en iyi oyuncuydu. Ayrıca Dallaslı bu genç adam kadar kendisini geliştiren başka birisini de görmedim. Takıma katıldığında iyi bir savunmacı ve ribauntçuydu ama hücum yeteneklerini çok geliştirdi. Düşünün medya ve rakip takımlar bile ondaki gelişim karşısında afallayıp kaldı. Bu çocuk sahada sizin ondan istediğiniz her şeyi yapar. Kimi isterseniz savunur. Artık hook atışları, pota altı dönüşleri, orta mesafe şutları da gelişti. Ama NBA’de 4 numara için biraz kısa ve çelimsiz kalabilir. Sanırım kısa forvet oynamaya da yavaş yavaş alışacaktır.”
“ Ben hayatımda böyle bir şey görmedim!! Adamın kemiği paramparça olmuştu ama o hala oynamak için diretiyordu!!” -Stephon Marbury-
Nets’in yeniden yapılanma süreci
1967 yılında Americans ismiyle kurulan ve ABA’da mücadele eden New Jersey, 1969 yılında New York’a taşınarak ismini New York Nets olarak değiştirdi. Nets, ABA’da kazanılan iki şampiyonluğun ardından 1976-77 sezonunda ABA’dan NBA’e geçmeye karar verdi. Bir sonraki sezon ise takım tekrar New Jersey’e taşındı. Geçtiğimiz haftalarda yaşanan ve Byron Scott’ın; New York- New Jersey rekabeti denen bir şeyin varolmadığını çünkü rekabetin ancak birbirine yakın seviyedeki iki takım arasında meydana gelebileceğine dair manidar sözleriyle alevlenen New Jersey-New York sürtüşmesinin sebeplerinden birisi bu. Diğer neden ise New Jersey’lilerin onlara göre daha gelişmiş ve zengin olduğuna inanan ve kendilerini daha üstün gören komşu New York’lulardan bir nevi intikam alma duygusu olabilir. Konumuza geri dönersek New Jersey, geçtiğimiz yıla kadar NBA’in pek de başarılı takımlarından biri değildi. 1998-99 sezonunda John Calipari’nin yönetimindeki Nets ancak 15 galibiyet alabilmişti. Calipari’nin yerine getirilen Don Casey’de de durum çok da farklı olmamış ve NJ, 31 galibiyet almıştı. 2000-01 sezonuna girilirken NJ yönetimi, takımı Magic Johnson’ın 1980’lerdeki “Show Time” Los Angeles Lakers’ının en önemli oyuncularından Byron Scott’a emanet etmeye karar verdi. Böylelikle Scott, Nets tarihinde birinci sıradan Draft edilmiş ikinci oyuncuyla beraber çalışma fırsatını yakalamıştı. (Merak eden arkadaşlar için Nets’in daha önce birinci sıradan seçtiği oyuncu, şu an Sixers’da oynayan, süper bir kariyere sahip olabilecekken disiplinsizliği ve uyumsuzluğu nedeniyle her şeyi elinin tersiyle iten Derrick Coleman’dı.) Martin için çaylak sezonu (rookie season) oldukça iyi geçiyordu. 12.0 sayı, 7.4 ribaund ve 1.66 blok ortalamasıyla tüm çaylaklar arasında blokta birinci, sayı ve ribaund’ta ise ikinci sırada gelmekteydi. Oynadığı 68 maçın hepsinde ilk beşte başlayan Martin, 10 karşılaşmayı double-double yaparak tamamladı. Milwaukee karşısında ise NBA kariyerinin ilk triple-double’ına (18 sayı, 15 ribaund, 11asist) ulaşıyordu ki bugüne kadar sadece 6 oyuncu çaylak sezonunda bunu başarabildi. Talihsizlik Martin’i, sezonun sonuna yaklaşılırken yakaladı. Martin, Boston maçı sırasında meydana gelen bir çarpışmada tekrar sağ bacağını kırınca sezonu kapatmak zorunda kalıyordu. Bu maçla ilgili en ilginç nokta ise; Kenyon, bacağı kırıldıktan sonra bile maça devam etmek için Koç Scott’a ısrar etmiş ancak yardımcı antrenörlerin zoruyla soyunma odasına götürülebilmişti. Bu olayla ilgili o dönem Nets’in oyun kuruculuğunu yapan Stephon Marbury şunları söylemekte: “Ben hayatımda böyle bir şey görmedim! Adamın kemiği paramparça olmuştu ama o hala oynamak için diretiyordu!!”
Çok başarılı bir çaylak sezonu geçirmesine rağmen Martin, Yılın Çaylağı Ödülü’nde (Rookie of The Year)
Orlando’lu Mike Miller’ın gerisinde kalarak kullanılan 124 oyun ancak 36’sını alabildi. (Miller, 75 oy) Çoğu kişiye göre Martin de en az Miller kadar bu ödülü hak etmişti ama Miller’ın play-off oynayan bir takımda yer alması ve Martin’in saha içinde biraz evvel bahsettiğimiz agresif tavırları onun için önemli bir dezavantaj oluşturmuştu.
Jason Kidd&Kenyon Martin: 26 yıl sonra gelen ilk final
“Bu takım içindeki bazı adamlarda yürek yok !! Kaybetmeyi hiçbir zaman sevmesem de kaybetmeye dayanabilirim. Ama yüreklerini sahaya koymayan adamlara kesinlikle tahammül edemiyorum.” -Kenyon Martin-
Nets’in 2000-2001 sezonunda ancak 25 galibiyet alması takımdaki bazı şeylerin değişmesi gerektiğini açıkça ortaya koyuyordu. Nets yönetimi çok akıllıca bir kararla bugüne kadar yapılmış en iyi takaslardan (trade) birine imzasını attı. Stephon Marbury, Johnny Newman ve Soumaila Samake’yi Phonex’e, Jason Kidd ve Chris Dudley karşılığında takas edildi. Böylelikle Nets uzun zamandır ihtiyaç duyduğu lider oyuncu ihtiyacını karşılıyordu. “Mr.Triple Double” Jason Kidd’in liderliğindeki Nets, Kenyon Martin ve Keith Van Horn gibi yetenekli oyuncular, disiplinli ve takım oyununa dayanan Byron Scott’ın oyun tarzıyla -sanki bir önceki sezon 25 galibiyet alan takım başka bir takımmış gibi- Doğu’da fırtına gibi esmeye başladı. Martin de istatistiklerini neredeyse her kategoride yükselterek 14.9 sayı, 5.3 ribaund, 2.6 asist, 1.6 blok, 1.2 top çalma ortalamalarına ulaşıyor, çaylak sezonunda %9 olan üç sayı yüzdesini ise %22’ye taşıyordu. Ayrıca yaptığı 108 smaç ile bu kategoride de NBA’in ilk beş oyuncusundan biriydi. Takım kimyasını yakalayan Nets, sezon sonunda aldığı 52 galibiyet ile Doğu’nun zirvesinde yer alıyordu. Playoff’a geldiğimizde Nets’in rakibi, ancak son sıradan playoff’a girebilen, yüce insan Reggie Miller’ın takımı Indiana Pacers’tı. Reggie ve Pacers, kanının son damlasına kadar dirense de saha avantajını iyi kullanan Nets, seriden 3-2 galip ayrılan taraf oluyordu. Konferans yarı finalindeki rakip ise Orlando’yu 3-1 ile rahat geçen Hornets idi. Beklenilenin aksine Hornets, Nets’e oldukça kolay teslim olacaktı. (4-1) Konferans finalindeki rakip ise zorlu Boston Celtics’ti. Pierce ve Walker’ın büyük çabasına rağmen Kidd’in mükemmel performansı ve liderliği sayesinde New Jersey Nets adını finale yazdırıyordu. Ortak fikir Sacramento engelini aşmış Lakers’ın şampiyonluğa ulaşacağı ama Nets’in de en azından kendi evindeki bir ya da iki maçı alacağı yönündeydi. Ama Sh** faktörü buna izin vermedi ve LA Nets’i 4-0 ile süpürdü. Daha önceki turlarda Jermaine O’Neil, Paul Pierce ve kimi zaman Antoine Walker’ı savunan Martin, Lakers serisinde takımın en iyi savunmacısı olduğu için Rick Fox, Robert Horry, Kobe ve hatta bazen Sh**’le bile karşı karşı oynamak zorunda kalmıştı. Martin bu seride normal sezon istatistiklerine kıyasla vites arttırarak 22.0 sayı, 6.5 rib ve 2.0 asist ortalaması ile oynamış, playoff genelinde ise 16.8 sayı, 5.8 rib ve 1.3 blok ortalamalarını tutturmuştu. Yalnız 4-0 gibi bir hezimete uğramak Nets’te mini bir kelle avı başlattı. Kenyon Martin, Jason Kidd ve Kerry Kittles’ın elinden geleni yapmasına karşılık Keith Van Horn’un isteksiz oyunu ve Todd MacCulloch’un Sh** karşısında “zavallı ötesi” bir duruma düşmesi bu iki ismin takım içinde çeşitli eleştirilere maruz kalmasına yol açtı. Özellikle Van Horn, takımdaki oyuncuların büyük bir kısmının tepkisini çekmişti. Seriden sonra Martin, Van Horn’u kastederek şunları söyledi : “Bu takım içindeki bazı adamlarda yürek yok!! Kaybetmeyi hiçbir zaman sevmesem de kaybetmeye dayanabilirim. Ama yüreklerini sahaya koymayan adamlara kesinlikle tahammül edemiyorum.”
Her ne kadar olaydan sonra Martin söyledikleri dolayısıyla özür de dilese bazı şeylerin fitili çoktan ateşlenmişti. Ve sonuç olarak Keith Van Horn ve MacCulloch Sixers’a gönderilerek karşılığında Dikembe Mutombo takıma getirildi. Bu şekilde belki Sh**’i durduracaklarını düşünmüş olabilirler ama Mutombo’nun Sh**’ın panzehiri olmadığı Sixers-Lakers finalinde belli olmuştu. Üstelik Mutombo’nun bu sezonki sakatlığı yüzünden Nets, Mutombo’dan yeteri kadar faydalanamadı. Şu an için takastan karlı çıkan taraf Sixers gibi gözükmekte. Ama Mutombo olsun ya da olmasın Doğu’nun bu sezon da en büyük favorisi Jason Kidd ve Kenyon Martin’li Nets.
Kenyon Martin NBA’in en iyi savunmacılarından biri, spektaküler smaçları ve sürekli geliştirdiği hücum yetenekleriyle önemli bir de ofansif tehdit ama hala yeterince tecrübeli değil ve fazlasıyla öfkeli. Ülkemizin kendisine has o güzelim sosyolojik şartlarında Kenyon Martin; gerçekten taraftarın sevgilisi olur, tribünlerden “Kenyon bizi diskoya götür”, “vur kır parçala bu maçı kazan” gibi sloganlarla desteklenerek iyice ateşlenirdi ama maalesef Kenyon’ın tarzı NBA için biraz fazla sert kaçmakta. Kenyon’ın gücü belki bu hırsında gizli. Onun daha “kibar” oynamasını istemek bu yaz MTV’de “Tainted Love”la sıkça dinlediğimiz Marilyn Manson’dan pop yapmasını istemekle eşdeğer olabilir. Hırslı olmak güzeldir. Ama bir atasözümüzü göz ardı etmemeliyiz: “Keskin sirke, küpüne zarar!.”
Height: 6' 9"
Weight: 234 lbs.
Position: Forward
Birth Place: Saginaw, MI
Birthday: December 30, 1977
College: Cincinnati '00
NBA Team: Denver Nuggets
Kenyon Martin, hem savaşçı hem de yetenekli savunmacıların en son örneği. Yaptığı Her blok veya smaç sanki bir sanat eseriymiş gibi kendisine özgü bir güzellik taşımakta. Ve konu savunma olunca Kobe Bryant’tan Sh**’e, Paul Pierce’tan Jermaine O’Neil’a kadar bir çok oyuncu onun ilgi alanının içine girmekte
Reenkarnasyon; Uzak Doğu inanışlarına -özellikle de Budizm’e- göre değişik bedenlerde ve belli aralıklarla ruhun tekrar tekrar ortaya çıkma haline reenkarnasyon yani yeniden doğuş denilmektedir. Brad Pitt’in “7 Years in Tibet” filmini seyreden okurlarımız (çoğunlukla da bayanlar) hatırlayacaktır. Pitt’in eğitmenliğini yaptığı küçük çocuk, aslında Budist inancına göre Tibet’in ruhani lideri Dalai Lama’nın ruhunun yeniden doğuşu olduğuna inanılarak Tibetli keşişler tarafından fakir ailesinin yanından alınıp dini liderliğe hazırlanır. (ki her Dalai Lama öldükten sonra da Tibetli keşişler yollara düşerek yeni Dalai Lama’yı aramaya koyulur, seri de 13. Dalai Lama, 14. Dalai Lama diye uzayıp gider...) Bir an için böyle bir durumun gerçek olabileceğini varsaysak ve bunu NBA’e taşısak eğlenceli olmaz mıydı ne dersiniz?! Mesela şampiyon “Bad Boys”un (Detroit Pistons) önemli oyuncularından Bill Laimbeer’i seyretmiş olanlar hatırlar, sahada rakibini durdurmak için denemeyeceği yol, yapmayacağı pislik yoktur. Her türlü çılgınlığa ve kavgaya her an için hazırdır ve ne olursa olsun savunduğu adama sayı attırmamak, ona maçı zehir etmek birinci önceliğidir. Bu tür bir özelliğin diğer bir oyuncuya da geçtiğini varsaysaydık herhalde ilk önceliğimiz takım arkadaşı Dennis Rodman olurdu. Peki NBA’in gelmiş geçmiş en vahşi ve çılgın oyuncularından olan Rodman’dan sonra kim gelebilirdi? Vukuatlarıyla NBA diskalifiye rekorunu kırmaya çalışan Rasheed Wallace fena bir tercih olmazdı herhelde, ne dersiniz? Bence halkaya eklenene bilecek son zincire de New Jersey Nets’in yarı psikopat yıldızı Kenyon Martin gerçekten çok yakışırdı. Bu para-psikolojik kurgumuzu bir kenara koyduğumuzda, şu an ligde oynayan oyunculardan çok azı draft edildikten bu kadar kısa bir süre sonra hem defansta hem de ofansta Kenyon Martin kadar takımına yardımcı olmuştur. Üstelik Martin, bu oyunu hem severek hem de yürekten oynayan bir oyuncu. Onun basketbola karşı olan tutkusunu her bir ribaund mücadelesinde, yaptığı her bloktan ya da smaçtan sonra gözlerinden anlayabilirsiniz. Şu an ligdeki yıldızlardan kaçı kırık bir bacakla maça devam etmek ister? Ya da kaçı gözünü hiç sakınmadan ve üç numara oynamasına bakmadan gerekirse Sh**’i savunacağını hatta duruma göre Sh**’i yere indirmekten bile kaçınmayacağını söyler? Kenyon Martin’i farklı kılan, onu diğerlerinden ayıran özellik işte bu. Ah, bir de insanlara savunma yaparken alınlarının ortasına dirsek atmasa!..
“ En basitinden Kenyon’ın ne kadar iyi bir çocuk olduğunu ve önünde çok iyi bir kariyerin kendisini beklediğini biliyorum ama bazı şeyleri değiştirmezse kendisine NBA’de yer yok!!” - DAVID STERN ‘NBA Başkanı’-
Dövücem Dövücem, Dedim Sana!!
Aslında konu hazır New Jersey iken ben de araya üç beş Go-Go bar hikayesi sıkıştırmak ya da anlayamayanlar için Go-Go bar ne demektir açıklamak isterdim (Daha detaylı bilgi için bknz. Pivot Dergisi, sayı 42 - Gökmen Ertem'in New Jersey Macerası) ama şartlar şu an için elvermediğinden biz efkarımızı evde dağıtıyoruz ne yapalım!! Madem Go-Go kelimesini açıklayamadık dilerseniz “Thug” kelimesiyle idare edelim. Sözlük anlamıyla thug; azılı haydut, eşkıya veya gangster demek. Kenyon Martin’e yakıştırılan bu lakap, Martin tarafından şiddetle reddedilse de geçen sezondaki vukuatları sonrası kendisine yapışıp kaldı. Adamımız geçtiğimiz yıl normal sezonda (regular season) 6 kez rakiplerine sportmenlik dışı faul yaptı ki bunların çoğu “öyle böyle değil” şeklinde tanımlayabileceğim cinstendi. Tabii doğal olarak da Kenyon, NBA komitesi tarafından 7 maç artı 347.057$ da para cezasına çarptırıldı ki bu miktar bazı oyuncuların neredeyse yıllık kazancıyla eş değer!!
Kenyon’ın marifetlerine bir göz atarsak en çok akılda kalan kurbanı Orlando Magic’in süper starı Tracey McGrady idi. Kenyon, Maç içinde smaç girişimlerine uyuz olduğu T-Mac’le kapışma ortamını hazırladıktan sonra nihayetinde T-Mac’in suratının ortasına bir “buse” kondurdu ve rahatlamış bir şekilde oyundan diskalifiye edildi. Kenyon Martin’e 15.000$ para ve iki maç oynamama cezasına mal olan bu olaydan sonra Magic’in antrenörü Doc Rivers: “Kenyon pis bir oyuncu değil. Benim inancım bu yönde ama sahada yaptığı şey tam anlamıyla bir pislik idi. NBA de bu tür davranışların yeri yok!!” şeklinde bir açıklamada bulunuyordu. Kenyon’ın bir diğer kurbanı ise Karl Malone amcam oldu. Nets’in Jazz’e kaybettiğinin hemen hemen kesinleştiği maçın son periyodunda bir Utah, fast break’i sırasında top Malone’a geldi, neyse ki adamımız Martin süratle olay mahalline yetişti de dirseğini hiç çekinemeden bir güzel Malone’un ağzının ortasına yapıştırdı!. Maçtan sonra Malone’un da tepkisi Doc Rivers’ınkine benzerdi: “Yorum yapmak istemiyorum ama bu tür davranışlara NBA’de yer yok.”(Keşke Malone zamanında takım arkadaşı John Stockton’ın dirseklerine de benzer bir tepki gösterebilseydi!!)
“Kenyon’ın yapmak istediği tek şey insanların eskisi gibi etrafta dolaşıp bizi rahatlıkla itip kakamayacağını göstermek başka bir şey değil!!..” -Byron Scott-
Kesinlikle Malone ve Rivers’ın konuşmalarında üstüne basarak “NBA’de bu tür şeylere yer olmadığını” vurgulamaları bir tesadüf değildi. İki deneyimli isim NBA’e “Bu adamı hizaya getirin” mesajını gönderiyordu. NBA Başkanı David Stern’in cevabı da gecikmedi. Martin’i her defasında bir sonraki dirseği için büyük bir para ve maç cezası ile tehdit etti. Hatta durum öyle bir raddeye geldi ki televizyonda Stern, Martin’e üstü kapalı da olsa “seni NBA’de oynattırmayız” tehdidinde bulundu: “En basitinden Kenyon’un ne kadar iyi bir çocuk olduğunu ve önünde çok iyi bir kariyerin kendisini beklediğini biliyorum ama bazı şeyleri değiştirmezse kendisine NBA’de yer yok!!” Stern’e ilk tepki Nets’in coach’u Byron Scott’tan geldi: “Kenyon’ın yapmak istediği tek şey insanların eskisi gibi etrafta dolaşıp bizi rahatlıkla itip kakamayacağını göstermek başka bir şey değil!.” Kulağı çekilen Martin ise biraz sakinleşmişti. Örneğin geçtiğimiz yıl konferans finalinin beşinci maçında Boston Celtics’li Walter McCarthy, Martin’e öyle sert bir faul yaptı ki normal şartlar altında Kenyon, Mc Carthy’e tereddüt etmeden saldırırdı. Ama bu kez öyle olmadı. Martin, yumruklarını sıkıp dişlerini biraz gıcırdatmakla yetindi ve gidip uslu uslu faul atışlarını kullandı. Haliyle bu durum medyanın da yoğun dikkatini çekti ve spor sayfalarında: “Martin, rekora gidiyor. Tam 33 maçtır sportmenlik dışı faul yapmadı ve oyundan atılmadı!!” tarzı haberler yer bulmaya başladı. Takım arkadaşı Lucious Harris bir basın toplantısında Kenyon ile ilgili olarak şunları söylüyordu: “Kenyon sanırım gerçekten kendisini kontrol etmeyi öğrenmeye başladı. Onun sertliğine ihtiyacımız var ama bunun için sahada kalması ve anlamsız sportmenlik dışı fauller yapmaması gerekli. Yine de düşündüğümde bu oyunu onun kadar yürekten oynuyorsanız bu tür şeylerin olması da bir bakıma kaçınılmaz.” Martin’in uslanıp uslanmadığı konusundaki açıklamaları ise oldukça ilginçti: “Ben ne nazikleştim ne de kibarlaştım sadece biraz daha aklım başıma geldi. Artık işlerin o noktaya gelmesine izin vermiyorum. Yalnızca oyunumu oymaya çalışıyorum ve bu oyunu pis oynadığımı artık kimse iddia edemez!!” Martin, eğer bu durumu biraz daha ***en idrak edebilseydi çaylak sezonunda Mike Miller’a Yılın Çaylağı (Rookie Of The Year) ödülünü büyük bir ihtimalle kaptırmayacaktı. Şimdi dilerseniz Kenyon Martin’in geçmişine ve kariyerine biraz daha yakından göz atalım.
“ Ben pısırık çocukluk günlerimden bu yana çok değiştim. Benimle o zamanlar uğraşan h***ese -nazik bir el hareketiyle birlikte- alın bunu diyorum!!” –Kenyon Martin-
Sorunlu Çocukluk Yılları
Kenyon Martin 30 Aralık 1977’de Saginaw Michigan’da Lydia Moore ve Paul Boby’nin çocuğu olarak dünyaya geldi. (İlginç bir rastlantı benim bu yazıyı hazırladığım şu saatlerde takvim 30 Aralık’ı göstermekte.) Kenyon çocukluğunu ise Güney Dallas yakınlarındaki Oak Cliff’de geçirdi. Çoğumuz en azından birkaç kez televizyonda Amerikan gençlik filmlerine rastlamışızdır. Klasikleşen bir biçimde sınıfta 3 tip insan vardır. Birincisi sınıfın h***ese sözü geçen, istediği kızla çıkan, ona buna sataşan ve sıklıkla da milleti döven, kabadayı elemanı. İkinci olarak bu elemanın etrafında dolaşan popülerlik budalası tipler ve sınıfın kendi halinde yaşayan normal ahalisi. Son olarak da sınıfın sessiz, sakin, çalışkan ve diğerlerinin bolca sözlü tacizine uğrayan en pısırık tipi. Sizce Kenyon Martin çocukken bu klişe karakterlerden hangisine daha yakın bir veletti? Sanıyorum ki çoğunluğun cevabı ilk seçenekten yanadır.
Ama Martin, beklentinizin aksine sınıfın kendi halindeki sessiz, sakin elemanıydı. Üstelik çocukken kekeleme problemi olması onu iyice diğerlerinin alay konusu haline getirmişti. Tüm bunlar yetmezmiş gibi o zamanlar ten renginin bir siyah için çok açık olması da onunla “Sarı Çocuk” (Yellow Boy) diye dalga geçilmesine neden olmaktaydı. Daha da ilginci Kenyon’a birisi sataştığı zaman onu bu durumdan kurtaran ve dayılanan çocukları döven çoğunlukla büyük ablası Tamara olmaktaymış. Merak edenler için bugün Martin’in göğsünün üzerinde bulunan “Bad Ass Yellow Boy” dövmesi o günlere bir gönderme niteliği taşımaktadır. Martin’e çocukluk günleri sorulduğunda gayet kibar bir cevap alıyoruz: “Ben pısırık çocukluk günlerimden bu yana çok değiştim. Benimle o zamanlar uğraşan h***ese -nazik bir el hareketiyle birlikte- alın bunu diyorum!!” Kimilerine göre bugün Kenyon’ın yaptığı sportmenlik dışı fauller bile çocukluğu ile doğrudan ilgili. Martin’in hoş bir çocukluk geçirmediği kesin ama a-sosyal bir karakterden bir NBA yıldızına dönüşmek kolay olmasa gerek. İşte bu noktada sporun insan hayatındaki etkisi daha da belirgin bir hal almakta. Pısırık bir gencin sadece birkaç yıl içinde NBA efsanesi Oscar Robertson’ın NCAA rekorlarına göz dikmesini herhalde başka türlü açıklayamayız.
Sade bir savunmacıdan, NBA draft’ında bir numaradan seçilmeye uzanan yol;
Kenyon Martin, Cincinati Üniversitesi’ne ilk geldiği günlerde atletik özelliklerini ön plana çıkaran, fena savunma yapmayan ama çok sınırlı hücum yetenekleri olan bir oyuncuydu. Freshman sezonunda (1996-97) ancak üç maça ilk beşte başlayan Martin, sahaya çıktığı 22 maçta 2.8 sayı, 3.4 ribaund ve 0.4 asist ortalamasıyla oynamıştı. Üstelik %31 gibi rezalet ötesi bir serbest atış yüzdesiyle tam anlamıyla vasat bir bench oyuncusu profili vermekteydi ki NCAA takımlarında gayet bol miktarda bu tarz oyunculardan bulunmaktadır. Tabii O sezon Cincinati Bearcats’in tüm sezon öncesi (pre-season) anketlerinde bir numara olarak gösterildiğini de hesaba katarsak böyle bir kadroda kendisine yer bulmasının da bir freshman için oldukça zor olduğunu da göz ardı etmemeliyiz. O sezon Cincinati, Conference USA (C-USA) şampiyonluğunu kazanmasına rağmen NCAA turnuvasında büyük bir hayal kırıklığıyla evine geri dönecekti. Takımdaki yıldız son sınıf öğrencilerinin yıl sonunda mezun olmasıyla eski Yeşil Çam filmlerindeki meşhur “Bugün assolist gelmedi. Bari sen çık da bir-iki şarkıyla şu müşterileri oyala” tarzı bir fırsat yakalayan Kenyon, 1997-98 sezonunda eline geçen bu fırsatı gerçekten iyi kullandı. Atletik özelliklerini ve acı kuvvetini oyuna daha çok yansıtan Martin, bir anda rakip takımların en çok çekindiği savunmacılardan biri haline gelmişti. Oynadığı 30 maçın hepsine ilk beşte başlayan Kenyon, ortalamalarını 9.9 sayı, 8.9 ribaund ve 2.8 blok’a yükseltti. Sezon boyunca en çok akıllarda kalan performansını ise DePaul karşısında 24 sayı, 23 ribaund ve 10 blok ile oynadığı maçta sergiledi. Böylelikle 31 yıl sonra ilk kez bir UC (University of Cincinati) oyuncusu triple-double yapıyordu. Martin’in yükselen performansıyla beraber Cincinati, bir kez daha hem C-USA’de regular sezon hem de C-USA turnuvası şampiyonluğuna ulaştı. Martin de C-USA turnuvası MVP ödülünün yanı sıra konferansın en iyi savunmacısı ödülünü kucaklıyordu. 98-99 sezonuna üst üste 15 galibiyet alarak başlayan Cincinati Bear Cats, ard arda gelen 4. C-USA şampiyonluğuna ulaşıyordu. Kenyon ise bir yıl önceki istatistiklerine yakın bir performans ortaya koyup 10.1 sayı ve 6.9 ribaund ile oynayarak College Hoops Insider tarafından yılın en iyi savunmacısı olarak ödüllendirilmiş, Basketball News tarafından yılın en iyi savunma ve Associated Press tarafından da All-American ilk beşine seçilmişti. Artık o NCAA’in en iyi savunmacılarından biri kabul edilen, vasatın üzerinde bir oyuncuydu. Ama NCAA’deki son sezonunda öyle bir sıçrama gerçekleştirdi ki tüm Amerika artık onun Kolejlerdeki en iyi oyuncu olduğu konusunda hem fikir hale geldi.
“Eskiden her maça çıktığımda Tanrıya lütfen bana faul yapmasınlar diye dua ederdim. Öyle ki hakemler bana yapılan bir faulü çalmadığı zaman bile sesimi çıkartmıyordum. Ama bu sezon çalınmayan faullere bayağı sinirlenmeye başladım!!” - Kenyon Martin-
DerMarr Johnson (Atlanta Hawks takımında oynamakta ama sezon öncesi bir trafik kazasında boynunu kırdı ve sezonu açamadan kapadı!) ve Steve Logan (Golden State tarafından bu yıl 30. sıradan seçilmesine rağmen Warriors'ın guard bolluğu dolayısıyla kendisine kadroda yer bulmadı.) gibi güçlü bir back court’la desteklenen Martin, ilk kez hücumda daha evvel hiç yapmadığı şeyleri yapmaya başlamıştı. Orta mesafe şutları artmış, çembere daha korkusuzca ve daha çok yüklenmeye başlamış hatta ilk kez üç sayılık atışlarında bile isabet bulmuştu. Hatta ilk üç sezonundaki %48’lik ortalama serbest atış yüzdesi bile %68’e çıkmıştı; “Eskiden her maça çıktığımda Tanrıya lütfen bana faul yapmasınlar diye dua ederdim. Öyle ki hakemler bana yapılan bir faulü çalmadığı zaman bile sesimi çıkartmıyordum. Ama bu sezon çalınmayan faullere bayağı sinirlenmeye başladım!!”
Yükselen Yetenek
İnanılmaz savunma becerilerinin yanına eklediği patlayıcı hücum gücüyle Martin, (18.9 sayı, 9.7 ribaund, 3.5 blok!) Cincinati’nin rakiplerini ezip geçmesini sağlıyordu. Bu arada Tulane karşısında da 28 sayı, 13 ribaund ve 10 blok ile kariyerinin ikinci triple-double’ına imza atmıştı. Tüm basın drafta ilk sırada seçilmesi beklenilen yıldız power forvet’in peşindeydi ve daha da önemlisi h***es onun nasıl kısıtlı hücum yeteneklerini bir sezon içerisinde bu kadar çok geliştirdiğini merak ediyordu. Martin’in cevabı ise çalışmanın bir sporcu için ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktaydı; “Sadece benden istenileni yaptım. Bob, geçtiğimiz sezonun sonunda bana gelecek sezon daha çok sayı atıp atamayacağımı, buna kapasitemin olup olmadığını sordu. Ben de tüm yaz hücum hareketlerim üzerinde çalıştım, her gün saatlerce şut attım ve sanırım hücum yönümü geliştirmeyi başardım. Çünkü bunu yapamayacağını düşünseydi Bob’ın benden böyle bir şey istemeyeceğini biliyordum. Onu hayal kırıklığına uğratamazdım.”
Daha evvel ki başarısız NCAA turnuvası maceralarından sonra bu kez Cincinati taraftarları en azından final four bekliyorlardı. Sonuçta Amerika’nın en dominant front court oyuncusu Bearcats’teydi. Ama tüm hayaller Kenyon Martin’in C-USA turnuvasında sağ bacağını kırmasıyla son bulacaktı. Martin’siz UC ancak ikinci tura kadar yükselerek şampiyonluk bekledikleri turnuvadan elleri boş bir şekilde geri dönüyordu. Martin ise üzüntüden kahrolmuş bir biçimde evinde dinlenmekteydi; “Ameliyattan çıktığım zaman her şeyin bittiğinin farkındaydım. İsyan etmek istiyordum. Niye böyle bitmişti. Bu şekilde bitemezdi, bitmemeliydi!! Arkadaşlarım sahada her şeyiyle savaşırken ben evimdeki rahat koltuğuma uzanmış onları seyrediyordum hem de bana en çok ihtiyaç duydukları anda. Kendimi sanki onlara ihanet etmiş gibi hissettim. Bacağım kırık da olsa bir şekilde onların yanında, sahada mücadele ediyor olmalıydım!!” diyerek benchde alçılı ayağı ile arkadaşlarına destek verdi.
“Arkadaşlarım sahada her şeyiyle savaşırken ben evimdeki rahat koltuğuma uzanmış onları seyrediyordum hem de bana en çok ihtiyaç duydukları anda. Kendimi sanki onlara ihanet etmiş gibi hissettim. Bacağım kırık da olsa bir şekilde onların yanında, sahada mücadele ediyor olmalıydım!!” -Kenyon Martin-
Oscar Robertson’dan sonra UC tarihinin en iyi oyuncusu
Sezon sonunda Kenyon, NCAA’deki tüm ödülleri silip süpürerek Naismith, Wooden, Associated Press, Sporting News, NABC ve Amerikan Ulusal Basketbol Yazarları Birliği yılın oyuncusu ödüllerini kazandı.
Bildiğiniz üzere Oscar “Big O” Robertson, NCAA ve NBA tarihinin gelmiş geçmiş en büyük oyuncularından biridir. Cincinati Üniversitesi’ni tarihinde ilk kez NCAA turnuvasına ve Final Four’a taşıyan Robertson, kolej kariyerinde tutturduğu 33.8 sayı ortalamasıyla ( NCAA tarihinin en iyi 3. sayı ortalaması) 3 kez yılın oyuncusu ödülüne ulaşmış, NBA kariyerinde ise 1971’de Milwaukee’yi şampiyonluğa taşımış, 6 kez NBA asist kralı olmuş ve NBA’in en büyük skorerleri arasına da adını yazdırmıştır. Amerikan Ulusal Basketbol Yazarları Birliği yılın oyuncusu ödülünü en son kazanan Cincinati oyuncusunun Oscar Robertson olması sanırım bu ödülün ne kadar zor kazanıldığını ve Kenyon Martin’in de kendisini hangi ölçüde geliştirdiğinin kanıtıdır. Martin’in bu ödülü kazanmasından sonra Robertson’ın yorumu şu olmuştur: “40 yıl sonra bu ödül ilk kez bir UC oyuncusuna gitti ve bu onuru bir başka Bearcat ile paylaşmak kişisel olarak bana çok şey ifade ediyor.” Ayrıca Martin kolej kariyerinde kullandığı 875 şutun 513’ünde isabet bularak %58 şut yüzdesiyle Oscar Robertson’ın önünde okul rekorunu elinde bulundurmakta. Martin’in elinde tuttuğu ve şu an için kırılmasına imkansız gözüyle bakılan bir diğer rekor ise 292 blokla Cincinati tarihinin en çok blok yapan oyuncusu olması. (Çünkü onu geçmek isteyen bir oyuncu ise en azından 4 yıl için 2.6 blok ortalaması ile oynamak zorunda.)
Millenyumun Bir Numarası!!
Hidayet’in Sacramento tarafından 16. sıradan seçilerek göğsümüzü kabarttığı 2000 Draft’ına genel olarak baktığımız zaman gerçekten çok sayıda yıldız adayla karşılaşmamıştık. Bu yüzden Kenyon Martin’in birinci sıra için rakibi yok denecek kadar azdı. Dolayısıyla ilk sıradan seçilmesi neredeyse hiç kimse için sürpriz olmadı. C-USA tarihinin en başarılı koçu Bob Huggins’in draftla ilgili değerlendirmesi ise şu şekildeydi: “Kenyon, hak ettiği sıradan seçildi. O benim yetiştirdiğim en iyi oyuncuydu. Ayrıca Dallaslı bu genç adam kadar kendisini geliştiren başka birisini de görmedim. Takıma katıldığında iyi bir savunmacı ve ribauntçuydu ama hücum yeteneklerini çok geliştirdi. Düşünün medya ve rakip takımlar bile ondaki gelişim karşısında afallayıp kaldı. Bu çocuk sahada sizin ondan istediğiniz her şeyi yapar. Kimi isterseniz savunur. Artık hook atışları, pota altı dönüşleri, orta mesafe şutları da gelişti. Ama NBA’de 4 numara için biraz kısa ve çelimsiz kalabilir. Sanırım kısa forvet oynamaya da yavaş yavaş alışacaktır.”
“ Ben hayatımda böyle bir şey görmedim!! Adamın kemiği paramparça olmuştu ama o hala oynamak için diretiyordu!!” -Stephon Marbury-
Nets’in yeniden yapılanma süreci
1967 yılında Americans ismiyle kurulan ve ABA’da mücadele eden New Jersey, 1969 yılında New York’a taşınarak ismini New York Nets olarak değiştirdi. Nets, ABA’da kazanılan iki şampiyonluğun ardından 1976-77 sezonunda ABA’dan NBA’e geçmeye karar verdi. Bir sonraki sezon ise takım tekrar New Jersey’e taşındı. Geçtiğimiz haftalarda yaşanan ve Byron Scott’ın; New York- New Jersey rekabeti denen bir şeyin varolmadığını çünkü rekabetin ancak birbirine yakın seviyedeki iki takım arasında meydana gelebileceğine dair manidar sözleriyle alevlenen New Jersey-New York sürtüşmesinin sebeplerinden birisi bu. Diğer neden ise New Jersey’lilerin onlara göre daha gelişmiş ve zengin olduğuna inanan ve kendilerini daha üstün gören komşu New York’lulardan bir nevi intikam alma duygusu olabilir. Konumuza geri dönersek New Jersey, geçtiğimiz yıla kadar NBA’in pek de başarılı takımlarından biri değildi. 1998-99 sezonunda John Calipari’nin yönetimindeki Nets ancak 15 galibiyet alabilmişti. Calipari’nin yerine getirilen Don Casey’de de durum çok da farklı olmamış ve NJ, 31 galibiyet almıştı. 2000-01 sezonuna girilirken NJ yönetimi, takımı Magic Johnson’ın 1980’lerdeki “Show Time” Los Angeles Lakers’ının en önemli oyuncularından Byron Scott’a emanet etmeye karar verdi. Böylelikle Scott, Nets tarihinde birinci sıradan Draft edilmiş ikinci oyuncuyla beraber çalışma fırsatını yakalamıştı. (Merak eden arkadaşlar için Nets’in daha önce birinci sıradan seçtiği oyuncu, şu an Sixers’da oynayan, süper bir kariyere sahip olabilecekken disiplinsizliği ve uyumsuzluğu nedeniyle her şeyi elinin tersiyle iten Derrick Coleman’dı.) Martin için çaylak sezonu (rookie season) oldukça iyi geçiyordu. 12.0 sayı, 7.4 ribaund ve 1.66 blok ortalamasıyla tüm çaylaklar arasında blokta birinci, sayı ve ribaund’ta ise ikinci sırada gelmekteydi. Oynadığı 68 maçın hepsinde ilk beşte başlayan Martin, 10 karşılaşmayı double-double yaparak tamamladı. Milwaukee karşısında ise NBA kariyerinin ilk triple-double’ına (18 sayı, 15 ribaund, 11asist) ulaşıyordu ki bugüne kadar sadece 6 oyuncu çaylak sezonunda bunu başarabildi. Talihsizlik Martin’i, sezonun sonuna yaklaşılırken yakaladı. Martin, Boston maçı sırasında meydana gelen bir çarpışmada tekrar sağ bacağını kırınca sezonu kapatmak zorunda kalıyordu. Bu maçla ilgili en ilginç nokta ise; Kenyon, bacağı kırıldıktan sonra bile maça devam etmek için Koç Scott’a ısrar etmiş ancak yardımcı antrenörlerin zoruyla soyunma odasına götürülebilmişti. Bu olayla ilgili o dönem Nets’in oyun kuruculuğunu yapan Stephon Marbury şunları söylemekte: “Ben hayatımda böyle bir şey görmedim! Adamın kemiği paramparça olmuştu ama o hala oynamak için diretiyordu!!”
Çok başarılı bir çaylak sezonu geçirmesine rağmen Martin, Yılın Çaylağı Ödülü’nde (Rookie of The Year)
Orlando’lu Mike Miller’ın gerisinde kalarak kullanılan 124 oyun ancak 36’sını alabildi. (Miller, 75 oy) Çoğu kişiye göre Martin de en az Miller kadar bu ödülü hak etmişti ama Miller’ın play-off oynayan bir takımda yer alması ve Martin’in saha içinde biraz evvel bahsettiğimiz agresif tavırları onun için önemli bir dezavantaj oluşturmuştu.
Jason Kidd&Kenyon Martin: 26 yıl sonra gelen ilk final
“Bu takım içindeki bazı adamlarda yürek yok !! Kaybetmeyi hiçbir zaman sevmesem de kaybetmeye dayanabilirim. Ama yüreklerini sahaya koymayan adamlara kesinlikle tahammül edemiyorum.” -Kenyon Martin-
Nets’in 2000-2001 sezonunda ancak 25 galibiyet alması takımdaki bazı şeylerin değişmesi gerektiğini açıkça ortaya koyuyordu. Nets yönetimi çok akıllıca bir kararla bugüne kadar yapılmış en iyi takaslardan (trade) birine imzasını attı. Stephon Marbury, Johnny Newman ve Soumaila Samake’yi Phonex’e, Jason Kidd ve Chris Dudley karşılığında takas edildi. Böylelikle Nets uzun zamandır ihtiyaç duyduğu lider oyuncu ihtiyacını karşılıyordu. “Mr.Triple Double” Jason Kidd’in liderliğindeki Nets, Kenyon Martin ve Keith Van Horn gibi yetenekli oyuncular, disiplinli ve takım oyununa dayanan Byron Scott’ın oyun tarzıyla -sanki bir önceki sezon 25 galibiyet alan takım başka bir takımmış gibi- Doğu’da fırtına gibi esmeye başladı. Martin de istatistiklerini neredeyse her kategoride yükselterek 14.9 sayı, 5.3 ribaund, 2.6 asist, 1.6 blok, 1.2 top çalma ortalamalarına ulaşıyor, çaylak sezonunda %9 olan üç sayı yüzdesini ise %22’ye taşıyordu. Ayrıca yaptığı 108 smaç ile bu kategoride de NBA’in ilk beş oyuncusundan biriydi. Takım kimyasını yakalayan Nets, sezon sonunda aldığı 52 galibiyet ile Doğu’nun zirvesinde yer alıyordu. Playoff’a geldiğimizde Nets’in rakibi, ancak son sıradan playoff’a girebilen, yüce insan Reggie Miller’ın takımı Indiana Pacers’tı. Reggie ve Pacers, kanının son damlasına kadar dirense de saha avantajını iyi kullanan Nets, seriden 3-2 galip ayrılan taraf oluyordu. Konferans yarı finalindeki rakip ise Orlando’yu 3-1 ile rahat geçen Hornets idi. Beklenilenin aksine Hornets, Nets’e oldukça kolay teslim olacaktı. (4-1) Konferans finalindeki rakip ise zorlu Boston Celtics’ti. Pierce ve Walker’ın büyük çabasına rağmen Kidd’in mükemmel performansı ve liderliği sayesinde New Jersey Nets adını finale yazdırıyordu. Ortak fikir Sacramento engelini aşmış Lakers’ın şampiyonluğa ulaşacağı ama Nets’in de en azından kendi evindeki bir ya da iki maçı alacağı yönündeydi. Ama Sh** faktörü buna izin vermedi ve LA Nets’i 4-0 ile süpürdü. Daha önceki turlarda Jermaine O’Neil, Paul Pierce ve kimi zaman Antoine Walker’ı savunan Martin, Lakers serisinde takımın en iyi savunmacısı olduğu için Rick Fox, Robert Horry, Kobe ve hatta bazen Sh**’le bile karşı karşı oynamak zorunda kalmıştı. Martin bu seride normal sezon istatistiklerine kıyasla vites arttırarak 22.0 sayı, 6.5 rib ve 2.0 asist ortalaması ile oynamış, playoff genelinde ise 16.8 sayı, 5.8 rib ve 1.3 blok ortalamalarını tutturmuştu. Yalnız 4-0 gibi bir hezimete uğramak Nets’te mini bir kelle avı başlattı. Kenyon Martin, Jason Kidd ve Kerry Kittles’ın elinden geleni yapmasına karşılık Keith Van Horn’un isteksiz oyunu ve Todd MacCulloch’un Sh** karşısında “zavallı ötesi” bir duruma düşmesi bu iki ismin takım içinde çeşitli eleştirilere maruz kalmasına yol açtı. Özellikle Van Horn, takımdaki oyuncuların büyük bir kısmının tepkisini çekmişti. Seriden sonra Martin, Van Horn’u kastederek şunları söyledi : “Bu takım içindeki bazı adamlarda yürek yok!! Kaybetmeyi hiçbir zaman sevmesem de kaybetmeye dayanabilirim. Ama yüreklerini sahaya koymayan adamlara kesinlikle tahammül edemiyorum.”
Her ne kadar olaydan sonra Martin söyledikleri dolayısıyla özür de dilese bazı şeylerin fitili çoktan ateşlenmişti. Ve sonuç olarak Keith Van Horn ve MacCulloch Sixers’a gönderilerek karşılığında Dikembe Mutombo takıma getirildi. Bu şekilde belki Sh**’i durduracaklarını düşünmüş olabilirler ama Mutombo’nun Sh**’ın panzehiri olmadığı Sixers-Lakers finalinde belli olmuştu. Üstelik Mutombo’nun bu sezonki sakatlığı yüzünden Nets, Mutombo’dan yeteri kadar faydalanamadı. Şu an için takastan karlı çıkan taraf Sixers gibi gözükmekte. Ama Mutombo olsun ya da olmasın Doğu’nun bu sezon da en büyük favorisi Jason Kidd ve Kenyon Martin’li Nets.
Kenyon Martin NBA’in en iyi savunmacılarından biri, spektaküler smaçları ve sürekli geliştirdiği hücum yetenekleriyle önemli bir de ofansif tehdit ama hala yeterince tecrübeli değil ve fazlasıyla öfkeli. Ülkemizin kendisine has o güzelim sosyolojik şartlarında Kenyon Martin; gerçekten taraftarın sevgilisi olur, tribünlerden “Kenyon bizi diskoya götür”, “vur kır parçala bu maçı kazan” gibi sloganlarla desteklenerek iyice ateşlenirdi ama maalesef Kenyon’ın tarzı NBA için biraz fazla sert kaçmakta. Kenyon’ın gücü belki bu hırsında gizli. Onun daha “kibar” oynamasını istemek bu yaz MTV’de “Tainted Love”la sıkça dinlediğimiz Marilyn Manson’dan pop yapmasını istemekle eşdeğer olabilir. Hırslı olmak güzeldir. Ama bir atasözümüzü göz ardı etmemeliyiz: “Keskin sirke, küpüne zarar!.”
Re: NBA Oyuncuları'nın Hayat Hikayeleri(İlginç)
Full Name: Ben Wallace
Height: 6' 9"
Weight: 240 lbs.
Position: Forward/Center
Birth Place: White Hall, Alabama
Birthday: September 10, 1974
College: Virginia Union
NBA Team: Detroit Pistons
CESUR YÜREK, BEN WALLACE
ANNECİM ŞU SAHADAKİ CANAVARA BİR ŞEY SÖYLE BİZE ŞUT ATTIRMIYOR!!..
Afro saça yepyeni bir boyut getiren “Big Ben” sahada ribaund alan, blok yapan, top çalan ve savunması ile rakibine aman vermeyen yani sahadaki tüm ağır işleri üstlenerek takımın hamallığını yapan ligdeki birkaç ağır işçiden biri. Diğer oyuncuların aksine onu yıldız yapan faktörler de bunlar.
Bugünün NBA yıldızları kimlerdir? Hangi özellikleri onları yıldız statüsüne taşır? İlk bakışta çok kolay bir soru değil mi? Eminim cevaplar da hali hazırdadır. Kobe, Carter, T-mac, Francis yıldızlardır çünkü akrobatik smaçlarıyla taraftarları kendilerine hayran bırakırlar. Iverson, Pierce, Stackhouse gibi oyuncular yıldızlardır çünkü genelde 20 sayı ortalamasının altına düşmezler. Webber, Duncan ve O’Neil yıldızdır çünkü kendilerini tutan oyuncu kim olursa olsun fizik güçleriyle onları ekarte ederek potaya ulaşabilirler. Kidd, Bibby, Miller, Payton yıldızdır çünkü takımlarının en kısa yoldan sayıya gitmesini sağlarlar. Bu tür ofansif kriterlere göre yapacağımız değerlendirme uzar da uzar. Peki sadece sayıya yönelik oyuncular mı yıldız olur? Ya yukarıda saydığımız yıldızlara “çemberi göstermeyerek” onların canına okuyan oyuncuları hangi statüde değerlendirmeliyiz?
SAVUNMA, SAVUNMA VE YİNE SAVUNMA...
İsterseniz konumuzdan fazla uzaklaşmadan biraz efsanevi Chicago Bulls takımı hakkında sohbet edelim. Sizce o takımı bu kadar ulaşılmaz kılan sadece Jordan ve Pippen’ın skor gücü müydü? Ya da Tex Winter’ın triangle-offense’i mı?. Belki de Phil Jackson’ın Zen felsefesi ile oyuncularının beynini yıkamasıdır. Hatta durun bir saniye, kim bilir Jordan’ın tüm maçlarında Chicago şortunun altına giydiği söylenen North Carolina şortunun getirdiği bir uğur da olabilir. (Bu nasıl bir şorttur anlamam ya neyse) Son şıkkı çıkarttığımız zaman tabii ki yukarıda saydıklarımın hepsi çok önemli etkenler. Ama unutmayın ki Chicago o dönemde Jordan, Pippen ve Rodman’lı kadrosunda ligin en iyi 10 savunmacısından 3’ünü bulunduruyordu. Tersini iddia edersek bence “Harun evladım sen 50 sayı at gerisine de karışma, diğer arkadaşların savunma yapar.” diyen basketbol zihniyetinden bir farkımız olmaz. Günümüz basketbolunda artık savunma yapmak da en az hücum etmek kadar önemli. Eğer bir gün Ülker tesislerine yolunuz düşerse antrenman salonunun duvarlarında aynen şu sözlerin yazıldığına şahit olursunuz: ‘Her zaman isabetli şut atamayabilirsin ama her zaman savunma yapabilirsin.’ İşte günümüzün basketbol felsefesinin temelinde bu yatmakta. Önce savunma!!
Bu yazımızın kahramanı da bu felsefeyi sahada en iyi uygulayan isimlerin başında geliyor. Hem de dünyadaki en zor ve fiziksel kuvvetin en ön plana çıktığı lig olan NBA’de. İşte karşınızda “Big” Ben Wallace...
AZMİN ZAFERİ
Bugünlerde dergilerde, gazetelerde ve internet sitelerinde sıkça bu yılın draft değerlendirmelerine rastlayabilirsiniz. Jao Ming acaba gerçekten ilk sırada seçilmeyi hakketti mi? Yoksa yeni bir Shawn Bradley vakası ile mi karşı karşıyayız. Fred Jones ve cılız Juan Dixon nasıl bu kadar yüksek sıralardan seçilebildi. Caron Butler geçmişteki vukuatları olmasa daha yüksek bir sıradan seçilebilir miydi? Ve dahası Draft’ta seçildiği sıradan memnun olmayan bir çok oyuncu. Eminim bunların çoğunu okumuş veya duymuşsunuzdur. Bizim zavallı Ben Wallace’ın bu tür dertleri maalesef hiç olmadı. Adamımız bırakın NBA’e birinci turdan girmeyi Draft’ta bile seçilemeyip şansını CBA’de denemek zorunda kaldı. Üstelik CBA draftında da ancak ikinci turda Oklahoma City tarafından seçilebildi. Ama Wallace’ın en önemli özelliği onun mücadeleci yapısıdır, o da pes etmeyerek çalıştı. NBA takımlarının düzenlediği yaz kamplarına katılarak kendini insanlara beğendirdi ve ancak bu sayede kendisine NBA’in kapılarını araladı. Üstelik bir kez içeri girdikten sonra da yan gelip yatmadı. Sürekli çalıştı, kendisini geliştirmeye uğraştı ve bu gayretinin sonuçlarına yavaş yavaş ulaştı. NBA ribaund ve blok krallığı, yılın en iyi savunmacısı ödülü, en iyi üçüncü beşte yer almak, Dream Team formasını giyme şansı ve 32 milyon dolarlık bir kontrat. Demek ki her şey draft’ta ilk sıralarda ya da birinci turda seçilmekle olmuyormuş. Tabii ki her oyuncu yüksek meblağlar karşılığında garanti bir anlaşmaya imza atmak ister ama bu tür bir anlaşma yapmak hem h***ese nasip olmaz, hem de talih kuşu size konsa bile eğer siz bu fırsatı nasıl değerlendireceğinizi bilemezseniz, kontratınıza güvenirseniz bir süre sonra silinip gidersiniz.
KÖTÜ ÇOCUKLARDAN, MUHALLEBİ ÇOCUKLARINA: DETROİT PİSTONS
“Bugüne kadar gelmiş geçmiş NBA şampiyonları arasında en çok nefret ettiğiniz takım hangisidir?” tarzı anketlerin genellikle tek bir favorisi vardır: Detroit Pistons. Efsanevi guard Isiah Thomas’ın liderliğindeki, Bill Laimbeer, çılgın çocuk Dennis Rodman , Rick Mahorn, Joe Dumars ve Vinnie Johnson’lı bu kadro 1980’lerin genel basketbol anlayışından çok daha farklı bir stile sahipti. 80’lere damgasını vuran iki ekolden ne Earvin “Magic” Johnson’ın Showtime Lakers’ına ne de Larry Bird’in disiplinli Celtics’ine hiçbir zaman benzer bir oyun ortaya koymadılar. “Bad Boys” mükemmel savunma yapan, asla pes etmeyen, mücadeleci ve fizik gücü çok yüksek oyunculardan oluşan bir takımdı. Sahada rakiplerini yenmek için her yolu da denerlerdi. Hatta basketbol adıyla rakip takım oyuncularını adeta “dövdüklerine” şahit olurdunuz. Maalesef olaylar bazen birazcık çirkefleşirdi. Eee Rodman ve Laimbeer olur da kavga gürültü o takımdan hiç eksik olur mu? Tabii ki olmaz. İşte bu basketbol anlayışı Pistons’a şampiyonluklar kazandırdı. Ama her takımın başına gelen Pistons’ın da başına geldi. Zaman geçtikçe yıldızlar yaşlanıp basketbolu bıraktılar, kimi oyuncular ise başka takımlara transfer oldu. Dolayısıyla Detroit giderek eridi 90’ların ortasına gelindiğinde takımda şampiyon kadroda oynayan tek yıldız olarak şu an Detroit’in başında bulunan Joe Dumars kalmıştı. O da tam basketbolu bırakmak üzereydi ki, 1994 Draft’ında takımın hüviyetini tamamen değiştirecek bir oyuncu Pistons tarafından draftta seçildi: Grant Hill. Duke’te oynadığı oyunla Jordan’ın yerine geçebileceği iddia edilen Hill’in gelişiyle Dumars takımda kalarak ona “abilik” yapmayı kafasına koydu. Hill süper bir yetenek de olsa zengin bir ailenin kibar çocuğuydu. Sahada asla trash-talk yapmazdı. Rakiplerine hiçbir zaman hakaret etmeyen, onlara nazik davranan ve bu sayede sevilen bir oyuncuydu. Yani biraz evvel belirttiğimiz “Kötü Çocuklar” tarzına tam anlamıyla zıt bir yapıdaydı. Bu yüzden, önce San Antonio’ya ardından da Chicago’ya giden Rodman ondan hep nefret etmiştir. “Bu Hill denen çocuğu hiç sevmiyorum adam orda bizim (Bad Boys) şerefimizi iki paralık ediyor. Basketbol bu kadar da yumuşak oynanmaz ki!! Züppe herif. Maç içinde Argo konuşmak, itişip kakışmak ağır hakaretmiş. Onu bir gün sahada birisi dövecek veya güzelce öpecek! o zaman ben de keyifle oturup seyredeceğim.” Tam bizim Rodman’a yakışan sözler. Bu sırada takımın diğer yıldızı Alan Houston, New York’a gönderilir ve takıma ikinci yıldız olarak Sixers’ın postaladığı Stackhouse takasla getirilir. Ama Hill ve Stackhouse beklenilen uyumu gösteremez. Hill de her şeye en baştan başlamak için soluğu, durmadan sakatlanacağı ve kariyerini bitirme noktasına geleceği, Orlando’da alır. Takımın tek yıldızı yarı bitik bir Stackhouse’tur ve Pistons fazlasıyla “yumuşak” bir basketbol oynamaktadır. İşte Ben Wallace, Pistons’a geldiğinde durum kelimenin tam anlamıyla bundan ibarettir.
Unutmayın Ben Wallace’ı, Ben Wallace yapan asla attığı şutlar değildir, bilakis başkalarına attırmadığı şutlar onu ünlü yapmıştır.
Wallace 11 çocuklu bir ailenin 10. çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçüklüğünde babası ve kardeşleri ile sık sık balığa, yüzmeye ve ava gider, her normal çocuk gibi atarisinin başından kalkamazdı. Ama onu yaşıtlarından ayıran bazı özellikleri de vardı. Küçük Ben fazlasıyla güçlü bir vücuda sahiptir ve hemen hemen tüm spor branşlarını son derece iyi bir şekilde yapmaya yatkındır. Hayatı boyunca da bu fiziksel üstünlüğünün avantajlarını sonuna kadar kullanır. Wallace lisedeyken hem Amerikan futboluna hem beyzbolla hem de basketbola ilgi duymaktadır. Bu üç sporda da o kadar başarılıdır ki her birinde eyalet karmasına seçilir. Aslında insanlar Wallece cüssesinde birisini gördükleri zaman onun hantal biri olduğunu düşünebilirler. Rakipleri de onu basketbol sahasında ilk gördüklerinde onun hantal ve sadece rakiplerini ite kaka yakınına düşen ribaundları alabilecek bir uzun olduğunu düşünmüşler. Bu konuda eski Pistons yıldızı, günümüzün Tv yorumcusu Bill Laimbeer’ın söyleyecek bir iki lafı var: “Wallace, ribaundlarla ilgili eski yargıların geçersiz olduğunu hepimize kanıtladı. Her zaman ribaund almanın sıçramaktan çok yer tutma ile ilgili olduğunu söylerlerdi. Ama Ben, ribaundlarını insanları potadan uzak tutarak aldığı kadar onlardan daha yükseğe sıçrayarak da alıyor. İnanılmaz bir sıçrama yeteneğine sahip olduğu kadar çok da çabuk. Bana fazlasıyla Dennis’i hatırlatıyor. Belki de Dennis’ten sonra gördüğüm bire birde en etkili savunmacı. Ama sanıyorum ki Ben kendini geliştirmeye devam edecektir çünkü gerçekten All-Star seviyesinde bir oyuncu olması için ne yapması gerektiğini biliyor. Maç başına aldığı 12-13 ribaund’un ve yaptığı 3-4 bloğun yanına en azından 10-12 sayıyı da eklemesi gerekli.”
Yukarıda bahsi geçen fiziksel yetenekleri az kalsın onu bir Amerikan futbolu yıldızı yapacaktı. Lise takımında gösterdiği performans üniversitelerin ilgisini çeker. Auburn Üniversitesi ona burs teklif eder. Wallace okul yetkilileri ile yaptığı konuşmalarda hem basketbol hem de futbolu kastederek ikisinde de aynı anda oynayıp oynayamayacağını sorar. Onlardan aldığı olumlu cevap karşısında tereddütsüz okula katılım için gerekli kağıda imza atarak üniversiteye gönderir. Okulun yolunu tutarken hem basketbol hem de futbolda yıldızlaştığı günlerin hayalini kurmaktadır ama kampüse vardığı anda tüm hayalleri yıkılır. Okul yetkililerine basketboldan bahsettiği anda hepsi şaşırarak ona daha önce onunla hiç basketbol hakkında konuştuklarını hatırlamadıklarını, okulda basketbol oynamasının mümkün olmadığını onu futbol oynaması için aldıklarını söylerler. Anlaşmazlığın nedeni ise oldukça komiktir. Amerikan futbolunda bir takım oyuncularını iki farklı kadroya ayırır. Yeteneklerine göre defansif oyuncular ve ofansif oyuncular. Sahada top hakimiyeti kimdeyse ona göre bir takım sahaya sürülür. Wallace da telefonda “ikisini” de aynı anda oynayıp oynamayacağını sorduğunda okul yetkilileri onun hem hücum takımında hem de savunma takımında oynamak istediğini sanarak bunu sevinerek kabul etmiştir. Wallace o anki duygularını şöyle anlatır: “Bunları duyduğum zaman kulaklarıma inanamadım. Ben de oradan çekip gittim. Basketbola aşığım. Bu yüzden Amerikan futbolu ve basketbol arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığım zaman hiç tereddütsüz basketbolu seçtim. Wallece, Auburn’ü t*** ettiği zaman hayatı hakkında kurduğu gerçek anlamda hiçbir planı kalmamıştı. Ta ki bir basketbol kampında gelecekteki idolü Charles Oakley ile karşılaşana dek.
Oakley topu göğsüme fırlattı ve “hadi başlayalım” dedi. H***es bizi izliyordu. O benim dudağımı patlattı ben de onun burnunu!..
Oakley hepimizi karşısına oturtup azarlamaya başladı. Sürekli bizim çok yumuşak olduğumuzu hiç gayret gösterip çalışmadığımızı söyledi. Sonra da içimizde kimsede onunla teke tek oynayacak yürek olup olmadığını sordu. Ben de elimi kaldırdım. O da topu aldı ve göğsüme fırlattı: “Hadi başlayalım!”dedi. H***esin önünde oynamaya başladık. O benim dudağımı patlattı ben de onun burnunu kanattım. Wallece’a o maçı kimin kazandığı her sorulduğun genelde aynı tepkiyi verir. Evvel suçlu bir çocuk ya da masum bir kedi yavrusu gibi acındırıcı gözlerle suçunu gizlemek istermiş gibi bakar ve cevap verir: “Ben kazandım.” Ama tuhaftır ki Wallace, Oakley’in burnunu sürtmüş olmaktan çok da memnun değildir: “Ben daha 17 yaşımdayken bile üzerimden şut atamazdı, şutlarını hep bloklardım.” Bu teke tek maç hakkında Wallece’ın Pistons’tan kankası Stackhouse tarafından yapılan yorum da ilginçtir: “Oak asla bizim Ben’i geçemez.”
NCAA GÜNLERİ
Evet sonuçta maçı Wallece kazandı ve Oakley’e gününü gösterdi. Ama Oak bu çocuğun gerçekten yetenekli olduğunu fark etmişti. Onu kanatlarının altına alarak korumayı ve ona yol göstermeyi kafasına koydu. Charles gidip Wallace’a hangi okula gittiğini sorar. O da olanları anlatarak artık önünde fazla seçeneği kalmadığını söyler. Bunun üzerine Oakley, Cleveland’daki bir arkadaşına telefon açar. Bu çocuğu izlemeleri gerektiğini anlatarak Wallece’ı oradaki bir kampa gönderir. Kampta başarılı olan adamımız kapağı Cuyahoga CC’ye atar. Orda 24 sayı, 17 ribaund ve 7 blok gibi inanılmaz ortalamalara ulaşır ve tekrar daha büyük okulların antrenörlerinin dikkatini çeker. Ama ne kadar iyi bir okula transfer olacaksa olsun benchte oturmak istemeyen Wallece, daha sezon bitmeden takımını t*** eder ve soluğu Oakley’in yanında alır. Oakley de idarecilerle konuşarak onu mezun olduğu okul olan Virginia Union’a aldırır. Burada ceza hukuku eğitimi alan Ben, 12.5 sayı, 10.5 ribaund ve 3.7 blok ortalamalarına ulaşarak takımını NCAA Division 2’da Final Four’a taşır. Ama okulu basketbolda adı sanı duyulmamış bir okuldur ve Wallace oyunuyla NBA scout’larının çok da ilgisini çekmez. Dolayısıyla katıldığı 96 NBA Draft’ında seçilemez. Wallace üzülmekle beraber o an için NBA seviyesinde bir oyuncu olmadığının farkındadır bu yüzden bunu kendisine fazla dert etmez. Daha çok çalışmaya başlar ve Boston antrenörü M.L Carr onu takımın yaz kampına davet eder.
BOY PROBLEMİ
Bu arada Wallece’ı çağıran Carr, bu boyuyla onun pivot ya da power forvet oynamak için çok kısa olduğunu onu kampta off guard veya kısa forvet olarak deneyeceğini söyler. Aslında NBA kayıtlarında boyu 2.06 olarak gözükse de Wallece’ın gerçek boyunun ancak 2 metre olduğu söyleniyor. Hatırlayacaksınız “Sir” Charles Barkley’in boyu da öncelikle 1.98 olarak kabul edilirken bir süre sonra 1.96’ya inmiş en son ise gerçekte 1.92 olduğu ortaya çıkmıştı. Bu tür olaylar diğer bir çok NBA yıldızı için de geçerli. Kim bilir belki de bu arkadaşlar kemik erimesi hastalığından mustariplerdir. Vah zavallılarım vah...
Tabii ki bu boyuna göre pozisyon seçme formülü ona pek yaramadı. Sonuçta Ben, kampta fazla forma şansı bile bulamayarak Boston kampından ayrıldı ve Washington’la antrenmanlara çıkmaya başladı. Çaylak sezonu Wallace için pek parlak geçmedi. O zamanki adı Wizards yerine Bullets olan Washington’da takımın ancak 12. adamıydı. 34 maçta forma görev alan Wallece maç başına ancak 5.8 dk sahada kalırken 1.1 sayı ve 1.7 ribaund ortalamalarına sahipti. Bu arada ismi, tanınmasa da basketbol camiasında kulaktan kulağa yayılmaktaydı. Washington’daki bu gizemli oyuncu, antrenmanlarda Juwan Howard ve Chris Webber da dahil olmak üzere çoğu oyuncunun canına okumaktaydı. Bir sonraki sezon sahada kaldığı süreyi tam 3 katına çıkartarak maç başına 15.8 dk oyunda kaldı. Indiana karşısında ilk kez bir maça ilk beşte başladı ve aldığı 12 ribaundla sahada en çok ribaund alan ismi oldu. Sezonda toplam 61 maça çıkarken bunların 16’sında ismi maça başlayan beşte yer alıyordu. Ortalamaları ise fazla kıpırdamamış, sayı ortalamasını ancak 3.1’e, ribaund ortalamasını ise 4.8’e çıkartabilmişti. Bullets’taki üçüncü sezonunda ise içindeki cevher biraz da olsa ortaya çıktı. Cleveland karşısında attığı 20 sayı ile kariyerindeki en yüksek rakama ulaşırken ribaund hanesinde de 10 yazıyordu. Bu sırada süre aldıkça double-double yapmaya başladı. Bucks karşısında 14 sayı ve 14 ribaund’luk, Toronto’ya karşı da 12 ribaund, 16 sayılık performanslar ortaya koydu. Sezon sonuna gelindiğinde aldığı süre 10 dk. daha artmıştı. Bu artış da beraberinde 6.0 sayı, 8.3 ribaund ve 1.96 blokk ortalamaları getirmişti. Washington bu sezonun sonunda büyük bir hata yaparak elindeki tüm yetenekli power forvetleri kaçırdığı gibi Wallece’ı da kaçırdı. Wizards, Orlando ile yaptığı takasta Wallace,Tim Legler, Terry Davis ve Jeff McInnis’i göndererek Magic’ten 1995-96 sezonunda Tuborg forması, geçtiğimiz yıl da Ülker forması giyen Isaac Austin’i kadrosuna kattı. Orlando da oynadığı 81 maçın tümünde kendisine ilk beşte yer bulan Big Ben, bu maçlarda 4.8 sayı, 8.2 ribaund ve 1.6 blok ortalaması tutturdu. Sonraki sezon Orlando da ayağına gelen fırsatı elinin tersiyle iterek Grant Hill yüzünden gözü kör olmuş bir şekilde Chucky Atkins ve Ben Wallace’ı Grant Hill’le takas etti. Tabii ki o dönem de Hill mi yoksa Wallace mı diye soracak olsaydınız akıl sağlığı yerinde olan h***es Grant Hill cevabını verirdi. Ama Orlando idarecileri en azından Wallace’ı kadrolarında tutmaya çalışarak takasa başka isimleri dahil etmeyi deneyebilirlerdi. Bu takasın sonucu ortada. Magic, astronomik bir anlaşmaya imza attırdığı Hill’i geçirdiği sakatlıklar yüzünden oynatamazken, Pistons şu anda ligin blok ve ribaund kralına sahip bulunmakta.
PİSTONS’IN YENİ KÖTÜ ÇOCUĞU
Pistons’taki ilk yılında Wallace 80 maçta oynarken bir kez daha oynadığı tüm maçlara ilk beşte başlar. Ama bu kez kendisine daha önce tanınmayan bir şansa sahip olarak sahada 34.5 dakika ortalamasıyla kalır. Sahada kaldığı süre bu kadar çok artınca Wallace da tüm marifetlerini daha iyi sergilemeyi başarır. Maç başına 13,2 ribaund ortalaması ile ligde ribaund krallığını zorlar ama Mutombo’nun arkasında 2.sırayı alır. Aldığı 1052 ribaundla toplamda ligin en çok ribaund alan ve bu sayede Pistons’ın Dennis Rodman’dan sonra 1000 ribaund barajını geçen ilk oyuncusu olur. Ayrıca sezon boyunca Dikembe Mutombo ile beraber arka arkaya 20 ve üzeri ribaund alabilen iki oyuncudan biridir ve Orlando maçında 28 ribaund ile kariyerinin en yüksek rakamına ulaşır. Bir sezon evvel 1.60 olan blok ortalamasını ise 2.30’a çıkarır. Pistons tarihine hem ribaund, hem top çalma hem de blok ortalamalarında takımın lideri olan ilk isim olarak geçer. Yılın Savunmacısı ödülü için yapılan oylamada ise 6 oy alarak beşinci olur. Ama maalesef bu performansı takımı için yeterli olmaz ve Detroit normal sezonu ancak 32 galibiyet ile kapatır. Geçtiğimiz sezon ise kariyeri için bir zirvedir. Takımın başına New Jersey, Portland ve Indiana’da 11 sezon asistan coach’luk yapan Rick Carlisle getirilir. Takımdaki bu yeni yapılanmada Stackhouse kendini bulur ve ilk kez egosunu bir kenara bırakarak olması gereken oyuncu gibi oynar. Corliss Williamson bench’ten gelerek inanılmaz bir katkıda bulunur ve takım Ben Wallace’ın liderliğinde sahada inanılmaz bir savunma uygular. Sonuçta da takım uzun bir aradan sonra 50 galibiyet barajına ulaşarak 1990 yılından sonra ilk kez M***ez grubu şampiyonu olarak tamamlar. Wallece sahada 36.5 dakika ortalamasıyla kalırken hücumda daha agresiftir, %53’lük bir şut yüzdesiyle 7.6 sayı averajı tutturur. 13.0 ribaund ve 3.48 ortalamaları ise onu her iki kategoride de NBA’in zirvesine taşır. Yakaladığı bu başarıyı ise daha önce NBA tarihinde ancak Hakeem “The Dream” Olajuwon, Kareem Abdul-Jabbar ve Bill Walton’ın yakaladığını söylersem sanırım Big Ben Wallace’ın ne kadar önemli bir başarıya imza attığını anlatabilirim. Üstelik Wallace’ın boyu diğer 3 oyuncu ile kıyaslanamayacak derecede de kısa. Bu mükemmel savunma performansı doğal olarak onu rekor bir şekilde “Yılın Savunmacısı” ödülüne ulaştırır. Oylama tamamlandığında en yakın rakibine 114 oy fark atmıştır. Wallace ayrıca tutturduğu 1.7 top çalma ortalaması ile bu kategoride de ilk 15 içindedir. Sezon içinde 2 defa haftanın oyuncusu seçilen Wallace, 24 Şubattaki Milwaukee maçında da 10 sayı, 17 ribaund ve 10 blok ile kariyerindeki ilk triple-double’ı gerçekleştirir. 24 Mart’ta Boston karşısında ise kariyer rekorunu bir kez daha egale eder ve 28 ribaund’a ulaşır.
Tüm bu başarılarının yanında regular sezonda Doğu’da 2.sırayı alan Detroit ile kariyerinde ilk playoff maçına çıkar ve 21 Nisanda Toronto karşısında 19 sayı, 20 ribaundluk muhteşem bir oyun ortaya koyar. Kariyerindeki bu ilk playoff tecrübesinde çok başarılı maçlar çıkaran Wallace, ilk turda Toronto karşısında 8.2 sayı, 15.0 ribaund, 2.2 blok ve 2.2 top çalma; konferans yarı finalinde Boston karşısında 6.4 sayı, 17.2 ribaund, 3.0 blok ve 1.6 top çalma ortalamalarını yakalar. Evet Wallace kendini tüm NBA’e kanıtlamıştır, artık oda ligin yıldız oyuncular arasındadır.
Majesteleri Michael Jordan’ın antrenörü Doug Collins onun hakkında şunları söylemekte: “Bence Wallace, Jason Kidd’le beraber sayı üretmeden oyunu domine edebilen az sayıda oyuncudan biri.” Başkan Joe Dumars daha Grant Hill’i Atkins ve Wallace ile takas ettiği gün basına takımın fazla yumuşak olduğunu ve aralarına katılan bu iki yeni oyuncuyla beraber takımın çok daha sert ve dişli olacağını söylemişti. Dumars oyunculuğunda zekasıyla oynayan bir isimdi. Şu ana kadar takımın başında olduğu sürede aynı muhteşem zekayı masa başında da kullanmakta. Bazı isimler daha şimdiden Wallace’ın Pistons tarihinde bir kilometre taşı olduğunu düşünüyor ama Wallace bu durumdan endişeli. En azından Joe Dumars’ın beklentilerini yükseltmesinden korkuyor: “Sanırım benimle anlaştıklarında kendileri bile benim tam olarak ne tür bir oyuncu olduğumun farkında değillerdi. Onlar sadece sahada çalışan ve biraz ribaund alan bir oyuncu istemişlerdi ama sanırım ben bundan daha fazlasına sahibim. Yeni koç, yeni bir takım ve yeni bir sistem benim de kariyerimde yeni bir sayfa açmama yardımcı oldu.”
Aslında Wallace’ı yakından tanıyan insanlar sahada rakipleri için fazlasıyla korkutucu olan bu adamın saha dışında çok yumuşak bir ses tonuyla konuşan, eğlenceli ve maket araba yaparak vakit geçiren sıradan bir insan olduğunu söylüyor.
“Sahada oynarken arkanızı ‘big ben’ gibi bir devin kolladığını bilmek güzel bir duygu. Her zaman böyle bir adamın karşımda oynamasındansa yanımda olmasını tercih ederim.” - jerry stackhouse
Takımın birinci yıldızı Stackhouse ise tartışmasız ikinci yıldızı da Wallace. Stack bu konuda şöyle diyor: Sahada her zaman Big Ben’in nerde olacağını hissederim. Her defasında doğru zamanda doğru yerdedir bu sayede asistlerimin büyük bir kısmını ona yaparım. Onun orda olması bile çoğu şeyi bizim için kolaylaştırıyor çünkü bu sayede önümde bir koridor açılıyor. Eğer onun adamı yardıma gelmezse rahatça savunmacımla bire bir oynayabiliyorum eğer yardım gelirse de topu ona veriyorum ve o da sayıyı bizim hanemize ekliyor.” Wallace gerçekten pota altında yüksek isabetle oynuyor. Ama kaydettiği sayıların çoğunu tiplerden ve potayı kırarcasına yaptığı smaçlardan bulduğunu düşünürsek Big Ben’in hücumda zaafı olduğunu söyleyebiliriz. Kesinlikle kendisini geliştirmesi gerekli ve kendisi de bu eksikliğinin farkında. Bu konuda kendisi de şöyle demekte: “Eğer yıldız olmak istiyorsam hala kendimi geliştirmek zorundayım sahanın iki ucunu da dağıtamadığım sürece gerçek anlamda yıldız sayılmam. Zaten her antrenmandan sonra en az bir saat daha sahada kalarak şut ve serbest atış çalışıyorum.”
Ben Wallace gerçekten ligin en önemli oyuncularından biri ama şu anda ne bir Hakeem O’lajuwon ne Kareem Abdul-Jabbar ne de bir Bill Walton. Hatta daha tam bir Dennis Rodman bile değil. Wallace bir savunma uzmanı olduğu kadar bir hücum silahı olduğu gün NBA tarihine hak edeceği yeri alacaktır. Son bir cümle de Mehmet Okur için. Umarım Memo, Detroit’e gittiği zaman Ben Wallace’tan savunma hakkında çok şey öğrenir. Çünkü Mehmet fazlasıyla yetenekli bir oyuncu NBA’de yıldız olmak için de diğer Avrupalılardan kesinlikle hiçbir eksiği yok. Yeter ki Oda Wallace gibi yürekli bir savaşçı olsun!.
Height: 6' 9"
Weight: 240 lbs.
Position: Forward/Center
Birth Place: White Hall, Alabama
Birthday: September 10, 1974
College: Virginia Union
NBA Team: Detroit Pistons
CESUR YÜREK, BEN WALLACE
ANNECİM ŞU SAHADAKİ CANAVARA BİR ŞEY SÖYLE BİZE ŞUT ATTIRMIYOR!!..
Afro saça yepyeni bir boyut getiren “Big Ben” sahada ribaund alan, blok yapan, top çalan ve savunması ile rakibine aman vermeyen yani sahadaki tüm ağır işleri üstlenerek takımın hamallığını yapan ligdeki birkaç ağır işçiden biri. Diğer oyuncuların aksine onu yıldız yapan faktörler de bunlar.
Bugünün NBA yıldızları kimlerdir? Hangi özellikleri onları yıldız statüsüne taşır? İlk bakışta çok kolay bir soru değil mi? Eminim cevaplar da hali hazırdadır. Kobe, Carter, T-mac, Francis yıldızlardır çünkü akrobatik smaçlarıyla taraftarları kendilerine hayran bırakırlar. Iverson, Pierce, Stackhouse gibi oyuncular yıldızlardır çünkü genelde 20 sayı ortalamasının altına düşmezler. Webber, Duncan ve O’Neil yıldızdır çünkü kendilerini tutan oyuncu kim olursa olsun fizik güçleriyle onları ekarte ederek potaya ulaşabilirler. Kidd, Bibby, Miller, Payton yıldızdır çünkü takımlarının en kısa yoldan sayıya gitmesini sağlarlar. Bu tür ofansif kriterlere göre yapacağımız değerlendirme uzar da uzar. Peki sadece sayıya yönelik oyuncular mı yıldız olur? Ya yukarıda saydığımız yıldızlara “çemberi göstermeyerek” onların canına okuyan oyuncuları hangi statüde değerlendirmeliyiz?
SAVUNMA, SAVUNMA VE YİNE SAVUNMA...
İsterseniz konumuzdan fazla uzaklaşmadan biraz efsanevi Chicago Bulls takımı hakkında sohbet edelim. Sizce o takımı bu kadar ulaşılmaz kılan sadece Jordan ve Pippen’ın skor gücü müydü? Ya da Tex Winter’ın triangle-offense’i mı?. Belki de Phil Jackson’ın Zen felsefesi ile oyuncularının beynini yıkamasıdır. Hatta durun bir saniye, kim bilir Jordan’ın tüm maçlarında Chicago şortunun altına giydiği söylenen North Carolina şortunun getirdiği bir uğur da olabilir. (Bu nasıl bir şorttur anlamam ya neyse) Son şıkkı çıkarttığımız zaman tabii ki yukarıda saydıklarımın hepsi çok önemli etkenler. Ama unutmayın ki Chicago o dönemde Jordan, Pippen ve Rodman’lı kadrosunda ligin en iyi 10 savunmacısından 3’ünü bulunduruyordu. Tersini iddia edersek bence “Harun evladım sen 50 sayı at gerisine de karışma, diğer arkadaşların savunma yapar.” diyen basketbol zihniyetinden bir farkımız olmaz. Günümüz basketbolunda artık savunma yapmak da en az hücum etmek kadar önemli. Eğer bir gün Ülker tesislerine yolunuz düşerse antrenman salonunun duvarlarında aynen şu sözlerin yazıldığına şahit olursunuz: ‘Her zaman isabetli şut atamayabilirsin ama her zaman savunma yapabilirsin.’ İşte günümüzün basketbol felsefesinin temelinde bu yatmakta. Önce savunma!!
Bu yazımızın kahramanı da bu felsefeyi sahada en iyi uygulayan isimlerin başında geliyor. Hem de dünyadaki en zor ve fiziksel kuvvetin en ön plana çıktığı lig olan NBA’de. İşte karşınızda “Big” Ben Wallace...
AZMİN ZAFERİ
Bugünlerde dergilerde, gazetelerde ve internet sitelerinde sıkça bu yılın draft değerlendirmelerine rastlayabilirsiniz. Jao Ming acaba gerçekten ilk sırada seçilmeyi hakketti mi? Yoksa yeni bir Shawn Bradley vakası ile mi karşı karşıyayız. Fred Jones ve cılız Juan Dixon nasıl bu kadar yüksek sıralardan seçilebildi. Caron Butler geçmişteki vukuatları olmasa daha yüksek bir sıradan seçilebilir miydi? Ve dahası Draft’ta seçildiği sıradan memnun olmayan bir çok oyuncu. Eminim bunların çoğunu okumuş veya duymuşsunuzdur. Bizim zavallı Ben Wallace’ın bu tür dertleri maalesef hiç olmadı. Adamımız bırakın NBA’e birinci turdan girmeyi Draft’ta bile seçilemeyip şansını CBA’de denemek zorunda kaldı. Üstelik CBA draftında da ancak ikinci turda Oklahoma City tarafından seçilebildi. Ama Wallace’ın en önemli özelliği onun mücadeleci yapısıdır, o da pes etmeyerek çalıştı. NBA takımlarının düzenlediği yaz kamplarına katılarak kendini insanlara beğendirdi ve ancak bu sayede kendisine NBA’in kapılarını araladı. Üstelik bir kez içeri girdikten sonra da yan gelip yatmadı. Sürekli çalıştı, kendisini geliştirmeye uğraştı ve bu gayretinin sonuçlarına yavaş yavaş ulaştı. NBA ribaund ve blok krallığı, yılın en iyi savunmacısı ödülü, en iyi üçüncü beşte yer almak, Dream Team formasını giyme şansı ve 32 milyon dolarlık bir kontrat. Demek ki her şey draft’ta ilk sıralarda ya da birinci turda seçilmekle olmuyormuş. Tabii ki her oyuncu yüksek meblağlar karşılığında garanti bir anlaşmaya imza atmak ister ama bu tür bir anlaşma yapmak hem h***ese nasip olmaz, hem de talih kuşu size konsa bile eğer siz bu fırsatı nasıl değerlendireceğinizi bilemezseniz, kontratınıza güvenirseniz bir süre sonra silinip gidersiniz.
KÖTÜ ÇOCUKLARDAN, MUHALLEBİ ÇOCUKLARINA: DETROİT PİSTONS
“Bugüne kadar gelmiş geçmiş NBA şampiyonları arasında en çok nefret ettiğiniz takım hangisidir?” tarzı anketlerin genellikle tek bir favorisi vardır: Detroit Pistons. Efsanevi guard Isiah Thomas’ın liderliğindeki, Bill Laimbeer, çılgın çocuk Dennis Rodman , Rick Mahorn, Joe Dumars ve Vinnie Johnson’lı bu kadro 1980’lerin genel basketbol anlayışından çok daha farklı bir stile sahipti. 80’lere damgasını vuran iki ekolden ne Earvin “Magic” Johnson’ın Showtime Lakers’ına ne de Larry Bird’in disiplinli Celtics’ine hiçbir zaman benzer bir oyun ortaya koymadılar. “Bad Boys” mükemmel savunma yapan, asla pes etmeyen, mücadeleci ve fizik gücü çok yüksek oyunculardan oluşan bir takımdı. Sahada rakiplerini yenmek için her yolu da denerlerdi. Hatta basketbol adıyla rakip takım oyuncularını adeta “dövdüklerine” şahit olurdunuz. Maalesef olaylar bazen birazcık çirkefleşirdi. Eee Rodman ve Laimbeer olur da kavga gürültü o takımdan hiç eksik olur mu? Tabii ki olmaz. İşte bu basketbol anlayışı Pistons’a şampiyonluklar kazandırdı. Ama her takımın başına gelen Pistons’ın da başına geldi. Zaman geçtikçe yıldızlar yaşlanıp basketbolu bıraktılar, kimi oyuncular ise başka takımlara transfer oldu. Dolayısıyla Detroit giderek eridi 90’ların ortasına gelindiğinde takımda şampiyon kadroda oynayan tek yıldız olarak şu an Detroit’in başında bulunan Joe Dumars kalmıştı. O da tam basketbolu bırakmak üzereydi ki, 1994 Draft’ında takımın hüviyetini tamamen değiştirecek bir oyuncu Pistons tarafından draftta seçildi: Grant Hill. Duke’te oynadığı oyunla Jordan’ın yerine geçebileceği iddia edilen Hill’in gelişiyle Dumars takımda kalarak ona “abilik” yapmayı kafasına koydu. Hill süper bir yetenek de olsa zengin bir ailenin kibar çocuğuydu. Sahada asla trash-talk yapmazdı. Rakiplerine hiçbir zaman hakaret etmeyen, onlara nazik davranan ve bu sayede sevilen bir oyuncuydu. Yani biraz evvel belirttiğimiz “Kötü Çocuklar” tarzına tam anlamıyla zıt bir yapıdaydı. Bu yüzden, önce San Antonio’ya ardından da Chicago’ya giden Rodman ondan hep nefret etmiştir. “Bu Hill denen çocuğu hiç sevmiyorum adam orda bizim (Bad Boys) şerefimizi iki paralık ediyor. Basketbol bu kadar da yumuşak oynanmaz ki!! Züppe herif. Maç içinde Argo konuşmak, itişip kakışmak ağır hakaretmiş. Onu bir gün sahada birisi dövecek veya güzelce öpecek! o zaman ben de keyifle oturup seyredeceğim.” Tam bizim Rodman’a yakışan sözler. Bu sırada takımın diğer yıldızı Alan Houston, New York’a gönderilir ve takıma ikinci yıldız olarak Sixers’ın postaladığı Stackhouse takasla getirilir. Ama Hill ve Stackhouse beklenilen uyumu gösteremez. Hill de her şeye en baştan başlamak için soluğu, durmadan sakatlanacağı ve kariyerini bitirme noktasına geleceği, Orlando’da alır. Takımın tek yıldızı yarı bitik bir Stackhouse’tur ve Pistons fazlasıyla “yumuşak” bir basketbol oynamaktadır. İşte Ben Wallace, Pistons’a geldiğinde durum kelimenin tam anlamıyla bundan ibarettir.
Unutmayın Ben Wallace’ı, Ben Wallace yapan asla attığı şutlar değildir, bilakis başkalarına attırmadığı şutlar onu ünlü yapmıştır.
Wallace 11 çocuklu bir ailenin 10. çocuğu olarak dünyaya geldi. Küçüklüğünde babası ve kardeşleri ile sık sık balığa, yüzmeye ve ava gider, her normal çocuk gibi atarisinin başından kalkamazdı. Ama onu yaşıtlarından ayıran bazı özellikleri de vardı. Küçük Ben fazlasıyla güçlü bir vücuda sahiptir ve hemen hemen tüm spor branşlarını son derece iyi bir şekilde yapmaya yatkındır. Hayatı boyunca da bu fiziksel üstünlüğünün avantajlarını sonuna kadar kullanır. Wallace lisedeyken hem Amerikan futboluna hem beyzbolla hem de basketbola ilgi duymaktadır. Bu üç sporda da o kadar başarılıdır ki her birinde eyalet karmasına seçilir. Aslında insanlar Wallece cüssesinde birisini gördükleri zaman onun hantal biri olduğunu düşünebilirler. Rakipleri de onu basketbol sahasında ilk gördüklerinde onun hantal ve sadece rakiplerini ite kaka yakınına düşen ribaundları alabilecek bir uzun olduğunu düşünmüşler. Bu konuda eski Pistons yıldızı, günümüzün Tv yorumcusu Bill Laimbeer’ın söyleyecek bir iki lafı var: “Wallace, ribaundlarla ilgili eski yargıların geçersiz olduğunu hepimize kanıtladı. Her zaman ribaund almanın sıçramaktan çok yer tutma ile ilgili olduğunu söylerlerdi. Ama Ben, ribaundlarını insanları potadan uzak tutarak aldığı kadar onlardan daha yükseğe sıçrayarak da alıyor. İnanılmaz bir sıçrama yeteneğine sahip olduğu kadar çok da çabuk. Bana fazlasıyla Dennis’i hatırlatıyor. Belki de Dennis’ten sonra gördüğüm bire birde en etkili savunmacı. Ama sanıyorum ki Ben kendini geliştirmeye devam edecektir çünkü gerçekten All-Star seviyesinde bir oyuncu olması için ne yapması gerektiğini biliyor. Maç başına aldığı 12-13 ribaund’un ve yaptığı 3-4 bloğun yanına en azından 10-12 sayıyı da eklemesi gerekli.”
Yukarıda bahsi geçen fiziksel yetenekleri az kalsın onu bir Amerikan futbolu yıldızı yapacaktı. Lise takımında gösterdiği performans üniversitelerin ilgisini çeker. Auburn Üniversitesi ona burs teklif eder. Wallace okul yetkilileri ile yaptığı konuşmalarda hem basketbol hem de futbolu kastederek ikisinde de aynı anda oynayıp oynayamayacağını sorar. Onlardan aldığı olumlu cevap karşısında tereddütsüz okula katılım için gerekli kağıda imza atarak üniversiteye gönderir. Okulun yolunu tutarken hem basketbol hem de futbolda yıldızlaştığı günlerin hayalini kurmaktadır ama kampüse vardığı anda tüm hayalleri yıkılır. Okul yetkililerine basketboldan bahsettiği anda hepsi şaşırarak ona daha önce onunla hiç basketbol hakkında konuştuklarını hatırlamadıklarını, okulda basketbol oynamasının mümkün olmadığını onu futbol oynaması için aldıklarını söylerler. Anlaşmazlığın nedeni ise oldukça komiktir. Amerikan futbolunda bir takım oyuncularını iki farklı kadroya ayırır. Yeteneklerine göre defansif oyuncular ve ofansif oyuncular. Sahada top hakimiyeti kimdeyse ona göre bir takım sahaya sürülür. Wallace da telefonda “ikisini” de aynı anda oynayıp oynamayacağını sorduğunda okul yetkilileri onun hem hücum takımında hem de savunma takımında oynamak istediğini sanarak bunu sevinerek kabul etmiştir. Wallace o anki duygularını şöyle anlatır: “Bunları duyduğum zaman kulaklarıma inanamadım. Ben de oradan çekip gittim. Basketbola aşığım. Bu yüzden Amerikan futbolu ve basketbol arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığım zaman hiç tereddütsüz basketbolu seçtim. Wallece, Auburn’ü t*** ettiği zaman hayatı hakkında kurduğu gerçek anlamda hiçbir planı kalmamıştı. Ta ki bir basketbol kampında gelecekteki idolü Charles Oakley ile karşılaşana dek.
Oakley topu göğsüme fırlattı ve “hadi başlayalım” dedi. H***es bizi izliyordu. O benim dudağımı patlattı ben de onun burnunu!..
Oakley hepimizi karşısına oturtup azarlamaya başladı. Sürekli bizim çok yumuşak olduğumuzu hiç gayret gösterip çalışmadığımızı söyledi. Sonra da içimizde kimsede onunla teke tek oynayacak yürek olup olmadığını sordu. Ben de elimi kaldırdım. O da topu aldı ve göğsüme fırlattı: “Hadi başlayalım!”dedi. H***esin önünde oynamaya başladık. O benim dudağımı patlattı ben de onun burnunu kanattım. Wallece’a o maçı kimin kazandığı her sorulduğun genelde aynı tepkiyi verir. Evvel suçlu bir çocuk ya da masum bir kedi yavrusu gibi acındırıcı gözlerle suçunu gizlemek istermiş gibi bakar ve cevap verir: “Ben kazandım.” Ama tuhaftır ki Wallace, Oakley’in burnunu sürtmüş olmaktan çok da memnun değildir: “Ben daha 17 yaşımdayken bile üzerimden şut atamazdı, şutlarını hep bloklardım.” Bu teke tek maç hakkında Wallece’ın Pistons’tan kankası Stackhouse tarafından yapılan yorum da ilginçtir: “Oak asla bizim Ben’i geçemez.”
NCAA GÜNLERİ
Evet sonuçta maçı Wallece kazandı ve Oakley’e gününü gösterdi. Ama Oak bu çocuğun gerçekten yetenekli olduğunu fark etmişti. Onu kanatlarının altına alarak korumayı ve ona yol göstermeyi kafasına koydu. Charles gidip Wallace’a hangi okula gittiğini sorar. O da olanları anlatarak artık önünde fazla seçeneği kalmadığını söyler. Bunun üzerine Oakley, Cleveland’daki bir arkadaşına telefon açar. Bu çocuğu izlemeleri gerektiğini anlatarak Wallece’ı oradaki bir kampa gönderir. Kampta başarılı olan adamımız kapağı Cuyahoga CC’ye atar. Orda 24 sayı, 17 ribaund ve 7 blok gibi inanılmaz ortalamalara ulaşır ve tekrar daha büyük okulların antrenörlerinin dikkatini çeker. Ama ne kadar iyi bir okula transfer olacaksa olsun benchte oturmak istemeyen Wallece, daha sezon bitmeden takımını t*** eder ve soluğu Oakley’in yanında alır. Oakley de idarecilerle konuşarak onu mezun olduğu okul olan Virginia Union’a aldırır. Burada ceza hukuku eğitimi alan Ben, 12.5 sayı, 10.5 ribaund ve 3.7 blok ortalamalarına ulaşarak takımını NCAA Division 2’da Final Four’a taşır. Ama okulu basketbolda adı sanı duyulmamış bir okuldur ve Wallace oyunuyla NBA scout’larının çok da ilgisini çekmez. Dolayısıyla katıldığı 96 NBA Draft’ında seçilemez. Wallace üzülmekle beraber o an için NBA seviyesinde bir oyuncu olmadığının farkındadır bu yüzden bunu kendisine fazla dert etmez. Daha çok çalışmaya başlar ve Boston antrenörü M.L Carr onu takımın yaz kampına davet eder.
BOY PROBLEMİ
Bu arada Wallece’ı çağıran Carr, bu boyuyla onun pivot ya da power forvet oynamak için çok kısa olduğunu onu kampta off guard veya kısa forvet olarak deneyeceğini söyler. Aslında NBA kayıtlarında boyu 2.06 olarak gözükse de Wallece’ın gerçek boyunun ancak 2 metre olduğu söyleniyor. Hatırlayacaksınız “Sir” Charles Barkley’in boyu da öncelikle 1.98 olarak kabul edilirken bir süre sonra 1.96’ya inmiş en son ise gerçekte 1.92 olduğu ortaya çıkmıştı. Bu tür olaylar diğer bir çok NBA yıldızı için de geçerli. Kim bilir belki de bu arkadaşlar kemik erimesi hastalığından mustariplerdir. Vah zavallılarım vah...
Tabii ki bu boyuna göre pozisyon seçme formülü ona pek yaramadı. Sonuçta Ben, kampta fazla forma şansı bile bulamayarak Boston kampından ayrıldı ve Washington’la antrenmanlara çıkmaya başladı. Çaylak sezonu Wallace için pek parlak geçmedi. O zamanki adı Wizards yerine Bullets olan Washington’da takımın ancak 12. adamıydı. 34 maçta forma görev alan Wallece maç başına ancak 5.8 dk sahada kalırken 1.1 sayı ve 1.7 ribaund ortalamalarına sahipti. Bu arada ismi, tanınmasa da basketbol camiasında kulaktan kulağa yayılmaktaydı. Washington’daki bu gizemli oyuncu, antrenmanlarda Juwan Howard ve Chris Webber da dahil olmak üzere çoğu oyuncunun canına okumaktaydı. Bir sonraki sezon sahada kaldığı süreyi tam 3 katına çıkartarak maç başına 15.8 dk oyunda kaldı. Indiana karşısında ilk kez bir maça ilk beşte başladı ve aldığı 12 ribaundla sahada en çok ribaund alan ismi oldu. Sezonda toplam 61 maça çıkarken bunların 16’sında ismi maça başlayan beşte yer alıyordu. Ortalamaları ise fazla kıpırdamamış, sayı ortalamasını ancak 3.1’e, ribaund ortalamasını ise 4.8’e çıkartabilmişti. Bullets’taki üçüncü sezonunda ise içindeki cevher biraz da olsa ortaya çıktı. Cleveland karşısında attığı 20 sayı ile kariyerindeki en yüksek rakama ulaşırken ribaund hanesinde de 10 yazıyordu. Bu sırada süre aldıkça double-double yapmaya başladı. Bucks karşısında 14 sayı ve 14 ribaund’luk, Toronto’ya karşı da 12 ribaund, 16 sayılık performanslar ortaya koydu. Sezon sonuna gelindiğinde aldığı süre 10 dk. daha artmıştı. Bu artış da beraberinde 6.0 sayı, 8.3 ribaund ve 1.96 blokk ortalamaları getirmişti. Washington bu sezonun sonunda büyük bir hata yaparak elindeki tüm yetenekli power forvetleri kaçırdığı gibi Wallece’ı da kaçırdı. Wizards, Orlando ile yaptığı takasta Wallace,Tim Legler, Terry Davis ve Jeff McInnis’i göndererek Magic’ten 1995-96 sezonunda Tuborg forması, geçtiğimiz yıl da Ülker forması giyen Isaac Austin’i kadrosuna kattı. Orlando da oynadığı 81 maçın tümünde kendisine ilk beşte yer bulan Big Ben, bu maçlarda 4.8 sayı, 8.2 ribaund ve 1.6 blok ortalaması tutturdu. Sonraki sezon Orlando da ayağına gelen fırsatı elinin tersiyle iterek Grant Hill yüzünden gözü kör olmuş bir şekilde Chucky Atkins ve Ben Wallace’ı Grant Hill’le takas etti. Tabii ki o dönem de Hill mi yoksa Wallace mı diye soracak olsaydınız akıl sağlığı yerinde olan h***es Grant Hill cevabını verirdi. Ama Orlando idarecileri en azından Wallace’ı kadrolarında tutmaya çalışarak takasa başka isimleri dahil etmeyi deneyebilirlerdi. Bu takasın sonucu ortada. Magic, astronomik bir anlaşmaya imza attırdığı Hill’i geçirdiği sakatlıklar yüzünden oynatamazken, Pistons şu anda ligin blok ve ribaund kralına sahip bulunmakta.
PİSTONS’IN YENİ KÖTÜ ÇOCUĞU
Pistons’taki ilk yılında Wallace 80 maçta oynarken bir kez daha oynadığı tüm maçlara ilk beşte başlar. Ama bu kez kendisine daha önce tanınmayan bir şansa sahip olarak sahada 34.5 dakika ortalamasıyla kalır. Sahada kaldığı süre bu kadar çok artınca Wallace da tüm marifetlerini daha iyi sergilemeyi başarır. Maç başına 13,2 ribaund ortalaması ile ligde ribaund krallığını zorlar ama Mutombo’nun arkasında 2.sırayı alır. Aldığı 1052 ribaundla toplamda ligin en çok ribaund alan ve bu sayede Pistons’ın Dennis Rodman’dan sonra 1000 ribaund barajını geçen ilk oyuncusu olur. Ayrıca sezon boyunca Dikembe Mutombo ile beraber arka arkaya 20 ve üzeri ribaund alabilen iki oyuncudan biridir ve Orlando maçında 28 ribaund ile kariyerinin en yüksek rakamına ulaşır. Bir sezon evvel 1.60 olan blok ortalamasını ise 2.30’a çıkarır. Pistons tarihine hem ribaund, hem top çalma hem de blok ortalamalarında takımın lideri olan ilk isim olarak geçer. Yılın Savunmacısı ödülü için yapılan oylamada ise 6 oy alarak beşinci olur. Ama maalesef bu performansı takımı için yeterli olmaz ve Detroit normal sezonu ancak 32 galibiyet ile kapatır. Geçtiğimiz sezon ise kariyeri için bir zirvedir. Takımın başına New Jersey, Portland ve Indiana’da 11 sezon asistan coach’luk yapan Rick Carlisle getirilir. Takımdaki bu yeni yapılanmada Stackhouse kendini bulur ve ilk kez egosunu bir kenara bırakarak olması gereken oyuncu gibi oynar. Corliss Williamson bench’ten gelerek inanılmaz bir katkıda bulunur ve takım Ben Wallace’ın liderliğinde sahada inanılmaz bir savunma uygular. Sonuçta da takım uzun bir aradan sonra 50 galibiyet barajına ulaşarak 1990 yılından sonra ilk kez M***ez grubu şampiyonu olarak tamamlar. Wallece sahada 36.5 dakika ortalamasıyla kalırken hücumda daha agresiftir, %53’lük bir şut yüzdesiyle 7.6 sayı averajı tutturur. 13.0 ribaund ve 3.48 ortalamaları ise onu her iki kategoride de NBA’in zirvesine taşır. Yakaladığı bu başarıyı ise daha önce NBA tarihinde ancak Hakeem “The Dream” Olajuwon, Kareem Abdul-Jabbar ve Bill Walton’ın yakaladığını söylersem sanırım Big Ben Wallace’ın ne kadar önemli bir başarıya imza attığını anlatabilirim. Üstelik Wallace’ın boyu diğer 3 oyuncu ile kıyaslanamayacak derecede de kısa. Bu mükemmel savunma performansı doğal olarak onu rekor bir şekilde “Yılın Savunmacısı” ödülüne ulaştırır. Oylama tamamlandığında en yakın rakibine 114 oy fark atmıştır. Wallace ayrıca tutturduğu 1.7 top çalma ortalaması ile bu kategoride de ilk 15 içindedir. Sezon içinde 2 defa haftanın oyuncusu seçilen Wallace, 24 Şubattaki Milwaukee maçında da 10 sayı, 17 ribaund ve 10 blok ile kariyerindeki ilk triple-double’ı gerçekleştirir. 24 Mart’ta Boston karşısında ise kariyer rekorunu bir kez daha egale eder ve 28 ribaund’a ulaşır.
Tüm bu başarılarının yanında regular sezonda Doğu’da 2.sırayı alan Detroit ile kariyerinde ilk playoff maçına çıkar ve 21 Nisanda Toronto karşısında 19 sayı, 20 ribaundluk muhteşem bir oyun ortaya koyar. Kariyerindeki bu ilk playoff tecrübesinde çok başarılı maçlar çıkaran Wallace, ilk turda Toronto karşısında 8.2 sayı, 15.0 ribaund, 2.2 blok ve 2.2 top çalma; konferans yarı finalinde Boston karşısında 6.4 sayı, 17.2 ribaund, 3.0 blok ve 1.6 top çalma ortalamalarını yakalar. Evet Wallace kendini tüm NBA’e kanıtlamıştır, artık oda ligin yıldız oyuncular arasındadır.
Majesteleri Michael Jordan’ın antrenörü Doug Collins onun hakkında şunları söylemekte: “Bence Wallace, Jason Kidd’le beraber sayı üretmeden oyunu domine edebilen az sayıda oyuncudan biri.” Başkan Joe Dumars daha Grant Hill’i Atkins ve Wallace ile takas ettiği gün basına takımın fazla yumuşak olduğunu ve aralarına katılan bu iki yeni oyuncuyla beraber takımın çok daha sert ve dişli olacağını söylemişti. Dumars oyunculuğunda zekasıyla oynayan bir isimdi. Şu ana kadar takımın başında olduğu sürede aynı muhteşem zekayı masa başında da kullanmakta. Bazı isimler daha şimdiden Wallace’ın Pistons tarihinde bir kilometre taşı olduğunu düşünüyor ama Wallace bu durumdan endişeli. En azından Joe Dumars’ın beklentilerini yükseltmesinden korkuyor: “Sanırım benimle anlaştıklarında kendileri bile benim tam olarak ne tür bir oyuncu olduğumun farkında değillerdi. Onlar sadece sahada çalışan ve biraz ribaund alan bir oyuncu istemişlerdi ama sanırım ben bundan daha fazlasına sahibim. Yeni koç, yeni bir takım ve yeni bir sistem benim de kariyerimde yeni bir sayfa açmama yardımcı oldu.”
Aslında Wallace’ı yakından tanıyan insanlar sahada rakipleri için fazlasıyla korkutucu olan bu adamın saha dışında çok yumuşak bir ses tonuyla konuşan, eğlenceli ve maket araba yaparak vakit geçiren sıradan bir insan olduğunu söylüyor.
“Sahada oynarken arkanızı ‘big ben’ gibi bir devin kolladığını bilmek güzel bir duygu. Her zaman böyle bir adamın karşımda oynamasındansa yanımda olmasını tercih ederim.” - jerry stackhouse
Takımın birinci yıldızı Stackhouse ise tartışmasız ikinci yıldızı da Wallace. Stack bu konuda şöyle diyor: Sahada her zaman Big Ben’in nerde olacağını hissederim. Her defasında doğru zamanda doğru yerdedir bu sayede asistlerimin büyük bir kısmını ona yaparım. Onun orda olması bile çoğu şeyi bizim için kolaylaştırıyor çünkü bu sayede önümde bir koridor açılıyor. Eğer onun adamı yardıma gelmezse rahatça savunmacımla bire bir oynayabiliyorum eğer yardım gelirse de topu ona veriyorum ve o da sayıyı bizim hanemize ekliyor.” Wallace gerçekten pota altında yüksek isabetle oynuyor. Ama kaydettiği sayıların çoğunu tiplerden ve potayı kırarcasına yaptığı smaçlardan bulduğunu düşünürsek Big Ben’in hücumda zaafı olduğunu söyleyebiliriz. Kesinlikle kendisini geliştirmesi gerekli ve kendisi de bu eksikliğinin farkında. Bu konuda kendisi de şöyle demekte: “Eğer yıldız olmak istiyorsam hala kendimi geliştirmek zorundayım sahanın iki ucunu da dağıtamadığım sürece gerçek anlamda yıldız sayılmam. Zaten her antrenmandan sonra en az bir saat daha sahada kalarak şut ve serbest atış çalışıyorum.”
Ben Wallace gerçekten ligin en önemli oyuncularından biri ama şu anda ne bir Hakeem O’lajuwon ne Kareem Abdul-Jabbar ne de bir Bill Walton. Hatta daha tam bir Dennis Rodman bile değil. Wallace bir savunma uzmanı olduğu kadar bir hücum silahı olduğu gün NBA tarihine hak edeceği yeri alacaktır. Son bir cümle de Mehmet Okur için. Umarım Memo, Detroit’e gittiği zaman Ben Wallace’tan savunma hakkında çok şey öğrenir. Çünkü Mehmet fazlasıyla yetenekli bir oyuncu NBA’de yıldız olmak için de diğer Avrupalılardan kesinlikle hiçbir eksiği yok. Yeter ki Oda Wallace gibi yürekli bir savaşçı olsun!.
Re: NBA Oyuncuları'nın Hayat Hikayeleri(İlginç)
Full Name: Jason Fredrick Kidd
Height: 6' 4"
Weight: 212 lbs.
Position: Guard
Birth Place: San Fransico, California
Birthday: March 23, 1973
College: California '96
NBA Team: New Jersey Nets
HIZ VE ZEKANIN KUSURSUZ BİRLEŞİMİ
“New, Mr.Triple-Double”
JASON KIDD #5
NBA tarihinde Triple-Double (bir maçta sayı, ribaund, asist, top çalma veya blok kategorilerinden üçünde çift haneli sayıya ulaşma) denildiğinde ilk akla gelen oyuncu Oscar “Big O” Robertson’dır. 1960-1974 yılları arasında ligde yer alan ve kariyerinde gerçekleştirdiği 178 triple-double ile bu kategoride zirvede bulunan Robertson, 1961-62 sezonunda da 30.8 sayı, 12.5 ribaund ve 11.4 asist ortalamaları ile hala yanına yaklaşılamayan bir başarı elde etmişti. Robertson’dan sonra 80’li yıllar ve 90’lı yılların başında Earvin “Magic” Johnson, Big O’nun başarılarını tekrarlar rakamlar yakalasada hastalığı sebebi ile basketbola ara vermesi ve daha sonra da bırakması Oscar’ın gerisinde kalmasına yol açmıştı. Aynı dönemlerde Larry Bird ve 94 draftı ile lige katılan Grant Hill gerçekleştirdikleri triple-double’lar ile Big O’yu ve Magic’i hatırlatan performanslar çizmişlerdi. Şu anda ise NBA liginde triple-double denildiğinde, akla gelen ilk ve tek isim Nets’i son iki sezonda NBA Finaline taşıyan Jason Kidd’den başkası değil. İşte karşınızda Hız ve Zekanın Kusursuz birleşimi “New, Mr.Triple-Double” JASON KIDD...
NERDEN NEREYE!!
1967’de start alan ve 1976’ya kadar 9 sezon faaliyet gösteren ABA liginin son şampiyonu (1975-76) New York Nets, 1976 senesinin Haziran ayında Indiana Pacers, San Antonio Spurs ve Denver Nuggets ile birlikte NBA ligine katılmıştı. NBA ligine katıldığında New York’tan, 1967’de ilk kurulduğu şehir olan New Jersey’e taşınan ekip 1976-77 NBA sezonu ile birlikte New Jersey Nets adı ile NBA liginde mücadele etmeye başladı. İlk NBA sezonunda 22 galibiyet alarak ligin 22. ve son takımı olan Nets, bir sonraki sezonda ne yazık ki bu kötü ünvanını devam ettirdi. 1978-79 sezonunda ise Bernard King’in takıma katılması ile bir önceki sezona göre 13 galibiyet fazla alarak ilk defa NBA Playofflarında yer aldı ve o dönemde 3 maç üzerinden oynanan ilk turda Philadelphia’ya her iki maçta da mağlup olarak sezonu kapadı. 1983-84 sezonunda tekrar playoff başarısı yakalayan ve ilk defa ilk turu geçme başarısını gösteren Nets (Philadelphia 3-2), bir üst turda Milwaukee’ye 4-2 elenmekten kurtulamadı. 1985-86 sezonundan itibaren genelde ilk 10 sıranın dışında yer alan, playofflara kalabildiği senelerde (1992-1993-1994-1998) ise ilk turdan öteye gidemeyen Nets’de her şey geçen sezon (2001-02) değişti. Geçen sezona kadar son 16 yılda sadece 3 kez .500 galibiyet oranını geçebilen ve playoff’a kalabildiği 4 sezonda ilk turdan öteye gidemeyen (16 playoff maçında sadece 4 galibiyet) Nets, NBA tarihinin en başarısız ve oyuncular tarafından en az tercih edilen takımlarından biriydi. Aslında kadroları 1998’den itibaren çok çok gelişmişti ama başarı bir türlü gelmiyordu. 1997’de draftta 2.sıradan seçilen Keith Van Horn draft-takas yolu ile kadroya katıldı. Backcourt’ta Sam Cassell, Kerry Kittles, frontcourt’ta tecrübeli Kendall Gill ve NBA ribaund krallığında 2.sırayı alan Jayson Williams ile Nets geleceğin takımı olarak gösteriliyordu. Ama bir türlü gelmeyen başarı önce Cassell’ın başını yaktı ve 1999’da takas yolu ile kadroya Stephon Marbury katıldı. 2000 Draftında ilk sıradan seçme hakkı elde edildi ve Cincinnati’nin forvet oyuncusu Kenyon Martin, takıma dahil oldu. Ama yine de Nets son sıralardan kurtulma başarısını gösteremedi ve geçen sezon başında bu sefer Marbury takas ile takımdan gönderildi. İşte o takasta Marbury’e karşılık kadroya katılan O oyuncu Nets’in çehresini değiştirdi ve Nets’e sanki sihirli bir değnek deymişçesine takım tarihinin en başarılı regular sezonunu geçirerek bir evvelki sezona göre 26 fazla galibiyet ile (52 galibiyet ile .634’lük galibiyet oranı) Doğu Konferansında ilk sırayı aldı. Playoff’larda ilk turda Indiana’yı, ikinci turda Charlotte’ı eleyerek NBA tarihlerinde ilk defa Doğu Konferansı Finaline yükseldi. Burada rakip Boston’du ama yine O oyuncu serinin kaderini değiştirdi ve Nets tarihinde ilk defa NBA finaline çıktı. Ama NBA Finalinde O oyuncun gücü Lakers efsanesine karşı koyamadı. Bu sezon da Nets, geçen sezonki başarının bir sürpriz olmadığını yine bu oyuncunun üstün oyunu ile h***ese kabul ettirdi ve 49 galibiyet ile Doğu Konferansında 2.sırayı aldı. Playofflarda ilk turda Milwaukee’yi 4-2 geçtikten sonra ikinci turda Boston’u ve Doğu Finalinde Detroit’i 4-0’lık sonuçlarla süpürerek ard arda 2.defa NBA Finaline yükseldi. Böylece Chicago Bulls efsanesinden sonra ilk defa bir Doğu takımı ard arda 2 yıl NBA Finalinde oynama başarısını yakaladı. Ama geçen sezon Sh**, bu sezon ise Duncan, Nets’in final serisini kazanmasını engelledi ve Nets sezonu NBA Finalisti olarak kapadı.
İşte bu ay sizlere tanıtmak istediğimiz oyuncu, o başarısız Nets’i bataktan kurtarıp ard arda iki yıl NBA finaline taşıyan, skorer kimliği veya gösterişli basketbolu ile değil takımını oynatan ve etrafındaki oyuncuların kabiliyetlerini açığa çıkartan oyunu ile sivrilen O takas ile takıma katılan oyuncu. İşte karşınızda, basketbolunu zekası ile bir üst seviyeye taşıyan ve kendisine göre bir çok yetenekli oyuncuyu oyun bilgisi ile gölgede bırakan Nets’in 5 numaralı All-Star guard’ı JASON KIDD…
BILLY THE KIDD!!
Tam adıyla Jason Frederick Kidd, hava yolu müfettişi bir baba ve banka memuru bir annenin çocuğu olarak 23 Mart 1973’te California Alameda’da dünyaya geldi. Çocukluğunda, Jason’ın favori sporu futboldu. (Hayır, Amerikan futbolu değil bildiğimiz futbol!) Basketbolla resmi tanışması 3.sınıftayken yanına gelen 4.sınıfların basketbol takımlarında onu görmek istemeleriyle olmuştu. Böylece Kidd, Saint Joseph of Notre Dame lisesi basketbol takımına giriyordu. 1990-91 sezonunda takımı California Division 1 eyalet şampiyonluğunu kazanırken genç Jason’ın payı inkar edilemeyecek derecede büyüktü. İkinci senede aynı başarı tekrarlanmıştı. Okulun iki senede yaptığı 69 maçtan 63’ünden galip ayrılması Kidd’in ne kadar yetenekli olduğunu gösteriyordu. Aslında maç başına yakaladığı 25 sayı, 10 asist, 7 ribaund ve 7 top çalmalık performansı da bunu gözler önüne seriyordu.
Onun bu başarısının temelleri aslında Oakland’in asfalt sokak sahalarında atılmıştı. Jason, Alameda’dan idi. Yani şehrin “düzgün ve temiz” tarafından. Bu da onu diğer zenci sokak oyuncularından farklı yapmaya yetiyordu zaten. Fakat o, sadece geldiği yerle değil oynadığı oyunla da farkını gözler önüne sermişti. (Evet Kidd’in inanılmaz pas kabiliyetinden bahsediyorum.) O ,sanki takım arkadaşlarının -hatta onlardan bile önce- nereye gideceğini kestirebiliyordu. Bu özelliğiyle kendini sokakta kabul ettirdi ve o sıralar NCAA’de Oregon Ducks’ın yıldızı Gary Payton ile tanışma ve tabi maç yapma fırsatı buldu. (NBA yıldızlarından size Payton’ı anlatmalarını isteseniz size ilk önce ne savunmasından ne de hücumundan bahsederler. İlk söyleyecekleri özelliği onun maç boyunca durmayan çenesi olacaktır. Evet Payton NBA’in en kıdemli savunmacılarından biri bu konuda h***es hemfikir, ama bunda rakibiyle konuşarak onu demoralize etmesinin payı yadsınamayacak derecede büyük.) Payton’a göre Jason çok yetenekli bir gençti ve özellikle hücumda takımını sırtlayabilecek, sorumluluk alabilecek kapasitedeydi, fakat savunması yeterli seviyede miydi? Bu noktada Gary nam-ı diğer ‘The Glove’ (rakibini eldiven gibi sardığı söylenir) devreye girmiş ve Kidd’e bir eğitmen edasıyla yaklaşmıştı. Tabi bir sokak basketbolcusundan nasıl bir eğitmen olabilirse ancak öyle... Payton karşısında savunma olarak Jason’ı gördüğünde ona daha fazla yüklendiğini, daha sert oynadığını, çamurluk yaptığını ve tabi en çok ona konuştuğunu inkar etmiyor. Fakat bunların hepsinin onun sertliğe alışması ve sert oynaması için gerekli olduğunu da söylüyor. Payton onla yaptığı her maçtan sonra kendisini evdekilere şikayet ettiğini ama ertesi gün daha bir azimle onu durdurmak için gene asfalt sahada onu beklediğini de ekliyor. Jason ise o zamanlardaki eğitmeni hakkında övgüyle söz ediyor: ”Kuralları en iyisinden öğrendim”. Bunlar olurken Jason henüz 14 yaşındaydı ve okulu Saint Joseph of Notre Dame başarıdan başarıya koşuyordu. Bu başarılar yetenek avcılarının iştahını kabartmıştı. Jason ilk ciddi üniversite bursu teklifini o sene -yani 14 yaşında- bir mektupla aldı. “Şimdiden mi?” diye düşünüp yanlış olabileceğine karar verip teklifi geri çevirdi. İyi olduğunu biliyordu fakat o kadar da değildi. Kim bilir kaç kalburüstü oyuncuya bu tip teklifler yapılmış ve kim bilir kaçı buna “Evet” diyip harcanmıştı. Fakat o sıralar Kidd’in çevresine baktığınızda bu teklifin adeta “geliyorum” dediğini görebilirsiniz. Okulunda Jason Kidd tişörtü adeta bir üniformaydı. Giymeyene adeta uzaylı gözüyle bakılıyordu, röportajlar gazete haberleri de cabası...
Ve Jason’ın okulundaki son senesi gelmiş çatmıştı. Bu da ertesi sene için bir üniversite seçimini beraberinde getiriyordu. Daha sonra seçeceği California, o sene başında kafasında oluşturduğu 5 kolejden biri değildi. Hatta California’yı hiç “resmi” olarak ziyaret etmemişti. Düşünülenin aksine California koçu Lou Campanelli ile de hiç bir bağlantısı yoktu. Tüm bunları bir terazinin “olumsuzluklar” kefesine koyarsanız diğer kefeye çok değerli bir şey koymalısınız ki seçiminizi o üniversiteden yana yapmanız için ağır bassın. Jason için California’nın tek olumlu yanı “evine, yuvasına yakın” olmasıydı. Hatta o kadar yakındı ki öğretmenlerle sokakta, sporcularla spor salonunda veya asfalt sahada kim bilir kaç kez karşılaşmıştı. Sonuçta Kidd, elinde USA Today’in High School Player of the Year ödülü, kolej ligleri asist krallığı ve biri önceki seneden toplam iki California Player of the Year ödülüyle California Üniversitesi’nin yolunu tuttu.
KIDD’IN KISA NCAA KARİYERİ
Fakat işler umulduğu gibi gitmedi. Kidd koç Lou’nun devamlı takım arkadaşlarına küfretmesinden onları aşağılamasından hoşlanmıyordu. Koçluk küfrederek motive etmek değildi. Zaten Campanelli, Kidd’e karşı da özel bir ilgi duymuyor diğer oyunculara nasıl davranıyorsa ona da öyle davranıyordu. Takım Campanelli’den şikayetçiydi. Sonuçta Jason’ın ilk senesinin sonlarına doğru Campanelli’ye kapının yeri gösterildi ve yerine asistanı Todd Bozeman getirildi. İlk NCAA sezonunda 13.0 sayı, 7.7 asist, 4.9 ribaund, 3.79 top çalma ortalamalarını tutturan Kidd, Pac 10 Konferansında hem asist hem de top çalma kralı oldu ayrıca Gary Payton’a ait olan Pac 10 Konferansı top çalma rekorunu da kırdı. Koç değişikliği de hemen etkisini gösterdi ve Kidd 1993-94 sezonunda 16.7 sayı, 9.1 asist, 6.9 ribaund ortalamalarıyla konferansta adeta her istatistikte zirveye oynuyordu.
Birkaç hafta sonra Jason, birkaç inanılmaz son saniye atışıyla takımı California Golden Bears’ı 93 NCAA Turnuvasına taşıdı. Maç kazandıran şutlarından ilki LSU, (LSU gözünüzde canlandırmak isterseniz 5 tane iri cüsseli 2.10’luk adam düşünmeniz yeterli!) ikincisi ise, önceki iki senenin NCAA şampiyonu Duke Blue Devils karşısındaydı. Kidd bu maçta 14 asist, 11 sayı, 8 ribaund, 4 çalmayla “normal” oyununu sergilemişti. Blue Devils, o sene de şampiyonluğun en büyük favorilerindendi -zaten duke’un favori olmadığı sene yok gibi- fakat Kidd’in game-winner’ı onları three-peat hayallerinden uyandırdı. Bu maçta Bobby Hurley’nin savunmasında attığı son saniye şutu Sports Illustrated kapağına taşınan Kidd, sophomore senesinin ardından (yani kolejdeki 2. senesi sonunda) profesyonel olmaya karar verdi. Kidd, iki senelik kısa üniversite kariyeri süresinde daha sonra Phoenix’de beraber oynayacağı Kevin Johnson’ın asist ve top çalma rekorlarını kırmıştı. 92-93 yılında aldığı PAC-10 Freshman of the Year ödülünün yanına bu sefer PAC-10 Player of the Year ödülünü ekliyordu. Ayrıca Kidd, bu ödülü alan ilk 2.sınıf öğrencisiydi.
1994 NBA DRAFTI ve DALLAS TARİHİNİN 3J’Sİ
Jason Kidd, NBA’ye adımını 1994 Draft’ında Glenn ‘Big Dog’ Robinson’ın arkasından, Grant Hill’in önünden 2. sırada Dallas Mavericks tarafından seçilerek attı. Jason, böylelikle Dallas’ın genç ilk beşindeki Jamal Mashburn ve Jim Jackson’dan sonraki üçüncü “J” oldu. Mavs sezona çok iyi başladı. Oyuncular koştukları zaman topun kendilerine geleceklerinden emin oldukları için çok rahat oynuyorlardı, kendilerine olan güvenleri tamdı. Jackson ve Mash’in 50 sayılık maçları bunun göstergesiydi (JJack @ Denver 26/11/94; Mash @ Chicago 12/11/94). Bu sırada Kidd box score’larda pek dikkat edilmeyen, fakat maçı kazanmak için gereken bir çok sorumluluğu alıyordu. Uzun adamlara ribandlarda yardım ediyor, takımın skorerleri sıkıştığında top kullanmaktan çekinmiyor, top çalıyor savunma yapıyor, rakibin yıldızını kilitliyordu. Yani, takım kimyasının en önemli parçasını oluşturuyordu. Jason’ın ilk senesinde bir sene evvel ligin 13 galibiyet ile son sırasında bulunan Dallas, bir önceki seneye göre 23 maç daha fazla kazandı (36 G-46 Y) ama Batı’da 10.sırayı alarak playoffların dışında kaldı. NBA tarihinde o ana kadar hiç bir rookie guard takımına bu kadar katkı sağlamamıştı. Gözden kaçan bir nokta ise bu patlamanın takımın skorerlerinden Jim Jackson’ın bilek sakatlığında 31 maç kaçırmasına rağmen gerçekleşmesiydi. Ve sezon sonunda Kidd üstün performansının karşılığını Grant Hill ile birlikte 11.7 sayı, 7.7 asist, 5.4 ribaund ve 1.91 top çalma ortalamaları ile Rookie of the Year (yılın çaylağı) seçilerek alıyordu. Sezonu top çalma krallığında 7., asist krallığında 10.sırada tamamlayan çaylak Kidd, 4 triple-double ile bu kategoride ise ligin zirvesindeydi.
Fakat sonraki sene Dallas ve Kidd için işler istenildiği gibi yürümedi. 3J’nin arasına kara kedi girdi. Bir takım için en büyük problem oyuncular arasındaki çekişmedir. Mücadele demiyorum çünkü mücadele hırsı beraberinde getirir ve bu takım başarısına yansır. Fakat çekişme takıma ve oyunculara zarar vermekten başka hiç bir işe yaramaz. Mavericks’te ortaya çıkan ilk problem Jim ve Jamal arasındaki ağız dalaşıydı. Sebebi de pek tabi hücumda alınacak insiyatifti. Hangisinin ilk hangisinin ikinci opsiyon olacağı kafaları karıştıran en önemli soruydu. İkinci fakat en az birincisi kadar önemli olan, Jackson’ın topun kontrolünü istemesiydi. Bu Kidd’in rolünü kısıtlıyordu. Takımda veteran bir lider, tecrübesiyle olaya ağırlığını koyacak biri olmaması bu tartışmayı uzattıkça uzattı. Sonunda Kidd ortamı yumuşatmaya yönelik bir kaç demeç verdi fakat söylediği şeyler yanlış anlaşıldı ve bağlar tamamiyle koptu. Mavs 26-56’lık dereceyle ligin en altlarına demir atmıştı. Kidd bütün bu olanlara rağmen 82 maçta forma giymiş ve istatistiklerini 16.6 sayı, 9.7 asist (lig 2.si), 6.8 ribaund ve 2.16 top çalma (lig 4.sü) ile dişe dokunur derecede geliştirmişti. Ayrıca 783 asist ve 553 ribaund rakamlarına ulaşarak 1990-91 sezonunda (Magic Johnson) sonra 700 asist, 500 ribaund rakamlarını geçen ilk oyuncu olmuştu. Regular sezonda 9 triple-double ile, Grant Hill’in ardından (10 triple-double) 2.sırada yer bulurken, 30 Ocak’ta Clippers karşısında 21 sayı, 16 asist ve 16 ribaund rakamlarına ulaşarak, 1989 sezonundan bu yana (Magic Johnson) bir maçta 20 sayı, 15 asist ve 15 ribaund rakamlarını yakalayan ve geçen ilk oyuncu oldu. San Antonio’da düzenlenen All-Star maçına 1 milyonun üzerinde oy alarak seçilirken, Dallas tarihinde All-Star maçına ilk beşte başlayan ilk oyuncu olmayı da başardı. (7 sayı, 10 asist, 6 ribaund) Tüm bu kişisel başarılara rağmen, çok yetenekli 3 gençle Dallas’ın ligin dibinde olması eleştirilerin çoğalmasına yol açıyordu. Jason’ın bunu o zaman anlaması biraz zordu fakat henüz ikinci senesinde çok önemli bir ders almıştı: Kazanmanın önemini. Dallas gibi yetenekli bir takımın bile bir kaç sıradan tartışma sonucu ligin dibine batabildiğini göz önünde bulundurursak bunu ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz.
DALLAS’DAN PHOENIX’E KISA BİR YOLCULUK
1996-97 sezonunda ilk 22 maçta 9.9 sayı, 9.1 asist ortalamalarını tutturan Kidd, Dallas’taki düşüşü ve bölünmeyi engelleyemeyince, 1996 Christmas’ın ertesi günü 26 Aralık 1996’da, Tony Dumas, Loren Meyer ile birlikte, Sam Cassell, A.C. Green, Michael Finley karşılığında Dallas’tan Phoenix’e takas edildi. Green gidişi ile Suns’ın cap space’inde oldukça büyük bir yer açılmıştı. Bu boşluğun gelecek için yapılacak yatırımlar için yeterli mali kaynağı sağlayacağı kesindi. Fakat Jason’ın kendine göre problemleri vardı ve bunların başında Mavericks geliyordu. Arkasında kendi başına kurtarmak istediği bir takım bırakmıştı, düzelmesi için çabaladığı bir takım. Fakat Dallas’taki bazı kimseler, Kidd gittikten sonra onun arkasından konuşmuş, çamur atmıştı. Ve Kidd’in elinden hiç bir şey gelmiyordu. Bu noktada NBA’de henüz üçüncü senesini yaşayan Jason yeni bir ders daha öğreniyordu: “Eğer kendini savunmak için elinden bir şey gelmiyorsa bırak oynadığın oyun senin cevabın olsun”
“Eğer kendini savunmak için elinden bir şey gelmiyorsa bırak oynadığın oyun senin cevabın olsun”
Jason Kidd, Phoenix forması altında çıktığı ilk maçta köprücük kemiğinden sakatl***** kadar oynadığı 20 dakikalık bölümde 6 sayı, 9 asist, 7 ribaund ve 3 top çalma gerçekleştirmişti. Ama sakatlığı Phoenix forması giymesini 21 maç erteledi. 21 maç sonunda formasına kavuşan Kidd, sezonda şut yüzdesini %38’den %42‘ye, 3lük yüzdesini de %32.3 ten %40.0’a çıkartırken, kalan 32 maçta Phoenix’e 23 galibiyet getirerek playoff yarışında büyük bir ivme kazandırmıştı. Sezon sonunda asist krallığında 4., top çalma krallığında 5.olan Kidd, Phoenix forması ile 2 triple-double yapmayı başardı. Ama o sezonki en büyük yenilik Kidd’in kariyerindeki ilk playoff maçına çıkmasıydı. Kidd’in gelişi ile regular sezonu sezonunda (Phoenix Suns, Kidd gelmeden önce, 17 galibiyet, 32 mağlubiyet ile 11.sıradaydı) 40 galibiyet, 42 mağlubiyet ile Batı’da 7.sırayı alan Phoenix 1997 NBA Playofflarında ilk turda Seattle ile eşleşti. 3.maçın sonunda seride 2-1 öne geçen Phoenix, evinde oynadığı 4.maçta Kidd’in 23 sayı, 14 asist ve 6 ribaunt’una rağmen salondan 122-115 mağlup ayrıldı. Seriyi 2-2’ye getiren Seattle son maçta 24 sayılık farkla salondan galip ayrılarak bir üst tura çıkan takım oldu. Kidd’in ilk playoff tecrübesi 12.0 sayı, 9.8 asist, 6.0 ribaund ve 2.20 top çalma ortalamaları ile noktalanmıştı.
İLK ASIST KRALLIĞI
1997-98 sezonu Suns için son derece başarılı geçiyordu. 82 maçta alınan 56 galibiyet takasın ne kadar yararlı olduğunun bir göstergesiydi adeta. Takım içinde skor yükü öyle güzel bölünmüştü ki rotasyondaki 9 oyuncunun 9 veya daha üstü bir ortalaması vardı. Bu sırada Kidd, Suns takımının bir üyesi olarak kendini kabul ettirmişti. 21 Şubat 1997’de yerel bir televizyonda muhabir olan Joumana Samaha’yla dünya evine giriyordu. (Joumana’nın babasının Türk, annesinin ise Lübnan’lı olduğunu belirteyim) Çift, 12 Ekim 1998’de çocuk sahibi olacaktı. Kidd “Phoenix’de başıma gelen en iyi iki şey” diye özetliyordu. Fakat playoff’a kaldığı da işin rengi değişti. Cliff Robinson, Penny Hardaway, Antonio McDyess, Tom Gugliotta gibi starlar bulunmasına rağmen PHX playoff ikinci turdan öteye geçemedi. Her sene bir başka sorun çıkıyordu. 97’de sorun, dönemin güçlü ekibi Payton, Kemp, Schremph, Hawkins, Mcilvaine‘i kadrosunda bulunduran Seattle’dı. 98’de ise senenin flaş çaylağı Duncan ve San Antonio’ya boyun eğiyorlardı. 1998-99’da lockout nedeniyle 50 maç üzerinden oynanan sezon sonunda Kidd ilk NBA asist krallığına ulaşırken, hem ALL-NBA First Team’inde hem de ALL-NBA Defensive Team’inde yer buldu. Fakat playoffta ilk turda Portland tarafından süpürüldüler. 1999-2000 de Kidd, 2.defa ard arda asist krallığına ulaşırken, ALL-NBA First Team’inde ard arda 2.defa üyesi seçiliyordu. Playofflarda önceki sezonun şampiyonu Spurs’u yenip tur atladılar fakat rakip Lakers’tı ve sonuç kaçınılmazdı. Başarılı regular sezonların ardından playofflarda bir türlü gelmeyen başarı h***esi rahatsız ediyordu. Bir günah keçisi bulunmalıydı.
OLİMPİK MACERA
Bir yandan Phoenix takımında bir çok sorun yaşayan ve zor günler geçiren Kidd diğer yandan 2000 senesinde Sydney olimpiyatlarında Amerika Birleşik Devletleri’ni temsil edecek kadroda ismi açıklandığında yaşadığı sevinç verdiği demeçlerden anlaşıyordu. “Uluslararası alanda ülkenizi temsil etmekten daha onurlu bir şey düşünemiyorum. Bu benim için büyük bir gurur formayı elimden geldiğince iyi taşıyacağım.”
Eleme turlarında Amerika, İtalya, Litvanya, Fransa, Çin ve Yeni Zelanda’nın olduğu A grubundan namağlup bir şekilde çeyrek finallere çıkıyor ve Rusya ile eşleşiyordu. Maç 85-70 USA lehine bitiyor Kidd, Garnett (16) ve Carter’dan (15) sonra 10 sayıyla takımının galip gelmesinde önemli rol oynuyordu. Yarı finallerde ise 14.700 kişinin izlediği Litvanya karşısında 6 sayıda kalıyordu. Fakat USA maçtan 85-83 galip ayrılıyordu. Diğer yanda ise Fransa ev sahibi Avustralya’yı 76-52 ile geçerek finalde USA’nın rakibi oluyordu. Final maçında Fransa’yı 85-75 geçen Amerika şampiyonluğa ulaşırken Kidd, Carter’ın Frederick Weis’in (2.16 m) üstünden bastığı smacın asistini yapıyordu. Kidd, Olimpiyat sonunda altın madalyayla ödüllendirilen takımın gardı olmanın yanında bir de aldığı kısıtlı süreye rağmen gümüş karmaya seçilmişti. Tüm turnuva boyunca 6.0 sayı 4.4 asist ile oynamış 5.2 ribaund ile takımda Garnett ve Mourning ten sonra en çok ribaund alan oyuncu olmuştu ama NBA’de yeni sezon onun için çok zorlu geçecekti.
OLAYLARIN TAKIMI PHOENIX
2000-01 sezonu Phoenix medyası için oldukça hareketli geçiyordu. Suns takımının yıldızları birer birer olaylara bulaşıyordu. Önce Penny Hardaway bir kadının kafasına silah dayayıp onu tehdit ettiği gerekçesiyle suçlanmış ve mahkemelik olmuştu. Daha sonra takımın skoreri Clifford Robinson uyuşturucu ile yakalanmış ve o da Penny ile aynı akıbeti paylaşmıştı: mahkeme. Ve 18 Ocak günü bu sefer Jason Kidd evde çıkan bir tartışma sonucu karısı Joumana attığı tokat gerekçesiyle göz altına alındı. Çift daha sonra aralarındaki sorunları çözdüklerini ve ayrılmayacaklarını dile getirmiş olsa da Suns yönetiminin gözünde hasar böyle kolaylıkla giderilemezdi. Playofflarda bu sefer Sacramento’ya kaybeden Phoenix’de aranan günah keçisi bulunmuştu.
Suns başkanı Jerry Colangelo Jason’ın oyunun yeterince “gösterişli” olmadığını ve taraftarları tribüne çekmediğini öne sürdü. Bu açıklamalar Kidd’i kızdırmıştı. Çünkü onun oyun stili söylenilenin aksine rakip onu durdurabileceğini kanıtlayana kadar saldırmak, saldırmak ve saldırmaktı. Aslında asıl problem Suns takımında “bitirici” oyuncuların eksikliğiydi. Siz ne kadar fast break şansı yakalarsanız yakalayın eğer takım arkadaşlarınız işin en kolay kısmını, yani topu çemberden geçirmeyi başaramıyorsa fast breakler hiç bir kazanç sağlamaz. Üstüne üstlük takımı yorar. Phoenix yönetimi de muhtemelen bunu biliyordu fakat Kidd’i kurban etmek tüm takımı baştan yenilemekten takdir edersiniz ki daha kolaydı.
“Çoğu kişi deli olduğumu düşünüyor, fakat bazen başarmak için deli olmalısınız. Gerçekten bunun [takasın] benim için çok iyi olduğunu düşünüyorum. Aynı derecede Nets için de. Bence fırsat, mücadeledir, kendini kanıtlamaktır. Ve şu durumda ancak maçları kazanarak kendimizi kanıtlayabiliriz. Ben buna hazırım. Biz buna hazırız.” Jason Kidd
BU SEFER Kİ YOLCULUK DOĞU’YA
Bu sef***i takas haziran da NBA Draft’inden hemen sonra yapıldı. Başrollerde ise Jason Kidd ve onun hiç benzemek
istemediği türde bir guard olan ve “kağıt üstünde” Suns’ın aradığı, taraftarı tribüne çekebilecek atan, tutan, koşan, coşan, coştukça coşturan, ateşli Nets gardı Stephon Marbury vardı.
NBA’de iki gerçeklik tartışılmaz: “Turnikeye gir***en atılan fazla adım steps değildir ve New Jersey’de oynamayı kimse istemez!” aslında Kidd, NJ ye takas edilmekten çok, bu takası takımdan gelen bir telefon yerine tıpkı halkın geri kalanı gibi medyadan öğrenmeye sinirlenmişti. Fakat ertesi gün yapılan basın toplantısında daha önceki senelerdeki olayların getirdiği deneyimle soğukkanlılığını korumuş ve olgun davranarak sorulara cevap vermişti. Tabi ki h***esin kafasındaki en önemli soru Ocak ayındaki tutuklanmanın bu takasta etkili olup olmadığıydı. Jason’ın cevabı “Tabi olabilir. Ama çoğunluk bunun basketbolla alakalı bir karar olduğu konusunda birleşecektir.” şeklindeydi.
Ülkenin diğer tarafında ise başka bir basın toplantısında NJ Nets başkanı Rod Thorn yeni guardlarının takıma kazandıracakları hakkında konuşuyordu: ”En büyük 3 problemimiz ribaund almak, savunma ve takım kimyasıydı. Sadece bir takasla bu üç alanda da eksiklerimizi giderecek konuma geldik”
Kidd, NJ’e geldiği zaman öncelikle kafasında bazı olayları çözmesi gerekti. Mesela Nets’in aslında çoğu insanın düşüncesinin aksine kötü bir takım olmadığını fakat bir türlü gereken patlamayı yapamadığını anladı. Bunun da tabi ki en önemli sebebi sakatlıklardı. Önce büyük umutlar bağlanan Kerry Kittles’ın sakatlığı daha sonra 2000 draft’ında 1.sıradan seçilen Kenyon Martin’in kırılan ayağı Nets’in istenilen sonuçları almasına engel oluyordu. 2001-02 sezon başında New Jersey Nets’in kadrosu Kidd için biçilmiş kaftandı. Martin ve Kittles gibi iki süper bitirici özellikleri yüksek oyuncu, set hücumunda şut kullanabilecek Van Horn gibi düzgün bilekli bir forvet, Todd MacCoulloch gibi vasat ama uzun bir pivot. Benchte ise Aaron Williams ve Lucious Harris gibi deneyimli iki görev adamı, seyirci coşturan smaçlarıyla çaylak Richard Jefferson. Ve hepsinin ortak özelliği: Kazanamaya dolayısıyla başarıya olan açlık...
Başkan Thorn ve koç Byron Scott’a göre Nets’in başarısı için gereken iki etmen, az sakatlık ve başarılı bir önderlikti. Sakatlıkların kaçınılmaz olduğu düşünülürse önderlik konusunda Jason devreye girdi ve kendinden önceki Marbury’nin aksine takım arkadaşlarına duyduğu saygı ve güven ile onlardan en yüksek derecede yararlandı. Özellikle sezon ortasında verdiği “playofflardayız” demeçleri de bunun bir göstergesiydi.
“Çoğu kişi deli olduğumu düşünüyor” diyordu Kidd, “Fakat bazen başarmak için deli olmalısınız. Gerçekten bunun [takasın] benim için çok iyi olduğunu düşünüyorum. Aynı derecede Nets için de. Bence fırsat, mücadeledir, kendini kanıtlamaktır. Ve şu durumda ancak maçları kazanarak kendimizi kanıtlayabiliriz. Ben buna hazırım. Biz buna hazırız.” Bütün bu sözler koç Scott’a adeta bir şarkı gibi geliyordu. İnanmak başarmanın yarısı derler. NJ sezon başında ligi kafasında çözmüş başarıya giden yolu önceden kestirmişti. Geçen seneki 26-56’lık kötü dereceye sahip takımdan farklı olan sadece 4 çaylak oyuncu (RJ, Scalabrine, Collins, Brendan Armstrong) ve point guard Jason Kidd’di. Bu kadar az değişiklik başarıyı beraberinde getirebilir miydi?!
Koç Scott sezon öncesi kampından bir gün önce Jason’ın takıma söylediği lafları hatırlatıyor. “Kaybetmeye mahkum değiliz. Hepimiz sıkı çalışırsak başarıya takım halinde ulaşabiliriz.” Ve devam ediyor odadaki h***es sandalyesinin üstündeydi! Tabi ki her zaman görünmeyen kahramanlar vardır. Koç Scott da onlardan biriydi. Yavaş ama emin adımlarla Nets’i Jason’ın en verimli olacağı takım kalıbına soktu. Savunmada mücadele, her iki pota altında ribaundlar ve rakibin oflama puflamaları arasında devamlı hareket eden bir top. İşte bu Jason’ın stiliydi ve Suns’ta ortaya koyamadığı hızlı oyun NJ de dişlilerin çalışması gibi tıkır tıkır işliyordu. Komuta Kidd’deydi ve oynayanlar oynadıkları oyundan izleyenlerde sahadaki şovdan büyük keyif alıyorlardı.
Kampın ilerleyen günlerinde Nets’in starları kendilerini bulmaya başladılar. Van Horn 1.80lik bir şutor gaurd değil de 2.10’luk bir forvet olduğunu, Kittles ise eli sıcakken durdurulamadığını hatırladı. Martin ise Kidd’in sayesinde bir kaç yeni numara öğrenmişti. Fakat en önemlisi üçünün de kendilerine güvenleri yerine gelmişti. Aynı şekilde çaylaklar da takıma rollerini öğrenmiş, uyum sağlamıştı. H***es gereken katkıyı yapıyordu. İşler böyle gittiği sürece Nets’in playoff’a girmemesi için hiç bir engel yoktu.
Kamp bitip de sezon başladığında kimse -taraftarlar bile- Nets’in sezon içinde 50 galibiyet alacağını düşünmüyordu. Bunun için takım kalitesini önce kendi taraftarlarına ispatlamalıydı. Sezonun ilk maçında Indiana Pacers’a karşı 9000 taraftar Continental Airlines Arena’da yerlerini almıştı. Bun bir NBA maçı için düşük bir rakamdı. Fakat bu bile Kidd için sıcak bir “merhaba” sayılabilirdi. Dakikalar geçtikçe Nets geri düşmeye başladı. H***esin kafasında aynı düşünce hakimdi “yeniden başlıyoruz, değişen bir şey yok, lig sonunculuğu, bekle Nets geliyor!” fakat son periyotta inanılması güç bir değişim yaşandı. Geçmiş seneler olsa son periyotlar New Jersey taraftarları için bir işkence gibi geçerdi. Çünkü maç zaten ilk 3 periyotta bitmiş olur, 4 periyot rakip takım çaylaklarını ve normal sezonda süre almayan oyuncularını sahaya sürer adeta taraftarlarla dalga geçerdi. Taraftarlar ise salonu t*** ederdi. Fakat bu sefer farklıydı. Kidd ve takım arkadaşları maçı bırakmamıştı ve Pacers lehine olan 11 sayılık farkı kapatmışlardı. Bu muhteşem geri dönüş sonucu Nets evinde 103-97 kazanmıştı. Oyuncuların ve teknik heyetin yüzündeki gülüş taraftarların inançsızlığını silip atmıştı. Kidd’in yeni forması ile ilk maçında rakamları ise 14 sayı, 10 ribaund, 9 asist ve 4 top çalmaydı.
Nets’in bundan sonraki sekiz rakibinden altısı da Pacers ile aynı kaderi paylaştı. Fakat bunlardan bir tanesinin New Jersey adına anlamı diğerlerinden çok çok farklıydı. Nets taraftarlarının ligde en “kıl” oldukları takım olan New York Knicks’e karşı alınan 26 sayılık galibiyet. Maç adeta bir karnaval havasında geçmiş rotasyondaki h***es görevini eksiksiz yerine getirmiş ve taraftarlara inanılmaz bir şov sunulmuştu. Kidd bu maçta sadece 9 top kullanıyor ama 12 sayı ve özellikle15 asisti ile bütün takım arkadaşlarını eğlenceye katıyordu. New Jersey daha sonra Seattle’ı 106-94 ile geçti. Kidd yakın arkadaşı Payton’ın karşısında 16 sayı, 13 asist ve 9 ribaund ile baskın geldi. Maçtan sonra iki guardı karşılaştırması istenildiğinde Koç Scott gülerek “Tek fark Payton’ın çenesi çok daha fazla düşük” diyordu. Jason konuşmasını saha dışında yapıyordu. “Nets şu ana kadar oynadığım en iyi takım, sanırım. Atletik ve yetenekli. Evet uzak ara en iyi takım. Eğer kimse sakatlanmazsa hepimiz eminim daha çok keyif alacağız”. Aslında bütün bunlar Jason’ın dahiliğiydi. Kidd tarafından medyaya övülen Kittles ve Van Horn’un gururu okşanmıştı. Artık maçlarda kendilerine daha çok güveniyorlardı. Bu duruşlarına bile yansımıştı. Fakat tabi ki maçlar kazanılmaya başladıkça takımda bir rehavet oluştu. Bunu da düzeltmek Kidd’e kalmıştı. Yaptığı açıklamalarda henüz batıya deplasman turuna çıkmadıklarını yani henüz tam anlamıyla kendilerini sınayamadıklarını söylemişti. Korkulan oldu ve Nets batı turunun ilk maçında Denver’a boyun eğdi. Eleştiri oklarının hedefinde 1/10 üçlük isabetiyle oynayan Jason Kidd vardı. Sonraki maç Jazz ileydi. K-Mart’ın John Crotty ile dalaştığı Malone’un da daha sonra olaya dahil olduğu maçta New Jersey gülen taraf oluyordu. Batı turunun ilk galibiyeti böylelikle ikinci maçta gelmişti. Sonraki iki maç Clippers ve Kings’e karşıydı. Jason her iki maçta da triple-double istatistikleri elde ederek yeni takımına ne kadar alıştığını bir kez daha gözler önüne serdi. Eve döndüklerinde Nets hala Atlantic Dvision’da liderdi.
KİDD, PHOENIX’E KARŞI
Bir sonraki maç diğerlerine göre çok daha kişisel bir karşılaşmaydı. Nets evinde Suns’ı ağırlıyordu. Kidd, Phoenix’in kendisine attığı kazığa sahada cevap vermek istiyordu. Kafasında maçı sıfır sayıyla tamamlayarak Nets’in yenmesini sağlamak vardı. Bunun Suns’a en iyi gönderme olacağını düşünüyordu. Fakat bu olanaksızdı. Ama gene de Jason ilk şutunu attığında asist hanesinde görülen 11 rakamı her şeyi açıklıyordu. Tribünde onu izleyen 3 yaşındaki oğlu T.J. ve karısı Joumana’nın da desteğiyle Kidd oyunun kontrolünü tamamen eline almış ve Nets maçı 106-87 kazanmıştı. Maç sonunda Kidd’in rakamları 6 sayı, 13 asist, 9 ribaund ve 4 top çalmaydı.
Nets, Atlantic Division zirvesinde yerini sağlamlaştırdıkça taraftarlar Continental Airlines’ın yerini hatırlamaya başladılar. İlk maçtaki bir avuç taraftarın yerini şimdi binlercesi almıştı. Nets şovu kapalı gişe oynuyordu adeta. Tribünlerin doluluğu ile Nets’in fast break sayıları orantılıydı. Ne kadar çok seyirci o kadar güzel paslar, smaçlar, alley ooplar... Scott takımın bataklıktan çıkıp zirveye yükselmesini sakince izliyordu. Van Horn’un boşa çıkıp ceza üçlüklerini kesmesini, Kittles’ın güveninin yerine gelmesini tepki vermeden takip ediyordu. Fakat kimsenin tepkisiz kalamayacağı birisi daha vardı takımda: Kenyon Martin. Belki de Kidd’in gelişi en çok K-Mart’a yaramıştı. Orta mesafe şutu o kadar iyi olmayan Martin bu açığını Kidd’den aldığı pasları smaçlayarak kapıyordu. Savunmada ise, biliyorsunuz işte, sert çocuk rolü üstleniyordu. İtişmelerde, bloklarda, ribaundlarda boy ve fizik açığını mücadele hırsıyla kapıyordu.
O sıralarda Kidd artık kendini iyice kabullendirmiş olmanın da verdiği rahatlıkla medyaya yeni kulübünden övgüyle söz ediyordu: “Bu kulüpte çok yürekli insanlar var. Oyunu seven insanlar. Geçmişte alınan kötü sonuçlara rağmen soyunma odasında h***esin umutla maçı beklemesi çok güzel bir şey. Daha da iyisi, kimse geçmişten söz etmiyor. H***es geleceğe umutla bakıyor.” Mesaj yerine gitmişti. Bir sonraki maç Minnesota Timberwolves ileydi. İki kulüp de yetenekli oyunculara sahipti ve kazanmaya odaklanmışlardı. Nets maça çok hızlı başlamıştı. Kidd de öyle. ***en gelen 19 sayılık bir üstünlük T’wolves’un bütün planlarını bozdu. Fakat daha sonra Kevin Garnett’ın çabalarıyla fark kapandı ve maç uzatmaya gitti. İşte geçmişte olsa NJ’nin kaybedeceğine kesin gözüyle bakılan bir maç daha. Ama Jason’ın kulakları bu tip söylemlere tıkalıydı ve Martin ile beraber 64 sayı atıp maçı 117-112 Nets’e getirmeyi bildiler. Kidd bu maçta 33 sayı üretirken, 8 asist, 6 ribaund ve 4 top çalma ile sahanın en iyisiydi. Maçtan sonra medya karşısında Koç Byron Scott “Eğer o, şu an ligdeki en iyi point guard değilse, hepiniz çıldırmış olmalısız” diyordu. “Maç istim üstündeyken topu istiyor çemberden geçiriyor ve maçı getiriyor.”
Nets’in transition oyun sistemi rakiplerini korkutmaya başlıyordu. Eğer onlara karşı bir şut kaçırmışsanız ve hücum ribaunduna girmek gibi bir hata yapmışsanız Nets ribaundu aldığı takdirde 2 saniye sonra kendi potanızda bir smaç yemeniz kaçınılmazdı. Bunda Kidd’in paslarının ve tabi aldığı savunma ribaundlarının önemi inkar edilemezdi. Kerry Kittles’a göre Kidd seken topu tuttuğunda kafasında sahanın bir resmini çekiyor öyle yere iniyordu. Paslarının yerini bulacağından kimsenin şüphesi yoktu. Çünkü Jason takım arkadaşının nereye gideceğini önceden sezebiliyordu.
Kerry Kittles’a göre Kidd seken topu tuttuğunda kafasında sahanın bir resmini çekiyor öyle yere iniyordu. Paslarının yerini bulacağından kimsenin şüphesi yoktu. Çünkü Jason Kidd takım arkadaşının nereye gideceğini önceden sezebiliyordu
All-Star arası yaklaşırken East Rutherford bölgesinde inanılmaz bir trafik yaşanıyordu. Continental Airlines Arena o sezonki en kalabalık gününü yaşıyordu. Majesteleri şehre gelmişti. Ve onu selamlamak üzere 20.049 izleyici tribünde yerini almıştı. Bundan bir kaç sene önce Jordan, Kidd’i golf oynamaya davet etmiş ve golfte bile ne kadar iyi olduğunu kanıtlamıştı. Ama Jason’ı daha çok etkileyen MJ’nin her alandaki kazanma arzusu idi. Kidd o gün golf sahasında da yeni bir ders almıştı. Şimdi çimdeki kapışma parkeye taşınmıştı fakat tabi ki Jordan eski Jordan değildi. Ama onu küçümsemek ondan 40 yemeniz için geçerli bir sebepti. Fakat Kidd ve Nets buna izin vermedi ve Wizards’ı eve eli boş gönderdiler. Hem de “sadece” 44 sayılık bir farkla!.
KIDD ROCKS
14.3 sayı, 10.0 asist, 7.1 ribaund ve 2.15 top çalma ortalamalarına rağmen Jason Kidd All-Star maçında Doğu Karması ilk beşine aday gösterilmemişti. Fakat Carter sakatlanınca onun yerine başlayacağı duyuruldu. Bu sırada h***esin Kidd’e yönelttiği soru: “Nets’in böyle daha ne kadar devam edeceğini düşünüyorsunuz?” idi. Kidd’in cevabı ise gene takım arkadaşlarına duyduğu güveni gösterecek cinstendi: “Biz sadece sahaya çıkıp eğlenmeye çalışıyoruz ve tabi elimizden gelen en iyi şekilde oynamaya”. Bir zamanların popüler ABA takımı Nets NBA ye katılalı 25 yıldan fazla olmuştu ama en iyi galibiyet sayıları 49’dan (1982-83) öteye geçememişti. 2002 yılında h***es anlamıştı ki o sezon her şey farklıydı ve Nets emin adımlarla hedefe ilerliyordu. Belki de takımın All-Star arasından sonra yaşadığı düşüşün sebebi buydu -Nets’i küçümseyen takımlar artık akıllanmışlardı- evet artık Nets’i küçümseyen takımlar maç sonunda yedikleri farkla kendilerine geliyordu. İşi sıkı tutmayan bir savunma ise Jefferson ya da Martin tarafından cezalandırılıyordu. Hal böyleyken rakipler ekstra konsantre olarak NJ’ye hazırlanmaya başladılar. Takım art arda yenilgiler almaya başladı. Kidd’de h***es kadar suçluydu tabi. Özellikle istikrarsız şutu hiç olmadığı kadar çok eleştiriliyordu. Hawks ve Pistons maçlarında toplam 7-34 saha içi isabetiyle oynamıştı. Fakat evlerinde aldıkları arka arkaya 6 galibiyet takımı kendine getirdi. Sonuncusu Miami Heat karşısındaydı ve 97-78 Nets lehine biten bu karşılaşmada Jason Kidd o sezonki 7.triple-double’ının altına imzasını atmıştı. Ayrıca bu, takımın 41. galibiyetiydi dolayısıyla %50’lik sezon içi galibiyet yüzdesini garantilemişlerdi. Geriye kalan 17 maç içinde hala 50 galibiyete ulaşma şansları vardı. Nets ve Kidd vites arttırdı. Sonraki 11 maçın 8 inden galip ayrılıyordu. Wizards karşısında alınacak bir galibiyet “yarım dalya” demekti. Nets, Wizards’ı 13 sayıyla geçti, Kidd 21 sayı, 12 asist ile yıldızlaşmış seyircilerin “MVP” bağırışları arasında soyunma odasının yolunu tutmuştu. Başkan Rod Thorn “O ekstra bir şey yapmıyor. Normal hali bu.. zaten O’nu bu kadar inanılmaz kılan bu detay” diyordu. NBA Jason ilk senesinde takımına bir önceki sezona göre 23 galibiyetlik fazladan bir katkı yaparken izlemişti. Ama şimdi dipteki bir takımı zirveye taşımasını izlemek de biraz fazlaydı.
“O ekstra bir şey yapmıyor. Normal hali bu. Zaten O’nu bu kadar inanılmaz kılan bu detay”
Nets Başkanı Rod Thorn
2002 NBA PLAYOFFLARI
Sezon bitip de playofflar başladığında Nets taraftarları normal sezon MVP’sinin açıklanmasını dört gözle bekliyorlardı. Lakers’ın küçük çocuğu Sh** sezon başı favoriydi ama Duncan ve Kidd sezon içi performanslarıyla onu gölgede bırakmışlardı. Yarışmanın ikisi arasında geçeceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Fakat her ne kadar kabullenmek istemese de Jason’ın kafasında MVP den daha başka sorunlar vardı: Playoff ilk turu.. Suns’taki başarısızlıkların tekrarı olmamalıydı fakat rakip de genç ve dinamik adeta patlamaya hazır bomba Pacers’tı. X faktör Reggie’yi de unutmamak lazımdı tabii..
Bir çok otoriteye göre Playofflar Nets için kabus gibi geçecekti çünkü oyun felsefesi devamlı koşmak olan bir takımın playofflarda başarıyı yakalaması için ya bir mucize ya da çok kolay bir rakip gerekliydi. İlk maç Pacers’ın üstünlüğüyle sonuçlandı: 89-83. Saha avantajı kaybedilmişti. H***es Jason’ı suçluyordu. Sebep, son dakikalarda pas vermeyi düşünmek yerine çok şut kullanmasıydı. Aslında Kidd’in yaptığı akıllıcaydı. El yakan topları o kullanıyordu, takım arkadaşları daha basit konulara odaklanabiliyorlardı. Sonuçta ikinci maç 16 sayılık bir Nets üstünlüğüyle sona eriyordu. Pacers koçu Isiah Thomas, eski bir guarddı ve oyunun kimyasını kavrayabiliyordu. Taktik olarak Jason’ın şut atmasını pas vermesine yeğliyordu. Ama Kidd 85-84 Nets lehine biten maçta ürettiği 25 sayıyla onları bir kez daha düşünmeye davet ediyordu. 4. maç ise Reggie Miller’ın kaybetmeyi kabullenmiyorum şovu şeklindeydi. Nets maçın henüz başında öne geçmiş, devre arasına doğru Pacers farkı kapamıştı. İkinci yarıda aynı senaryo: Nets açtıkça Pacers geri gelmeyi başarıyordu ve son sözü Miller söyleyecekti. 9 metreden attığı üçlükle maçı uzatmaya götürmeyi başardı. Fakat uzatmalarda her Pacers basketine Kidd verecek bir cevap buldu. Maç ikinci uzatmaya gitti. Ama Nets maçı 120-109 koparmasını bildi.
Sonra rakip Charlotte idi. Güçlü pota altıyla New Jersey’e sorun çıkarabilecek takımların başında geliyorlardı. Fakat Jamal Mashburn’un rahatsızlanması sonucu üstüne fazladan yük binen Baron Davis’in oyuna yeterli katkıyı yapmaması sonucu Nets seriden galip ayrılmayı bildi. Continental Airrlines Arena’daki ilk iki maçta farklı isimler ön plana çıktı. Kidd bu seride durgundu fakat ilk maçta Haris, benchten gelerek çok iyi katkı yaptı ve onun açığını kapadı. İkinci maçta ise adeta Van Horn şov vardı. Nets’te keyifleri bozan tek haber Tim Duncan’ın MVP seçilmiş olmasıydı. Koç Scott bu karara sitem ediyor “Bence çok saçma. Jason’ın takıma katkısı, geldiğimiz nokta... Anlayamıyorum” diyordu. 3. maçta Kidd, David Wesley ile çarpışıyor ve oyunu ilk devre t*** etmek zorunda kalıyordu. Kidd’in kaşına 15 dikiş atılıyordu. Nets maçı 115-97 vermişti. 4 maçın önemi iyice artmıştı. Bu maçta Kidd sadece sahaya geri dönmekle kalmıyor ayrıca son periyotta attığı 13 sayıyla Nets’i de 89-79’luk galibiyete taşıyordu.
Konferans finallerinde rakip Boston Celtics’di. Otoritelere göre New Jersey derin kadrosuyla bu seriden galibiyetle ayrılacaktı fakat Pierce&Walker Co.’yu durdurmaları şarttı. Scott oyuncularına insanların Nets hakkında görüşlerini değiştirmenin tek yolunu kazanmaya devam etmek olduğunu ve bu seride kazanmak için K-Mart’in ribaundlarda daha etkili olması gerektiğini anlatıyordu. Nets evindeki ilk maçı 104-97 alırken Kidd kariyerinin ikinci playoff triple-double’ını 18 sayı, 13 ribaund, 11 asist ile yapıyordu. Fakat ikinci maç Martin’in Pierce durdurmaktaki insan üstü çabası ve Kidd’in bir başka triple’double’ına karşılık 93-86 Celtics üstünlüğüyle bitiyordu. 3. maçta Nets, Boston’a saha avantajını tekrar kazanmak için gidiyordu. Maça fırtına gibi girdiler ve playoff tarihinde yakalanmış en büyük farkı yakaladılar: 26 sayı. Ama sonra ne olduysa Nets durdu Pierce coştu ve Celtics geriden gelip 94-90 kazandı. Son periyot sayı bulamayan Kidd arkadaşlarını yarı yolda bırakmıştı ve eleştirileri üstüne almaktan çekinmiyordu. Ama aslında Celtics taraftarının Kidd’in karısı Joumana ve oğlu TJ lafla sataşmaları Kidd’in kafasındaki en büyük sorundu. Kendisine yapılan tezahüratlara kulakları tıkalıydı ama ailesi için endişe ediyordu. 4.maç adeta 3.maçın bir kopyası gibi başladı. Nets ***enden öne geçti. Celtics devre arasına doğru farkı 6’ya indirdi. 3.periyot Kidd ve arkadaşları biraz duruldu. Ama 4.periyodun geçen maça benzememesi için Jason dizginleri eline aldı. Takım arkadaşları da savunmadaki gayretleri ile ona destek oldu ve son düdük çaldığında skorbord 94-92 Nets üstünlüğünü gösteriyordu. Celtics beşinci maçta da ancak son çeyreğe kadar dayandı fakat son çeyrekte gardları düştü ve 96-88’lik skorla yaz tatili hazırlıklarına başladılar. Nets tarihinde ilk kez NBA finallerine çıkıyordu ve Kidd son maçtaki 15 sayı, 13 ribaund, 13 asistiyle 35 yıldan beri bir playoff serisinde 3 triple-double yapan ilk oyuncu ünvanıyla NBA tarihine geçiyordu. Ayrıca bütün seri boyunca asist, ribaund ve sayı ortalamalarının da çift haneli sayılara ulaştığını hatırlatalım (17.5 sayı, 11.2 ribaund, 10.2 asist).
2002 NBA FİNALİ
Ve finaller... Nets doğuda şampiyonluğunu ilan ettiğinde Kings-Lakers serisi oynanmaktaydı. Taraftarlar hangisini istedikleri konusunda kararsızdı. Jason ise Lakers’ın gelmesini yeğlemekteydi. Çünkü geçen senenin şampiyonunu tahttan indirerek hanedanlığı sonlandırmak gibi bir isteği vardı. Ama Lakers kadro olarak Nets’ten bir kaç gömlek üstündü. Sh**, bilmiyorum anlatmaya gerek var mı? Yanında da her geçen gün “Jordan seviyesine” yaklaşan Kobe Bryant. Sahada bu ikisini durdurduğunuzda ise kenarda Phil Jackson’ı alt etmeniz gerekmeydi. Byron Scott’ın kafasındaki plan Kobe ve Sh**‘i kitlemek değildi. Onun tek istediği Fisher, Fox ve Horry gibi adamların daha çok insiyatif almalarıydı. Ama bunun için Kobe ve Sh**’in kaçırması gerekliydi! Bir başka yolda Nets’e göre nispeten daha ağır oyunculardan kurulu Lakers’ı sezon içindeki taktikle; koşarak yenmekti. Bunun için gene Kidd’e çok iş düşüyordu. Sonunda seri başladı fakat Nets cephesinde işler istenildiği gibi gitmiyordu. Henüz ilk maçta ***en sayılabilecek bir zamanda fark 23 sayı olmuş ve Nets oyuncuları panik olmuştu bile. Yavaş yavaş fark 12 ye indi fakat Lakers tecrübesiyle maçtan galip ayrılmasını bildi. Aynı senaryo diğer maçlar içinde geçerliydi ve New Jersey finalde Lakers’a 4-0 ile süpürülerek h***esin kafasında yeni soru işaretleri türetti. “Yoksa o kadar iyi değiller miydi?”
NEW JERSEY’NİN BEYNİ
2002-03 sezonuna New Jersey başrollerinde Van Horn-Dikembo Mutombo’nun olduğu bir takas yaparak girdi. Çoğunluğun düşüncesi takastan zararlı çıkanın New Jersey olacağıydı. Zaten 23.maçta Mutombo sakatlandıktan sonra çoğunluğun görüşü h***esin görüşü oldu. İlk beşte pivot mevkiine önceki sene finallerde Sh**’e karşı yaptığı azimli savunmayla adından söz ettiren Jason Collins monte edildi. Hatta ilk başlarda Deke’yi aratmadı. 23 maçta Deke 7.6 sayı 7.1 ribaund istatistikleriyle oynuyordu, Collins ise ilk beş çıktığı ilk beş maçta 8.0 sayı, 7.0 ribaund gibi istatistikler hatta zaman zaman double-double’lar üretiyordu. Giden Van Horn’un yerine beş çıkan Jefferson gerek seyirciyi ateşleyen smaçları gerekse savunmadaki gayretiyle takımın Van Horn’u aramayacağını kanıtlar gibiydi. Martin ise finallerdeki gayretli oyunuyla birlikte adeta bir seviye atlamış süper starlara yakışan bir olgunlukla sadece işine konsantre olmuştu. Kidd’de takımdaki değişimden nasibini almıştı. Eskiden sadece 4. periyotta ihtiyaç duyulan skorer özelliği şimdi maçın gidişatına göre 2.-3. periyotlarda da kendini gösteriyordu. Bu istatistiklerine de yansımıştı. İlk 22 maç sonunda 21.0 sayı 8.6 asist, 6.4 ribaund ortalamaları tutturdu ve 14 maçta takımın en skoreriydi. Evet Van Horn’un gidişi takımdaki iç çekişmeleri ortadan kaldırmış olsa bile (finallerdeki Martin-Van Horn tartışması) hücumda da önemli bir silahı yok etmişti. Bazen kahramanlar olayları yaratır bazen de olaylar kendi kahramanlarını. İşte bu sezon Nets’in daha çok sayı bulması gerekti ve bunu yapacak oyuncu olarak Kidd öne çıktı. İlk başta bocalasalar da daha sonra işler rayına oturdu. Bunu Mutombo sakatken alınan art arda 12 galibiyetten anlayabiliriz. Bu seri esnasında Kittles’ın da sakatlandığını ve Harris’in onun yerine 5 çıktığını da hatırlatalım. Önceki sene benchte oturan RJ, Collins ve Harris bir anda kendilerini ilk beşte bulmalarına rağmen yerlerini yadırgamadılar ve ellerinden gelen en iyi oyunu oynadılar. RJ çocukluk kahramanı MJ’ye karşı kariyerinin en yüksek sayısına ulaştı. Haris, Kittles’ın yokluğunda beş çıktığı 15 maçta 16.5’lik bir ortalama yakaladı. Ve Collins pota altında rakip pivotlara karşı en iyi mücadelesini verdi. NJ All-Star haftasına girilirken Atlantic Division da birinciydi ve en yakın rakibiyle arasında 6 galibiyet fark vardı. Fakat aynı bir önceki sezon olduğu gibi All-Stardan sonra takım duruldu, Kidd’in yüzdesi dibe vurdu ve ardı ardına gelen yenilgilere çare bulunamadı. Yenilgilerin çoğu deplasman maçlarında olduğundan East Rutherford’a dönüldüğünde işlerin yoluna gireceği umuluyordu. Zira öyle de oldu. Evdeki galibiyetle moral bulan takım Atlantic’in zirvesinden ayrılmadı ve playoff ilk turunda Milwakuee Bucks’la eşleşti. Kidd 9 Nisan’daki Atlanta maçında 23 sayı, 11 ribaund ve 12 asist ile bu sezonki 4. kariyerindeki 50.triple-double’ını yaptı (regular sezon).
Bucks All-Star haftasından sonra yaptığı takasla back court’u Cassell-Payton ikilisine teslim etmişti. Bu belki de ligin en güçlü guard duosuydu ve Jason’ın işi gerçekten çok zordu. Bu ikiliye bir de benchten Kukoc ve Redd eklenince işler sarpa sardı fakat bu noktada NJ cephesinde Martin devreye girdi ve Bucks’ın yumuşak karnı olan pota altını cehenneme çevirerek seriyi 4-2 ile NJ’ye getirdi. Kidd bu seride 18.8 sayı, 9.2 asist, 6.8 ribaund ile oynadı.
Sonraki rakip ligin genç ve ateşli takımı Pacers’ı eleyen Paul Pierce’lı Celtics’ti. Geçen sene konferans finallerinde Kidd ve ailesine yönelik sataşmalar devam ediyordu fakat Kidd hiç etkilenmiyor cevabı sahada veriyordu. Celtics 4-0 ile süpürülürken Kidd 19 sayı, 9 asist, 9 ribaund ortalamalarıyla kalitesini bir kez daha kanıtlıyordu. Bu seride son maç koptuktan sonra h***es maçın bitiş düdüğünü bekl***en 2 saniye kala attığı üçlük ise bazı çevreler tarafından eleştirildi.
Konferans finallerinde bu defa rakip savunması ile sonuca giden Pistons’tu. Mehmet Okur’un hediye ilk maçtan sonra diğer maçlarda rakibin olmayan hücum silahlarını iyi kitleyen Nets, Detroit‘in bir türlü çözüm bulamadığı fast break sayılarıyla sonuca gitti. Bu seride de gene bir K-Mart fırtınası esiyordu. Playofflarda 21.0 sayı, 9.8 ribaund ortalamalarıyla oynayan Martin bu serinin de Nets’e gelmesinde yardımcı oldu. Kidd, Boston serisinde yerlerde sürünen şut yüzdesini bu seride %43e çıkarmış ve 23.8 sayı, 10.0 ribaund, 6.3 asist ortalamalarıyla alışıla gelmişin dışında bir guard portresi çizmişti
GENE AYNI KABUS
Böylece finallerde doğu yakasını temsil etmeye hak kazanan New Jersey, batıdan gelecek rakibiyle ilk maçını yapmadan 10 günlük bir dinlenme fırsatı buldu. Detroit maçında Ben Wallace’ın ayağına basıp bileğini inciten Kidd, antrenman sırasında ters bir hareket yapınca sakatlığı tekrar nüksetti. Fakat doktorlar finalin ilk maçına kadar bunu atlatacağını söylüyordu. Ve büyük gün geldi. 4 Haziran günü SBC Center’ı 18.797 kişi doldurmuştu. Bir tarafta sezonun en iyi galibiyet derecesine, en iyi koçuna ve MVP’sine sahip San Antonio Spurs diğer tarafta ise Milwakuee serisinin 3. maçından beri yenilmeyerek 10-0 ile NBA playofflarının en uzun galibiyet serisini yakalamış Nets. Fakat bu maçta Spurs rakibini çok iyi etüd etmiş onların en iyi silahlarını, yani fast breaklerini nasıl durduracağını çözmüştü. Bu sebepten NJ hücumda zorlanıyor oyun sete dönüştüğünde ç****iz kalıyordu. Kidd 10 sayı, 10 asist, 8 ribaundluk bir performans çizse de Bowen ve Parker’ın savunmasında 4/17 gibi bir yüzdeyle oynuyor ve kendi potasını onlara karşı savunamıyordu. Savunulamayan bir başka kişi Duncan idi. MVP, 32 sayı, 20 ribaund, 7 blok ve 6 asist ile adeta NJ’yi tek başına çökertiyordu. Maçtan sonra Byron Scott, Mutombo opsiyonunu kullanmadığı için eleştirilere hedef oluyordu. Çoğu kişi ilk maçtan sonra Spurs’un süpüreceğini, Nets’in gene doğu yakasının güçsüz takımı olarak anılacağını düşünüyordu. Kidd ise yenilginin kendisinin olan sorumluluğunu üstüne alıyor, şutlarının girmediğini ama onu bu ligdeki en iyi guard yapanın şutları olmadığını söylüyordu. Nets bu olumsuz düşünceler ve eleştirilerle ikinci maç için yeniden SBC Center’daydı. İlk maçta %37 ile oynayan Nets bu maçta %42 ile şut atıyordu ve birçok kişiye göre maçın kazanılmasındaki en büyük etken buydu. Fakat gözden kaçan bir rakam vardı. O da Spurs’un maç boyu yaptığı 21 top kaybı. Kidd ve arkadaşları SA’yı kendi evlerinde 21 top kaybına zorlamış bunun getirisi olarak da maç içersinde onlardan 15 fazla top kullanmışlardı. Sonuçta Kidd “beğenilmeyen” şutlarını bu maçta sokarak 30 sayı buluyor bunun yanına 7 ribaund ve 3 asist ekliyordu. Spurs cephesinde ise ilk maçın yıldızı TD 19 sayı 12 ribaund ile oynuyor fakat kaçırdığı 7 faul atışı takımının yenilgisine maloluyordu. Stephen Jackson ise 16 sayıyla oynamasına karşın yaptığı 7 top kaybı ve son saniyede kaçırdığı 3lük ile adeta NJ için çalışıyordu. Maçtan sonra Byron Scott deplasmandaki 2 maçtan birini kazanmanın onların ilk hedefleri olduğunu ve bunu başardıklarını söylüyordu. İlk maçta da aynı şekilde mücadele ettiklerini fakat kolay şutların kaçmasının yenilgi de etkili olduğunu da ekliyordu. 3. maç East Rutherford’da, Continental Airlines Arena’daydı. İkinci maçta skor yönünden etkisiz kalan K-Mart (16 sayı) bu maçta hücumda insiyatif alıyor ve 23 sayısının yanına 11 de ribaund yazdırıyordu. NJ için sevindirici bir gelişme olarak serinin suskun ismi Kittles 21 sayı ile görevini yerine getiriyordu. Kidd gene çok kötü atıyor, 19 şutundan sadece 6’sında isabet buluyordu ama 11 asisti ile arkadaşlarına pozisyonlar yaratıyordu. Spurs cephesinde ise iki basamaklı sayılara sadece Parker ve Duncan ulaşıyordu. Tony 26, Tim 21 sayı, 16 ribaund, 7 asist ve 3 blok ile oynuyordu. Maçta NJ, San Antonio nun %42’lik şut yüzdesine %35 ile karşılık veremeyince yenilgi kaçınılmaz oluyordu. Yapılan 18 top kaybı ve kaçan 51 şut izleyicilere göre mücadelenin bir getirisi değildi. Ve birçok seyirci seriden zevk almadığını, bu kadar kötü şut atan bir takımın finale kadar nasıl geldiğini soruyordu. Sonuçta maç 84-79 Spurs lehine bitiyordu ve seri de 2-1’lik Spurs üstünlüğü oluyordu. 4. maç gene NJ’deydi. Artık Spurs’un bu maça asılıp seriyi diğer maçta bitireceğine kuşkuyla yaklaşan çok az insan vardı. Fakat NJ maçı daha çok istiyordu ve girmeyen şutları için bir çözüm bulmuşlardı: atamıyorsan attırma! Spurs maç boyunca yüzde 29 ile atıyor, Parker 1/12 ile yıldızlaşıyordu(!). NJ’de Martin 20 sayı, 13 ribaund, Kidd 5/18 şut yüzdesine rağmen son saniyelerdeki kritik faulleri sokması ve 8 ribaund, 9 asistlik performansıyla maçı NJ’ye getirenler oluyordu. Ama serinin bir başka vasat ismi Jefferson’ın da 18 sayı, 10 ribaundluk katkısını unutamayız tabii. Spurs da ise direnen gene Duncan‘dı fakat çabaları yetmiyordu: 23 sayı, 17 ribaund, 7 blok ile oynaması maçı 77-76 NJ üstünlüğüyle bitmesini engelleyemiyordu.
5. maç NJ’deki son maçtı. Tutuk başlayan bir ilk periyodun ardından neredeyse bütün maç skor çok açılmadı fakat devamlı bir Spurs üstünlüğü vardı. Ne zaman NJ yaklaşacak olsa Spurs koçu Popovich mola alıyor sonrasında TD ve arkadaşları ard arda sayılar buluyor ve farkı tekrar açıyorlardı. NJ’de 29 sayı ile oynayan Kidd’e, RJ 19 sayıyla eşlik ediyor fakat ilk beşten başka 10+ lık performans gelmeyince iş bench katkısına kalıyordu. Ama gelin görün ki bütün seri aldığı kısa sürede elinden gelenin en iyisin yapan Aaron Williams’ın 10 sayısı dışında bechte de katkı yoktu. Martin’in maçtan önce rahatsızlanması performansını etkiliyordu 4 sayı da kalan Kenyon, yaptığı 8 top kaybıyla adeta takımın içerden çökertiyordu. Ayrıca Duncan’ı yavaşlatamaması da cabasıydı. Tim ise 29 sayı, 17 ribaund ile artık alıştığımız dominant oyunlarına bir yenisini daha ekliyordu. Bir önceki maç 0/9 atarak takımının yenilgisinde önemli pay sahibi olan Malik Rose bu maçta 14 sayı buluyor Manu Ginobili de 12 sayıyla ona eşlik ediyordu. Bench savaşından da 37-16 galip ayrılan Spurs maçı da 93-83 kazanıyordu.
6. maçta seri Teksas’a taşınmıştı. SBC Center tarihi günlerinden birini yaşıyordu. Seyirciler Amiral David Robinson’ın son maçı olacağına inandıkları bu maçı kaçırmamak için yerlerini almışlardı. Fakat maçın başlama düdüğüyle beraber NJ h***esi şaşırttı. Maçın üç periyodunu önde götüren NJ, son periyoda 63-57 önde giriyordu. Fakat 4. periyotta başlayan Spurs fırtınasına engel olamıyorlardı. 19-0’lık bir seri yakalayan Spurs, Kidd ve arkadaşlarını adeta yıkıyordu. 4. periyoda kadar %43 ile oynayan NJ, son periyot sadece 14 sayıda kalıyor ve 31 sayıyı potasında görüyordu. Maç sonunda NJ’nin saha içi isabet oranı % 35 ti. Takımın finale çıkmasında büyük emeği olan Bucks ve Pistons serilerinin kahramanı Kenyon Martin bu maçta 23 şutundan sadece 3 de isabet buluyor ve yenilginin baş sorumlusu oluyordu. Ribaundlarda 55-35 ezilen, bench skorlarında 31-17 geride kalan NJ için yenilgi ne kadar moral bozucuysa son senesini yaşayan Robinson ve 19 senelik kariyeri boyunca tek şampiyonluğunu bu sene gören Kevin Willis için o kadar mutluluk vericiydi. Finalin kahramanı 2 blokla NBA tarihine adını altın harflerle yazdırmayı kaçıran ama gene de 21 sayı, 20 ribaund, 10 asist ve 8 blokluk performansıyla Finallerin MVP’si ödülünü sonunda kadar hak eden Duncan’dı. Nets de ise Kidd gemisini kurtaran kaptan olmayı bu sene de başaramıyor umutlarını gözyaşları içersinde gelecek seneye bırakıyordu.
WHAT THE KIDD DID
Evet, New Jersey gibi diplerde dolaşan ve NBA’de hiçbir başarısı olmayan bir takıma gelip çehresini değiştiren ve şampiyonluk yarışına sokan Jason Kidd, ne yazık ki 2.NBA Finali deneyiminden de boynu bükük ayrıldı. Fakat iki sene evvele göre Nets kadrosuna sadece Kidd ve Jefferson’ın eklendiği düşünülürse şu anda şampiyonluğu kaçıran Nets’in, pota altını domine edecek bir uzun ile çok yakın bir zamanda tekrar NBA Finalinde ve bu sefer ellerinde şampiyonluk kupası ile görebileceğimizi düşünmek çok da hayal değil. Basketbol oyununa hız ve zekası ile renk katan Kidd’i ve takımı Nets’i izlemeye devam edin, göreceksiniz çok çok yakında NBA’deki Batı hegomanyasını kıracak takım onlar olacak. Tabi Jason Kidd’in bu sezon bitecek anlaşmasını yenileyebilirlerse!.
Height: 6' 4"
Weight: 212 lbs.
Position: Guard
Birth Place: San Fransico, California
Birthday: March 23, 1973
College: California '96
NBA Team: New Jersey Nets
HIZ VE ZEKANIN KUSURSUZ BİRLEŞİMİ
“New, Mr.Triple-Double”
JASON KIDD #5
NBA tarihinde Triple-Double (bir maçta sayı, ribaund, asist, top çalma veya blok kategorilerinden üçünde çift haneli sayıya ulaşma) denildiğinde ilk akla gelen oyuncu Oscar “Big O” Robertson’dır. 1960-1974 yılları arasında ligde yer alan ve kariyerinde gerçekleştirdiği 178 triple-double ile bu kategoride zirvede bulunan Robertson, 1961-62 sezonunda da 30.8 sayı, 12.5 ribaund ve 11.4 asist ortalamaları ile hala yanına yaklaşılamayan bir başarı elde etmişti. Robertson’dan sonra 80’li yıllar ve 90’lı yılların başında Earvin “Magic” Johnson, Big O’nun başarılarını tekrarlar rakamlar yakalasada hastalığı sebebi ile basketbola ara vermesi ve daha sonra da bırakması Oscar’ın gerisinde kalmasına yol açmıştı. Aynı dönemlerde Larry Bird ve 94 draftı ile lige katılan Grant Hill gerçekleştirdikleri triple-double’lar ile Big O’yu ve Magic’i hatırlatan performanslar çizmişlerdi. Şu anda ise NBA liginde triple-double denildiğinde, akla gelen ilk ve tek isim Nets’i son iki sezonda NBA Finaline taşıyan Jason Kidd’den başkası değil. İşte karşınızda Hız ve Zekanın Kusursuz birleşimi “New, Mr.Triple-Double” JASON KIDD...
NERDEN NEREYE!!
1967’de start alan ve 1976’ya kadar 9 sezon faaliyet gösteren ABA liginin son şampiyonu (1975-76) New York Nets, 1976 senesinin Haziran ayında Indiana Pacers, San Antonio Spurs ve Denver Nuggets ile birlikte NBA ligine katılmıştı. NBA ligine katıldığında New York’tan, 1967’de ilk kurulduğu şehir olan New Jersey’e taşınan ekip 1976-77 NBA sezonu ile birlikte New Jersey Nets adı ile NBA liginde mücadele etmeye başladı. İlk NBA sezonunda 22 galibiyet alarak ligin 22. ve son takımı olan Nets, bir sonraki sezonda ne yazık ki bu kötü ünvanını devam ettirdi. 1978-79 sezonunda ise Bernard King’in takıma katılması ile bir önceki sezona göre 13 galibiyet fazla alarak ilk defa NBA Playofflarında yer aldı ve o dönemde 3 maç üzerinden oynanan ilk turda Philadelphia’ya her iki maçta da mağlup olarak sezonu kapadı. 1983-84 sezonunda tekrar playoff başarısı yakalayan ve ilk defa ilk turu geçme başarısını gösteren Nets (Philadelphia 3-2), bir üst turda Milwaukee’ye 4-2 elenmekten kurtulamadı. 1985-86 sezonundan itibaren genelde ilk 10 sıranın dışında yer alan, playofflara kalabildiği senelerde (1992-1993-1994-1998) ise ilk turdan öteye gidemeyen Nets’de her şey geçen sezon (2001-02) değişti. Geçen sezona kadar son 16 yılda sadece 3 kez .500 galibiyet oranını geçebilen ve playoff’a kalabildiği 4 sezonda ilk turdan öteye gidemeyen (16 playoff maçında sadece 4 galibiyet) Nets, NBA tarihinin en başarısız ve oyuncular tarafından en az tercih edilen takımlarından biriydi. Aslında kadroları 1998’den itibaren çok çok gelişmişti ama başarı bir türlü gelmiyordu. 1997’de draftta 2.sıradan seçilen Keith Van Horn draft-takas yolu ile kadroya katıldı. Backcourt’ta Sam Cassell, Kerry Kittles, frontcourt’ta tecrübeli Kendall Gill ve NBA ribaund krallığında 2.sırayı alan Jayson Williams ile Nets geleceğin takımı olarak gösteriliyordu. Ama bir türlü gelmeyen başarı önce Cassell’ın başını yaktı ve 1999’da takas yolu ile kadroya Stephon Marbury katıldı. 2000 Draftında ilk sıradan seçme hakkı elde edildi ve Cincinnati’nin forvet oyuncusu Kenyon Martin, takıma dahil oldu. Ama yine de Nets son sıralardan kurtulma başarısını gösteremedi ve geçen sezon başında bu sefer Marbury takas ile takımdan gönderildi. İşte o takasta Marbury’e karşılık kadroya katılan O oyuncu Nets’in çehresini değiştirdi ve Nets’e sanki sihirli bir değnek deymişçesine takım tarihinin en başarılı regular sezonunu geçirerek bir evvelki sezona göre 26 fazla galibiyet ile (52 galibiyet ile .634’lük galibiyet oranı) Doğu Konferansında ilk sırayı aldı. Playoff’larda ilk turda Indiana’yı, ikinci turda Charlotte’ı eleyerek NBA tarihlerinde ilk defa Doğu Konferansı Finaline yükseldi. Burada rakip Boston’du ama yine O oyuncu serinin kaderini değiştirdi ve Nets tarihinde ilk defa NBA finaline çıktı. Ama NBA Finalinde O oyuncun gücü Lakers efsanesine karşı koyamadı. Bu sezon da Nets, geçen sezonki başarının bir sürpriz olmadığını yine bu oyuncunun üstün oyunu ile h***ese kabul ettirdi ve 49 galibiyet ile Doğu Konferansında 2.sırayı aldı. Playofflarda ilk turda Milwaukee’yi 4-2 geçtikten sonra ikinci turda Boston’u ve Doğu Finalinde Detroit’i 4-0’lık sonuçlarla süpürerek ard arda 2.defa NBA Finaline yükseldi. Böylece Chicago Bulls efsanesinden sonra ilk defa bir Doğu takımı ard arda 2 yıl NBA Finalinde oynama başarısını yakaladı. Ama geçen sezon Sh**, bu sezon ise Duncan, Nets’in final serisini kazanmasını engelledi ve Nets sezonu NBA Finalisti olarak kapadı.
İşte bu ay sizlere tanıtmak istediğimiz oyuncu, o başarısız Nets’i bataktan kurtarıp ard arda iki yıl NBA finaline taşıyan, skorer kimliği veya gösterişli basketbolu ile değil takımını oynatan ve etrafındaki oyuncuların kabiliyetlerini açığa çıkartan oyunu ile sivrilen O takas ile takıma katılan oyuncu. İşte karşınızda, basketbolunu zekası ile bir üst seviyeye taşıyan ve kendisine göre bir çok yetenekli oyuncuyu oyun bilgisi ile gölgede bırakan Nets’in 5 numaralı All-Star guard’ı JASON KIDD…
BILLY THE KIDD!!
Tam adıyla Jason Frederick Kidd, hava yolu müfettişi bir baba ve banka memuru bir annenin çocuğu olarak 23 Mart 1973’te California Alameda’da dünyaya geldi. Çocukluğunda, Jason’ın favori sporu futboldu. (Hayır, Amerikan futbolu değil bildiğimiz futbol!) Basketbolla resmi tanışması 3.sınıftayken yanına gelen 4.sınıfların basketbol takımlarında onu görmek istemeleriyle olmuştu. Böylece Kidd, Saint Joseph of Notre Dame lisesi basketbol takımına giriyordu. 1990-91 sezonunda takımı California Division 1 eyalet şampiyonluğunu kazanırken genç Jason’ın payı inkar edilemeyecek derecede büyüktü. İkinci senede aynı başarı tekrarlanmıştı. Okulun iki senede yaptığı 69 maçtan 63’ünden galip ayrılması Kidd’in ne kadar yetenekli olduğunu gösteriyordu. Aslında maç başına yakaladığı 25 sayı, 10 asist, 7 ribaund ve 7 top çalmalık performansı da bunu gözler önüne seriyordu.
Onun bu başarısının temelleri aslında Oakland’in asfalt sokak sahalarında atılmıştı. Jason, Alameda’dan idi. Yani şehrin “düzgün ve temiz” tarafından. Bu da onu diğer zenci sokak oyuncularından farklı yapmaya yetiyordu zaten. Fakat o, sadece geldiği yerle değil oynadığı oyunla da farkını gözler önüne sermişti. (Evet Kidd’in inanılmaz pas kabiliyetinden bahsediyorum.) O ,sanki takım arkadaşlarının -hatta onlardan bile önce- nereye gideceğini kestirebiliyordu. Bu özelliğiyle kendini sokakta kabul ettirdi ve o sıralar NCAA’de Oregon Ducks’ın yıldızı Gary Payton ile tanışma ve tabi maç yapma fırsatı buldu. (NBA yıldızlarından size Payton’ı anlatmalarını isteseniz size ilk önce ne savunmasından ne de hücumundan bahsederler. İlk söyleyecekleri özelliği onun maç boyunca durmayan çenesi olacaktır. Evet Payton NBA’in en kıdemli savunmacılarından biri bu konuda h***es hemfikir, ama bunda rakibiyle konuşarak onu demoralize etmesinin payı yadsınamayacak derecede büyük.) Payton’a göre Jason çok yetenekli bir gençti ve özellikle hücumda takımını sırtlayabilecek, sorumluluk alabilecek kapasitedeydi, fakat savunması yeterli seviyede miydi? Bu noktada Gary nam-ı diğer ‘The Glove’ (rakibini eldiven gibi sardığı söylenir) devreye girmiş ve Kidd’e bir eğitmen edasıyla yaklaşmıştı. Tabi bir sokak basketbolcusundan nasıl bir eğitmen olabilirse ancak öyle... Payton karşısında savunma olarak Jason’ı gördüğünde ona daha fazla yüklendiğini, daha sert oynadığını, çamurluk yaptığını ve tabi en çok ona konuştuğunu inkar etmiyor. Fakat bunların hepsinin onun sertliğe alışması ve sert oynaması için gerekli olduğunu da söylüyor. Payton onla yaptığı her maçtan sonra kendisini evdekilere şikayet ettiğini ama ertesi gün daha bir azimle onu durdurmak için gene asfalt sahada onu beklediğini de ekliyor. Jason ise o zamanlardaki eğitmeni hakkında övgüyle söz ediyor: ”Kuralları en iyisinden öğrendim”. Bunlar olurken Jason henüz 14 yaşındaydı ve okulu Saint Joseph of Notre Dame başarıdan başarıya koşuyordu. Bu başarılar yetenek avcılarının iştahını kabartmıştı. Jason ilk ciddi üniversite bursu teklifini o sene -yani 14 yaşında- bir mektupla aldı. “Şimdiden mi?” diye düşünüp yanlış olabileceğine karar verip teklifi geri çevirdi. İyi olduğunu biliyordu fakat o kadar da değildi. Kim bilir kaç kalburüstü oyuncuya bu tip teklifler yapılmış ve kim bilir kaçı buna “Evet” diyip harcanmıştı. Fakat o sıralar Kidd’in çevresine baktığınızda bu teklifin adeta “geliyorum” dediğini görebilirsiniz. Okulunda Jason Kidd tişörtü adeta bir üniformaydı. Giymeyene adeta uzaylı gözüyle bakılıyordu, röportajlar gazete haberleri de cabası...
Ve Jason’ın okulundaki son senesi gelmiş çatmıştı. Bu da ertesi sene için bir üniversite seçimini beraberinde getiriyordu. Daha sonra seçeceği California, o sene başında kafasında oluşturduğu 5 kolejden biri değildi. Hatta California’yı hiç “resmi” olarak ziyaret etmemişti. Düşünülenin aksine California koçu Lou Campanelli ile de hiç bir bağlantısı yoktu. Tüm bunları bir terazinin “olumsuzluklar” kefesine koyarsanız diğer kefeye çok değerli bir şey koymalısınız ki seçiminizi o üniversiteden yana yapmanız için ağır bassın. Jason için California’nın tek olumlu yanı “evine, yuvasına yakın” olmasıydı. Hatta o kadar yakındı ki öğretmenlerle sokakta, sporcularla spor salonunda veya asfalt sahada kim bilir kaç kez karşılaşmıştı. Sonuçta Kidd, elinde USA Today’in High School Player of the Year ödülü, kolej ligleri asist krallığı ve biri önceki seneden toplam iki California Player of the Year ödülüyle California Üniversitesi’nin yolunu tuttu.
KIDD’IN KISA NCAA KARİYERİ
Fakat işler umulduğu gibi gitmedi. Kidd koç Lou’nun devamlı takım arkadaşlarına küfretmesinden onları aşağılamasından hoşlanmıyordu. Koçluk küfrederek motive etmek değildi. Zaten Campanelli, Kidd’e karşı da özel bir ilgi duymuyor diğer oyunculara nasıl davranıyorsa ona da öyle davranıyordu. Takım Campanelli’den şikayetçiydi. Sonuçta Jason’ın ilk senesinin sonlarına doğru Campanelli’ye kapının yeri gösterildi ve yerine asistanı Todd Bozeman getirildi. İlk NCAA sezonunda 13.0 sayı, 7.7 asist, 4.9 ribaund, 3.79 top çalma ortalamalarını tutturan Kidd, Pac 10 Konferansında hem asist hem de top çalma kralı oldu ayrıca Gary Payton’a ait olan Pac 10 Konferansı top çalma rekorunu da kırdı. Koç değişikliği de hemen etkisini gösterdi ve Kidd 1993-94 sezonunda 16.7 sayı, 9.1 asist, 6.9 ribaund ortalamalarıyla konferansta adeta her istatistikte zirveye oynuyordu.
Birkaç hafta sonra Jason, birkaç inanılmaz son saniye atışıyla takımı California Golden Bears’ı 93 NCAA Turnuvasına taşıdı. Maç kazandıran şutlarından ilki LSU, (LSU gözünüzde canlandırmak isterseniz 5 tane iri cüsseli 2.10’luk adam düşünmeniz yeterli!) ikincisi ise, önceki iki senenin NCAA şampiyonu Duke Blue Devils karşısındaydı. Kidd bu maçta 14 asist, 11 sayı, 8 ribaund, 4 çalmayla “normal” oyununu sergilemişti. Blue Devils, o sene de şampiyonluğun en büyük favorilerindendi -zaten duke’un favori olmadığı sene yok gibi- fakat Kidd’in game-winner’ı onları three-peat hayallerinden uyandırdı. Bu maçta Bobby Hurley’nin savunmasında attığı son saniye şutu Sports Illustrated kapağına taşınan Kidd, sophomore senesinin ardından (yani kolejdeki 2. senesi sonunda) profesyonel olmaya karar verdi. Kidd, iki senelik kısa üniversite kariyeri süresinde daha sonra Phoenix’de beraber oynayacağı Kevin Johnson’ın asist ve top çalma rekorlarını kırmıştı. 92-93 yılında aldığı PAC-10 Freshman of the Year ödülünün yanına bu sefer PAC-10 Player of the Year ödülünü ekliyordu. Ayrıca Kidd, bu ödülü alan ilk 2.sınıf öğrencisiydi.
1994 NBA DRAFTI ve DALLAS TARİHİNİN 3J’Sİ
Jason Kidd, NBA’ye adımını 1994 Draft’ında Glenn ‘Big Dog’ Robinson’ın arkasından, Grant Hill’in önünden 2. sırada Dallas Mavericks tarafından seçilerek attı. Jason, böylelikle Dallas’ın genç ilk beşindeki Jamal Mashburn ve Jim Jackson’dan sonraki üçüncü “J” oldu. Mavs sezona çok iyi başladı. Oyuncular koştukları zaman topun kendilerine geleceklerinden emin oldukları için çok rahat oynuyorlardı, kendilerine olan güvenleri tamdı. Jackson ve Mash’in 50 sayılık maçları bunun göstergesiydi (JJack @ Denver 26/11/94; Mash @ Chicago 12/11/94). Bu sırada Kidd box score’larda pek dikkat edilmeyen, fakat maçı kazanmak için gereken bir çok sorumluluğu alıyordu. Uzun adamlara ribandlarda yardım ediyor, takımın skorerleri sıkıştığında top kullanmaktan çekinmiyor, top çalıyor savunma yapıyor, rakibin yıldızını kilitliyordu. Yani, takım kimyasının en önemli parçasını oluşturuyordu. Jason’ın ilk senesinde bir sene evvel ligin 13 galibiyet ile son sırasında bulunan Dallas, bir önceki seneye göre 23 maç daha fazla kazandı (36 G-46 Y) ama Batı’da 10.sırayı alarak playoffların dışında kaldı. NBA tarihinde o ana kadar hiç bir rookie guard takımına bu kadar katkı sağlamamıştı. Gözden kaçan bir nokta ise bu patlamanın takımın skorerlerinden Jim Jackson’ın bilek sakatlığında 31 maç kaçırmasına rağmen gerçekleşmesiydi. Ve sezon sonunda Kidd üstün performansının karşılığını Grant Hill ile birlikte 11.7 sayı, 7.7 asist, 5.4 ribaund ve 1.91 top çalma ortalamaları ile Rookie of the Year (yılın çaylağı) seçilerek alıyordu. Sezonu top çalma krallığında 7., asist krallığında 10.sırada tamamlayan çaylak Kidd, 4 triple-double ile bu kategoride ise ligin zirvesindeydi.
Fakat sonraki sene Dallas ve Kidd için işler istenildiği gibi yürümedi. 3J’nin arasına kara kedi girdi. Bir takım için en büyük problem oyuncular arasındaki çekişmedir. Mücadele demiyorum çünkü mücadele hırsı beraberinde getirir ve bu takım başarısına yansır. Fakat çekişme takıma ve oyunculara zarar vermekten başka hiç bir işe yaramaz. Mavericks’te ortaya çıkan ilk problem Jim ve Jamal arasındaki ağız dalaşıydı. Sebebi de pek tabi hücumda alınacak insiyatifti. Hangisinin ilk hangisinin ikinci opsiyon olacağı kafaları karıştıran en önemli soruydu. İkinci fakat en az birincisi kadar önemli olan, Jackson’ın topun kontrolünü istemesiydi. Bu Kidd’in rolünü kısıtlıyordu. Takımda veteran bir lider, tecrübesiyle olaya ağırlığını koyacak biri olmaması bu tartışmayı uzattıkça uzattı. Sonunda Kidd ortamı yumuşatmaya yönelik bir kaç demeç verdi fakat söylediği şeyler yanlış anlaşıldı ve bağlar tamamiyle koptu. Mavs 26-56’lık dereceyle ligin en altlarına demir atmıştı. Kidd bütün bu olanlara rağmen 82 maçta forma giymiş ve istatistiklerini 16.6 sayı, 9.7 asist (lig 2.si), 6.8 ribaund ve 2.16 top çalma (lig 4.sü) ile dişe dokunur derecede geliştirmişti. Ayrıca 783 asist ve 553 ribaund rakamlarına ulaşarak 1990-91 sezonunda (Magic Johnson) sonra 700 asist, 500 ribaund rakamlarını geçen ilk oyuncu olmuştu. Regular sezonda 9 triple-double ile, Grant Hill’in ardından (10 triple-double) 2.sırada yer bulurken, 30 Ocak’ta Clippers karşısında 21 sayı, 16 asist ve 16 ribaund rakamlarına ulaşarak, 1989 sezonundan bu yana (Magic Johnson) bir maçta 20 sayı, 15 asist ve 15 ribaund rakamlarını yakalayan ve geçen ilk oyuncu oldu. San Antonio’da düzenlenen All-Star maçına 1 milyonun üzerinde oy alarak seçilirken, Dallas tarihinde All-Star maçına ilk beşte başlayan ilk oyuncu olmayı da başardı. (7 sayı, 10 asist, 6 ribaund) Tüm bu kişisel başarılara rağmen, çok yetenekli 3 gençle Dallas’ın ligin dibinde olması eleştirilerin çoğalmasına yol açıyordu. Jason’ın bunu o zaman anlaması biraz zordu fakat henüz ikinci senesinde çok önemli bir ders almıştı: Kazanmanın önemini. Dallas gibi yetenekli bir takımın bile bir kaç sıradan tartışma sonucu ligin dibine batabildiğini göz önünde bulundurursak bunu ne kadar önemli olduğunu anlayabiliriz.
DALLAS’DAN PHOENIX’E KISA BİR YOLCULUK
1996-97 sezonunda ilk 22 maçta 9.9 sayı, 9.1 asist ortalamalarını tutturan Kidd, Dallas’taki düşüşü ve bölünmeyi engelleyemeyince, 1996 Christmas’ın ertesi günü 26 Aralık 1996’da, Tony Dumas, Loren Meyer ile birlikte, Sam Cassell, A.C. Green, Michael Finley karşılığında Dallas’tan Phoenix’e takas edildi. Green gidişi ile Suns’ın cap space’inde oldukça büyük bir yer açılmıştı. Bu boşluğun gelecek için yapılacak yatırımlar için yeterli mali kaynağı sağlayacağı kesindi. Fakat Jason’ın kendine göre problemleri vardı ve bunların başında Mavericks geliyordu. Arkasında kendi başına kurtarmak istediği bir takım bırakmıştı, düzelmesi için çabaladığı bir takım. Fakat Dallas’taki bazı kimseler, Kidd gittikten sonra onun arkasından konuşmuş, çamur atmıştı. Ve Kidd’in elinden hiç bir şey gelmiyordu. Bu noktada NBA’de henüz üçüncü senesini yaşayan Jason yeni bir ders daha öğreniyordu: “Eğer kendini savunmak için elinden bir şey gelmiyorsa bırak oynadığın oyun senin cevabın olsun”
“Eğer kendini savunmak için elinden bir şey gelmiyorsa bırak oynadığın oyun senin cevabın olsun”
Jason Kidd, Phoenix forması altında çıktığı ilk maçta köprücük kemiğinden sakatl***** kadar oynadığı 20 dakikalık bölümde 6 sayı, 9 asist, 7 ribaund ve 3 top çalma gerçekleştirmişti. Ama sakatlığı Phoenix forması giymesini 21 maç erteledi. 21 maç sonunda formasına kavuşan Kidd, sezonda şut yüzdesini %38’den %42‘ye, 3lük yüzdesini de %32.3 ten %40.0’a çıkartırken, kalan 32 maçta Phoenix’e 23 galibiyet getirerek playoff yarışında büyük bir ivme kazandırmıştı. Sezon sonunda asist krallığında 4., top çalma krallığında 5.olan Kidd, Phoenix forması ile 2 triple-double yapmayı başardı. Ama o sezonki en büyük yenilik Kidd’in kariyerindeki ilk playoff maçına çıkmasıydı. Kidd’in gelişi ile regular sezonu sezonunda (Phoenix Suns, Kidd gelmeden önce, 17 galibiyet, 32 mağlubiyet ile 11.sıradaydı) 40 galibiyet, 42 mağlubiyet ile Batı’da 7.sırayı alan Phoenix 1997 NBA Playofflarında ilk turda Seattle ile eşleşti. 3.maçın sonunda seride 2-1 öne geçen Phoenix, evinde oynadığı 4.maçta Kidd’in 23 sayı, 14 asist ve 6 ribaunt’una rağmen salondan 122-115 mağlup ayrıldı. Seriyi 2-2’ye getiren Seattle son maçta 24 sayılık farkla salondan galip ayrılarak bir üst tura çıkan takım oldu. Kidd’in ilk playoff tecrübesi 12.0 sayı, 9.8 asist, 6.0 ribaund ve 2.20 top çalma ortalamaları ile noktalanmıştı.
İLK ASIST KRALLIĞI
1997-98 sezonu Suns için son derece başarılı geçiyordu. 82 maçta alınan 56 galibiyet takasın ne kadar yararlı olduğunun bir göstergesiydi adeta. Takım içinde skor yükü öyle güzel bölünmüştü ki rotasyondaki 9 oyuncunun 9 veya daha üstü bir ortalaması vardı. Bu sırada Kidd, Suns takımının bir üyesi olarak kendini kabul ettirmişti. 21 Şubat 1997’de yerel bir televizyonda muhabir olan Joumana Samaha’yla dünya evine giriyordu. (Joumana’nın babasının Türk, annesinin ise Lübnan’lı olduğunu belirteyim) Çift, 12 Ekim 1998’de çocuk sahibi olacaktı. Kidd “Phoenix’de başıma gelen en iyi iki şey” diye özetliyordu. Fakat playoff’a kaldığı da işin rengi değişti. Cliff Robinson, Penny Hardaway, Antonio McDyess, Tom Gugliotta gibi starlar bulunmasına rağmen PHX playoff ikinci turdan öteye geçemedi. Her sene bir başka sorun çıkıyordu. 97’de sorun, dönemin güçlü ekibi Payton, Kemp, Schremph, Hawkins, Mcilvaine‘i kadrosunda bulunduran Seattle’dı. 98’de ise senenin flaş çaylağı Duncan ve San Antonio’ya boyun eğiyorlardı. 1998-99’da lockout nedeniyle 50 maç üzerinden oynanan sezon sonunda Kidd ilk NBA asist krallığına ulaşırken, hem ALL-NBA First Team’inde hem de ALL-NBA Defensive Team’inde yer buldu. Fakat playoffta ilk turda Portland tarafından süpürüldüler. 1999-2000 de Kidd, 2.defa ard arda asist krallığına ulaşırken, ALL-NBA First Team’inde ard arda 2.defa üyesi seçiliyordu. Playofflarda önceki sezonun şampiyonu Spurs’u yenip tur atladılar fakat rakip Lakers’tı ve sonuç kaçınılmazdı. Başarılı regular sezonların ardından playofflarda bir türlü gelmeyen başarı h***esi rahatsız ediyordu. Bir günah keçisi bulunmalıydı.
OLİMPİK MACERA
Bir yandan Phoenix takımında bir çok sorun yaşayan ve zor günler geçiren Kidd diğer yandan 2000 senesinde Sydney olimpiyatlarında Amerika Birleşik Devletleri’ni temsil edecek kadroda ismi açıklandığında yaşadığı sevinç verdiği demeçlerden anlaşıyordu. “Uluslararası alanda ülkenizi temsil etmekten daha onurlu bir şey düşünemiyorum. Bu benim için büyük bir gurur formayı elimden geldiğince iyi taşıyacağım.”
Eleme turlarında Amerika, İtalya, Litvanya, Fransa, Çin ve Yeni Zelanda’nın olduğu A grubundan namağlup bir şekilde çeyrek finallere çıkıyor ve Rusya ile eşleşiyordu. Maç 85-70 USA lehine bitiyor Kidd, Garnett (16) ve Carter’dan (15) sonra 10 sayıyla takımının galip gelmesinde önemli rol oynuyordu. Yarı finallerde ise 14.700 kişinin izlediği Litvanya karşısında 6 sayıda kalıyordu. Fakat USA maçtan 85-83 galip ayrılıyordu. Diğer yanda ise Fransa ev sahibi Avustralya’yı 76-52 ile geçerek finalde USA’nın rakibi oluyordu. Final maçında Fransa’yı 85-75 geçen Amerika şampiyonluğa ulaşırken Kidd, Carter’ın Frederick Weis’in (2.16 m) üstünden bastığı smacın asistini yapıyordu. Kidd, Olimpiyat sonunda altın madalyayla ödüllendirilen takımın gardı olmanın yanında bir de aldığı kısıtlı süreye rağmen gümüş karmaya seçilmişti. Tüm turnuva boyunca 6.0 sayı 4.4 asist ile oynamış 5.2 ribaund ile takımda Garnett ve Mourning ten sonra en çok ribaund alan oyuncu olmuştu ama NBA’de yeni sezon onun için çok zorlu geçecekti.
OLAYLARIN TAKIMI PHOENIX
2000-01 sezonu Phoenix medyası için oldukça hareketli geçiyordu. Suns takımının yıldızları birer birer olaylara bulaşıyordu. Önce Penny Hardaway bir kadının kafasına silah dayayıp onu tehdit ettiği gerekçesiyle suçlanmış ve mahkemelik olmuştu. Daha sonra takımın skoreri Clifford Robinson uyuşturucu ile yakalanmış ve o da Penny ile aynı akıbeti paylaşmıştı: mahkeme. Ve 18 Ocak günü bu sefer Jason Kidd evde çıkan bir tartışma sonucu karısı Joumana attığı tokat gerekçesiyle göz altına alındı. Çift daha sonra aralarındaki sorunları çözdüklerini ve ayrılmayacaklarını dile getirmiş olsa da Suns yönetiminin gözünde hasar böyle kolaylıkla giderilemezdi. Playofflarda bu sefer Sacramento’ya kaybeden Phoenix’de aranan günah keçisi bulunmuştu.
Suns başkanı Jerry Colangelo Jason’ın oyunun yeterince “gösterişli” olmadığını ve taraftarları tribüne çekmediğini öne sürdü. Bu açıklamalar Kidd’i kızdırmıştı. Çünkü onun oyun stili söylenilenin aksine rakip onu durdurabileceğini kanıtlayana kadar saldırmak, saldırmak ve saldırmaktı. Aslında asıl problem Suns takımında “bitirici” oyuncuların eksikliğiydi. Siz ne kadar fast break şansı yakalarsanız yakalayın eğer takım arkadaşlarınız işin en kolay kısmını, yani topu çemberden geçirmeyi başaramıyorsa fast breakler hiç bir kazanç sağlamaz. Üstüne üstlük takımı yorar. Phoenix yönetimi de muhtemelen bunu biliyordu fakat Kidd’i kurban etmek tüm takımı baştan yenilemekten takdir edersiniz ki daha kolaydı.
“Çoğu kişi deli olduğumu düşünüyor, fakat bazen başarmak için deli olmalısınız. Gerçekten bunun [takasın] benim için çok iyi olduğunu düşünüyorum. Aynı derecede Nets için de. Bence fırsat, mücadeledir, kendini kanıtlamaktır. Ve şu durumda ancak maçları kazanarak kendimizi kanıtlayabiliriz. Ben buna hazırım. Biz buna hazırız.” Jason Kidd
BU SEFER Kİ YOLCULUK DOĞU’YA
Bu sef***i takas haziran da NBA Draft’inden hemen sonra yapıldı. Başrollerde ise Jason Kidd ve onun hiç benzemek
istemediği türde bir guard olan ve “kağıt üstünde” Suns’ın aradığı, taraftarı tribüne çekebilecek atan, tutan, koşan, coşan, coştukça coşturan, ateşli Nets gardı Stephon Marbury vardı.
NBA’de iki gerçeklik tartışılmaz: “Turnikeye gir***en atılan fazla adım steps değildir ve New Jersey’de oynamayı kimse istemez!” aslında Kidd, NJ ye takas edilmekten çok, bu takası takımdan gelen bir telefon yerine tıpkı halkın geri kalanı gibi medyadan öğrenmeye sinirlenmişti. Fakat ertesi gün yapılan basın toplantısında daha önceki senelerdeki olayların getirdiği deneyimle soğukkanlılığını korumuş ve olgun davranarak sorulara cevap vermişti. Tabi ki h***esin kafasındaki en önemli soru Ocak ayındaki tutuklanmanın bu takasta etkili olup olmadığıydı. Jason’ın cevabı “Tabi olabilir. Ama çoğunluk bunun basketbolla alakalı bir karar olduğu konusunda birleşecektir.” şeklindeydi.
Ülkenin diğer tarafında ise başka bir basın toplantısında NJ Nets başkanı Rod Thorn yeni guardlarının takıma kazandıracakları hakkında konuşuyordu: ”En büyük 3 problemimiz ribaund almak, savunma ve takım kimyasıydı. Sadece bir takasla bu üç alanda da eksiklerimizi giderecek konuma geldik”
Kidd, NJ’e geldiği zaman öncelikle kafasında bazı olayları çözmesi gerekti. Mesela Nets’in aslında çoğu insanın düşüncesinin aksine kötü bir takım olmadığını fakat bir türlü gereken patlamayı yapamadığını anladı. Bunun da tabi ki en önemli sebebi sakatlıklardı. Önce büyük umutlar bağlanan Kerry Kittles’ın sakatlığı daha sonra 2000 draft’ında 1.sıradan seçilen Kenyon Martin’in kırılan ayağı Nets’in istenilen sonuçları almasına engel oluyordu. 2001-02 sezon başında New Jersey Nets’in kadrosu Kidd için biçilmiş kaftandı. Martin ve Kittles gibi iki süper bitirici özellikleri yüksek oyuncu, set hücumunda şut kullanabilecek Van Horn gibi düzgün bilekli bir forvet, Todd MacCoulloch gibi vasat ama uzun bir pivot. Benchte ise Aaron Williams ve Lucious Harris gibi deneyimli iki görev adamı, seyirci coşturan smaçlarıyla çaylak Richard Jefferson. Ve hepsinin ortak özelliği: Kazanamaya dolayısıyla başarıya olan açlık...
Başkan Thorn ve koç Byron Scott’a göre Nets’in başarısı için gereken iki etmen, az sakatlık ve başarılı bir önderlikti. Sakatlıkların kaçınılmaz olduğu düşünülürse önderlik konusunda Jason devreye girdi ve kendinden önceki Marbury’nin aksine takım arkadaşlarına duyduğu saygı ve güven ile onlardan en yüksek derecede yararlandı. Özellikle sezon ortasında verdiği “playofflardayız” demeçleri de bunun bir göstergesiydi.
“Çoğu kişi deli olduğumu düşünüyor” diyordu Kidd, “Fakat bazen başarmak için deli olmalısınız. Gerçekten bunun [takasın] benim için çok iyi olduğunu düşünüyorum. Aynı derecede Nets için de. Bence fırsat, mücadeledir, kendini kanıtlamaktır. Ve şu durumda ancak maçları kazanarak kendimizi kanıtlayabiliriz. Ben buna hazırım. Biz buna hazırız.” Bütün bu sözler koç Scott’a adeta bir şarkı gibi geliyordu. İnanmak başarmanın yarısı derler. NJ sezon başında ligi kafasında çözmüş başarıya giden yolu önceden kestirmişti. Geçen seneki 26-56’lık kötü dereceye sahip takımdan farklı olan sadece 4 çaylak oyuncu (RJ, Scalabrine, Collins, Brendan Armstrong) ve point guard Jason Kidd’di. Bu kadar az değişiklik başarıyı beraberinde getirebilir miydi?!
Koç Scott sezon öncesi kampından bir gün önce Jason’ın takıma söylediği lafları hatırlatıyor. “Kaybetmeye mahkum değiliz. Hepimiz sıkı çalışırsak başarıya takım halinde ulaşabiliriz.” Ve devam ediyor odadaki h***es sandalyesinin üstündeydi! Tabi ki her zaman görünmeyen kahramanlar vardır. Koç Scott da onlardan biriydi. Yavaş ama emin adımlarla Nets’i Jason’ın en verimli olacağı takım kalıbına soktu. Savunmada mücadele, her iki pota altında ribaundlar ve rakibin oflama puflamaları arasında devamlı hareket eden bir top. İşte bu Jason’ın stiliydi ve Suns’ta ortaya koyamadığı hızlı oyun NJ de dişlilerin çalışması gibi tıkır tıkır işliyordu. Komuta Kidd’deydi ve oynayanlar oynadıkları oyundan izleyenlerde sahadaki şovdan büyük keyif alıyorlardı.
Kampın ilerleyen günlerinde Nets’in starları kendilerini bulmaya başladılar. Van Horn 1.80lik bir şutor gaurd değil de 2.10’luk bir forvet olduğunu, Kittles ise eli sıcakken durdurulamadığını hatırladı. Martin ise Kidd’in sayesinde bir kaç yeni numara öğrenmişti. Fakat en önemlisi üçünün de kendilerine güvenleri yerine gelmişti. Aynı şekilde çaylaklar da takıma rollerini öğrenmiş, uyum sağlamıştı. H***es gereken katkıyı yapıyordu. İşler böyle gittiği sürece Nets’in playoff’a girmemesi için hiç bir engel yoktu.
Kamp bitip de sezon başladığında kimse -taraftarlar bile- Nets’in sezon içinde 50 galibiyet alacağını düşünmüyordu. Bunun için takım kalitesini önce kendi taraftarlarına ispatlamalıydı. Sezonun ilk maçında Indiana Pacers’a karşı 9000 taraftar Continental Airlines Arena’da yerlerini almıştı. Bun bir NBA maçı için düşük bir rakamdı. Fakat bu bile Kidd için sıcak bir “merhaba” sayılabilirdi. Dakikalar geçtikçe Nets geri düşmeye başladı. H***esin kafasında aynı düşünce hakimdi “yeniden başlıyoruz, değişen bir şey yok, lig sonunculuğu, bekle Nets geliyor!” fakat son periyotta inanılması güç bir değişim yaşandı. Geçmiş seneler olsa son periyotlar New Jersey taraftarları için bir işkence gibi geçerdi. Çünkü maç zaten ilk 3 periyotta bitmiş olur, 4 periyot rakip takım çaylaklarını ve normal sezonda süre almayan oyuncularını sahaya sürer adeta taraftarlarla dalga geçerdi. Taraftarlar ise salonu t*** ederdi. Fakat bu sefer farklıydı. Kidd ve takım arkadaşları maçı bırakmamıştı ve Pacers lehine olan 11 sayılık farkı kapatmışlardı. Bu muhteşem geri dönüş sonucu Nets evinde 103-97 kazanmıştı. Oyuncuların ve teknik heyetin yüzündeki gülüş taraftarların inançsızlığını silip atmıştı. Kidd’in yeni forması ile ilk maçında rakamları ise 14 sayı, 10 ribaund, 9 asist ve 4 top çalmaydı.
Nets’in bundan sonraki sekiz rakibinden altısı da Pacers ile aynı kaderi paylaştı. Fakat bunlardan bir tanesinin New Jersey adına anlamı diğerlerinden çok çok farklıydı. Nets taraftarlarının ligde en “kıl” oldukları takım olan New York Knicks’e karşı alınan 26 sayılık galibiyet. Maç adeta bir karnaval havasında geçmiş rotasyondaki h***es görevini eksiksiz yerine getirmiş ve taraftarlara inanılmaz bir şov sunulmuştu. Kidd bu maçta sadece 9 top kullanıyor ama 12 sayı ve özellikle15 asisti ile bütün takım arkadaşlarını eğlenceye katıyordu. New Jersey daha sonra Seattle’ı 106-94 ile geçti. Kidd yakın arkadaşı Payton’ın karşısında 16 sayı, 13 asist ve 9 ribaund ile baskın geldi. Maçtan sonra iki guardı karşılaştırması istenildiğinde Koç Scott gülerek “Tek fark Payton’ın çenesi çok daha fazla düşük” diyordu. Jason konuşmasını saha dışında yapıyordu. “Nets şu ana kadar oynadığım en iyi takım, sanırım. Atletik ve yetenekli. Evet uzak ara en iyi takım. Eğer kimse sakatlanmazsa hepimiz eminim daha çok keyif alacağız”. Aslında bütün bunlar Jason’ın dahiliğiydi. Kidd tarafından medyaya övülen Kittles ve Van Horn’un gururu okşanmıştı. Artık maçlarda kendilerine daha çok güveniyorlardı. Bu duruşlarına bile yansımıştı. Fakat tabi ki maçlar kazanılmaya başladıkça takımda bir rehavet oluştu. Bunu da düzeltmek Kidd’e kalmıştı. Yaptığı açıklamalarda henüz batıya deplasman turuna çıkmadıklarını yani henüz tam anlamıyla kendilerini sınayamadıklarını söylemişti. Korkulan oldu ve Nets batı turunun ilk maçında Denver’a boyun eğdi. Eleştiri oklarının hedefinde 1/10 üçlük isabetiyle oynayan Jason Kidd vardı. Sonraki maç Jazz ileydi. K-Mart’ın John Crotty ile dalaştığı Malone’un da daha sonra olaya dahil olduğu maçta New Jersey gülen taraf oluyordu. Batı turunun ilk galibiyeti böylelikle ikinci maçta gelmişti. Sonraki iki maç Clippers ve Kings’e karşıydı. Jason her iki maçta da triple-double istatistikleri elde ederek yeni takımına ne kadar alıştığını bir kez daha gözler önüne serdi. Eve döndüklerinde Nets hala Atlantic Dvision’da liderdi.
KİDD, PHOENIX’E KARŞI
Bir sonraki maç diğerlerine göre çok daha kişisel bir karşılaşmaydı. Nets evinde Suns’ı ağırlıyordu. Kidd, Phoenix’in kendisine attığı kazığa sahada cevap vermek istiyordu. Kafasında maçı sıfır sayıyla tamamlayarak Nets’in yenmesini sağlamak vardı. Bunun Suns’a en iyi gönderme olacağını düşünüyordu. Fakat bu olanaksızdı. Ama gene de Jason ilk şutunu attığında asist hanesinde görülen 11 rakamı her şeyi açıklıyordu. Tribünde onu izleyen 3 yaşındaki oğlu T.J. ve karısı Joumana’nın da desteğiyle Kidd oyunun kontrolünü tamamen eline almış ve Nets maçı 106-87 kazanmıştı. Maç sonunda Kidd’in rakamları 6 sayı, 13 asist, 9 ribaund ve 4 top çalmaydı.
Nets, Atlantic Division zirvesinde yerini sağlamlaştırdıkça taraftarlar Continental Airlines’ın yerini hatırlamaya başladılar. İlk maçtaki bir avuç taraftarın yerini şimdi binlercesi almıştı. Nets şovu kapalı gişe oynuyordu adeta. Tribünlerin doluluğu ile Nets’in fast break sayıları orantılıydı. Ne kadar çok seyirci o kadar güzel paslar, smaçlar, alley ooplar... Scott takımın bataklıktan çıkıp zirveye yükselmesini sakince izliyordu. Van Horn’un boşa çıkıp ceza üçlüklerini kesmesini, Kittles’ın güveninin yerine gelmesini tepki vermeden takip ediyordu. Fakat kimsenin tepkisiz kalamayacağı birisi daha vardı takımda: Kenyon Martin. Belki de Kidd’in gelişi en çok K-Mart’a yaramıştı. Orta mesafe şutu o kadar iyi olmayan Martin bu açığını Kidd’den aldığı pasları smaçlayarak kapıyordu. Savunmada ise, biliyorsunuz işte, sert çocuk rolü üstleniyordu. İtişmelerde, bloklarda, ribaundlarda boy ve fizik açığını mücadele hırsıyla kapıyordu.
O sıralarda Kidd artık kendini iyice kabullendirmiş olmanın da verdiği rahatlıkla medyaya yeni kulübünden övgüyle söz ediyordu: “Bu kulüpte çok yürekli insanlar var. Oyunu seven insanlar. Geçmişte alınan kötü sonuçlara rağmen soyunma odasında h***esin umutla maçı beklemesi çok güzel bir şey. Daha da iyisi, kimse geçmişten söz etmiyor. H***es geleceğe umutla bakıyor.” Mesaj yerine gitmişti. Bir sonraki maç Minnesota Timberwolves ileydi. İki kulüp de yetenekli oyunculara sahipti ve kazanmaya odaklanmışlardı. Nets maça çok hızlı başlamıştı. Kidd de öyle. ***en gelen 19 sayılık bir üstünlük T’wolves’un bütün planlarını bozdu. Fakat daha sonra Kevin Garnett’ın çabalarıyla fark kapandı ve maç uzatmaya gitti. İşte geçmişte olsa NJ’nin kaybedeceğine kesin gözüyle bakılan bir maç daha. Ama Jason’ın kulakları bu tip söylemlere tıkalıydı ve Martin ile beraber 64 sayı atıp maçı 117-112 Nets’e getirmeyi bildiler. Kidd bu maçta 33 sayı üretirken, 8 asist, 6 ribaund ve 4 top çalma ile sahanın en iyisiydi. Maçtan sonra medya karşısında Koç Byron Scott “Eğer o, şu an ligdeki en iyi point guard değilse, hepiniz çıldırmış olmalısız” diyordu. “Maç istim üstündeyken topu istiyor çemberden geçiriyor ve maçı getiriyor.”
Nets’in transition oyun sistemi rakiplerini korkutmaya başlıyordu. Eğer onlara karşı bir şut kaçırmışsanız ve hücum ribaunduna girmek gibi bir hata yapmışsanız Nets ribaundu aldığı takdirde 2 saniye sonra kendi potanızda bir smaç yemeniz kaçınılmazdı. Bunda Kidd’in paslarının ve tabi aldığı savunma ribaundlarının önemi inkar edilemezdi. Kerry Kittles’a göre Kidd seken topu tuttuğunda kafasında sahanın bir resmini çekiyor öyle yere iniyordu. Paslarının yerini bulacağından kimsenin şüphesi yoktu. Çünkü Jason takım arkadaşının nereye gideceğini önceden sezebiliyordu.
Kerry Kittles’a göre Kidd seken topu tuttuğunda kafasında sahanın bir resmini çekiyor öyle yere iniyordu. Paslarının yerini bulacağından kimsenin şüphesi yoktu. Çünkü Jason Kidd takım arkadaşının nereye gideceğini önceden sezebiliyordu
All-Star arası yaklaşırken East Rutherford bölgesinde inanılmaz bir trafik yaşanıyordu. Continental Airlines Arena o sezonki en kalabalık gününü yaşıyordu. Majesteleri şehre gelmişti. Ve onu selamlamak üzere 20.049 izleyici tribünde yerini almıştı. Bundan bir kaç sene önce Jordan, Kidd’i golf oynamaya davet etmiş ve golfte bile ne kadar iyi olduğunu kanıtlamıştı. Ama Jason’ı daha çok etkileyen MJ’nin her alandaki kazanma arzusu idi. Kidd o gün golf sahasında da yeni bir ders almıştı. Şimdi çimdeki kapışma parkeye taşınmıştı fakat tabi ki Jordan eski Jordan değildi. Ama onu küçümsemek ondan 40 yemeniz için geçerli bir sebepti. Fakat Kidd ve Nets buna izin vermedi ve Wizards’ı eve eli boş gönderdiler. Hem de “sadece” 44 sayılık bir farkla!.
KIDD ROCKS
14.3 sayı, 10.0 asist, 7.1 ribaund ve 2.15 top çalma ortalamalarına rağmen Jason Kidd All-Star maçında Doğu Karması ilk beşine aday gösterilmemişti. Fakat Carter sakatlanınca onun yerine başlayacağı duyuruldu. Bu sırada h***esin Kidd’e yönelttiği soru: “Nets’in böyle daha ne kadar devam edeceğini düşünüyorsunuz?” idi. Kidd’in cevabı ise gene takım arkadaşlarına duyduğu güveni gösterecek cinstendi: “Biz sadece sahaya çıkıp eğlenmeye çalışıyoruz ve tabi elimizden gelen en iyi şekilde oynamaya”. Bir zamanların popüler ABA takımı Nets NBA ye katılalı 25 yıldan fazla olmuştu ama en iyi galibiyet sayıları 49’dan (1982-83) öteye geçememişti. 2002 yılında h***es anlamıştı ki o sezon her şey farklıydı ve Nets emin adımlarla hedefe ilerliyordu. Belki de takımın All-Star arasından sonra yaşadığı düşüşün sebebi buydu -Nets’i küçümseyen takımlar artık akıllanmışlardı- evet artık Nets’i küçümseyen takımlar maç sonunda yedikleri farkla kendilerine geliyordu. İşi sıkı tutmayan bir savunma ise Jefferson ya da Martin tarafından cezalandırılıyordu. Hal böyleyken rakipler ekstra konsantre olarak NJ’ye hazırlanmaya başladılar. Takım art arda yenilgiler almaya başladı. Kidd’de h***es kadar suçluydu tabi. Özellikle istikrarsız şutu hiç olmadığı kadar çok eleştiriliyordu. Hawks ve Pistons maçlarında toplam 7-34 saha içi isabetiyle oynamıştı. Fakat evlerinde aldıkları arka arkaya 6 galibiyet takımı kendine getirdi. Sonuncusu Miami Heat karşısındaydı ve 97-78 Nets lehine biten bu karşılaşmada Jason Kidd o sezonki 7.triple-double’ının altına imzasını atmıştı. Ayrıca bu, takımın 41. galibiyetiydi dolayısıyla %50’lik sezon içi galibiyet yüzdesini garantilemişlerdi. Geriye kalan 17 maç içinde hala 50 galibiyete ulaşma şansları vardı. Nets ve Kidd vites arttırdı. Sonraki 11 maçın 8 inden galip ayrılıyordu. Wizards karşısında alınacak bir galibiyet “yarım dalya” demekti. Nets, Wizards’ı 13 sayıyla geçti, Kidd 21 sayı, 12 asist ile yıldızlaşmış seyircilerin “MVP” bağırışları arasında soyunma odasının yolunu tutmuştu. Başkan Rod Thorn “O ekstra bir şey yapmıyor. Normal hali bu.. zaten O’nu bu kadar inanılmaz kılan bu detay” diyordu. NBA Jason ilk senesinde takımına bir önceki sezona göre 23 galibiyetlik fazladan bir katkı yaparken izlemişti. Ama şimdi dipteki bir takımı zirveye taşımasını izlemek de biraz fazlaydı.
“O ekstra bir şey yapmıyor. Normal hali bu. Zaten O’nu bu kadar inanılmaz kılan bu detay”
Nets Başkanı Rod Thorn
2002 NBA PLAYOFFLARI
Sezon bitip de playofflar başladığında Nets taraftarları normal sezon MVP’sinin açıklanmasını dört gözle bekliyorlardı. Lakers’ın küçük çocuğu Sh** sezon başı favoriydi ama Duncan ve Kidd sezon içi performanslarıyla onu gölgede bırakmışlardı. Yarışmanın ikisi arasında geçeceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Fakat her ne kadar kabullenmek istemese de Jason’ın kafasında MVP den daha başka sorunlar vardı: Playoff ilk turu.. Suns’taki başarısızlıkların tekrarı olmamalıydı fakat rakip de genç ve dinamik adeta patlamaya hazır bomba Pacers’tı. X faktör Reggie’yi de unutmamak lazımdı tabii..
Bir çok otoriteye göre Playofflar Nets için kabus gibi geçecekti çünkü oyun felsefesi devamlı koşmak olan bir takımın playofflarda başarıyı yakalaması için ya bir mucize ya da çok kolay bir rakip gerekliydi. İlk maç Pacers’ın üstünlüğüyle sonuçlandı: 89-83. Saha avantajı kaybedilmişti. H***es Jason’ı suçluyordu. Sebep, son dakikalarda pas vermeyi düşünmek yerine çok şut kullanmasıydı. Aslında Kidd’in yaptığı akıllıcaydı. El yakan topları o kullanıyordu, takım arkadaşları daha basit konulara odaklanabiliyorlardı. Sonuçta ikinci maç 16 sayılık bir Nets üstünlüğüyle sona eriyordu. Pacers koçu Isiah Thomas, eski bir guarddı ve oyunun kimyasını kavrayabiliyordu. Taktik olarak Jason’ın şut atmasını pas vermesine yeğliyordu. Ama Kidd 85-84 Nets lehine biten maçta ürettiği 25 sayıyla onları bir kez daha düşünmeye davet ediyordu. 4. maç ise Reggie Miller’ın kaybetmeyi kabullenmiyorum şovu şeklindeydi. Nets maçın henüz başında öne geçmiş, devre arasına doğru Pacers farkı kapamıştı. İkinci yarıda aynı senaryo: Nets açtıkça Pacers geri gelmeyi başarıyordu ve son sözü Miller söyleyecekti. 9 metreden attığı üçlükle maçı uzatmaya götürmeyi başardı. Fakat uzatmalarda her Pacers basketine Kidd verecek bir cevap buldu. Maç ikinci uzatmaya gitti. Ama Nets maçı 120-109 koparmasını bildi.
Sonra rakip Charlotte idi. Güçlü pota altıyla New Jersey’e sorun çıkarabilecek takımların başında geliyorlardı. Fakat Jamal Mashburn’un rahatsızlanması sonucu üstüne fazladan yük binen Baron Davis’in oyuna yeterli katkıyı yapmaması sonucu Nets seriden galip ayrılmayı bildi. Continental Airrlines Arena’daki ilk iki maçta farklı isimler ön plana çıktı. Kidd bu seride durgundu fakat ilk maçta Haris, benchten gelerek çok iyi katkı yaptı ve onun açığını kapadı. İkinci maçta ise adeta Van Horn şov vardı. Nets’te keyifleri bozan tek haber Tim Duncan’ın MVP seçilmiş olmasıydı. Koç Scott bu karara sitem ediyor “Bence çok saçma. Jason’ın takıma katkısı, geldiğimiz nokta... Anlayamıyorum” diyordu. 3. maçta Kidd, David Wesley ile çarpışıyor ve oyunu ilk devre t*** etmek zorunda kalıyordu. Kidd’in kaşına 15 dikiş atılıyordu. Nets maçı 115-97 vermişti. 4 maçın önemi iyice artmıştı. Bu maçta Kidd sadece sahaya geri dönmekle kalmıyor ayrıca son periyotta attığı 13 sayıyla Nets’i de 89-79’luk galibiyete taşıyordu.
Konferans finallerinde rakip Boston Celtics’di. Otoritelere göre New Jersey derin kadrosuyla bu seriden galibiyetle ayrılacaktı fakat Pierce&Walker Co.’yu durdurmaları şarttı. Scott oyuncularına insanların Nets hakkında görüşlerini değiştirmenin tek yolunu kazanmaya devam etmek olduğunu ve bu seride kazanmak için K-Mart’in ribaundlarda daha etkili olması gerektiğini anlatıyordu. Nets evindeki ilk maçı 104-97 alırken Kidd kariyerinin ikinci playoff triple-double’ını 18 sayı, 13 ribaund, 11 asist ile yapıyordu. Fakat ikinci maç Martin’in Pierce durdurmaktaki insan üstü çabası ve Kidd’in bir başka triple’double’ına karşılık 93-86 Celtics üstünlüğüyle bitiyordu. 3. maçta Nets, Boston’a saha avantajını tekrar kazanmak için gidiyordu. Maça fırtına gibi girdiler ve playoff tarihinde yakalanmış en büyük farkı yakaladılar: 26 sayı. Ama sonra ne olduysa Nets durdu Pierce coştu ve Celtics geriden gelip 94-90 kazandı. Son periyot sayı bulamayan Kidd arkadaşlarını yarı yolda bırakmıştı ve eleştirileri üstüne almaktan çekinmiyordu. Ama aslında Celtics taraftarının Kidd’in karısı Joumana ve oğlu TJ lafla sataşmaları Kidd’in kafasındaki en büyük sorundu. Kendisine yapılan tezahüratlara kulakları tıkalıydı ama ailesi için endişe ediyordu. 4.maç adeta 3.maçın bir kopyası gibi başladı. Nets ***enden öne geçti. Celtics devre arasına doğru farkı 6’ya indirdi. 3.periyot Kidd ve arkadaşları biraz duruldu. Ama 4.periyodun geçen maça benzememesi için Jason dizginleri eline aldı. Takım arkadaşları da savunmadaki gayretleri ile ona destek oldu ve son düdük çaldığında skorbord 94-92 Nets üstünlüğünü gösteriyordu. Celtics beşinci maçta da ancak son çeyreğe kadar dayandı fakat son çeyrekte gardları düştü ve 96-88’lik skorla yaz tatili hazırlıklarına başladılar. Nets tarihinde ilk kez NBA finallerine çıkıyordu ve Kidd son maçtaki 15 sayı, 13 ribaund, 13 asistiyle 35 yıldan beri bir playoff serisinde 3 triple-double yapan ilk oyuncu ünvanıyla NBA tarihine geçiyordu. Ayrıca bütün seri boyunca asist, ribaund ve sayı ortalamalarının da çift haneli sayılara ulaştığını hatırlatalım (17.5 sayı, 11.2 ribaund, 10.2 asist).
2002 NBA FİNALİ
Ve finaller... Nets doğuda şampiyonluğunu ilan ettiğinde Kings-Lakers serisi oynanmaktaydı. Taraftarlar hangisini istedikleri konusunda kararsızdı. Jason ise Lakers’ın gelmesini yeğlemekteydi. Çünkü geçen senenin şampiyonunu tahttan indirerek hanedanlığı sonlandırmak gibi bir isteği vardı. Ama Lakers kadro olarak Nets’ten bir kaç gömlek üstündü. Sh**, bilmiyorum anlatmaya gerek var mı? Yanında da her geçen gün “Jordan seviyesine” yaklaşan Kobe Bryant. Sahada bu ikisini durdurduğunuzda ise kenarda Phil Jackson’ı alt etmeniz gerekmeydi. Byron Scott’ın kafasındaki plan Kobe ve Sh**‘i kitlemek değildi. Onun tek istediği Fisher, Fox ve Horry gibi adamların daha çok insiyatif almalarıydı. Ama bunun için Kobe ve Sh**’in kaçırması gerekliydi! Bir başka yolda Nets’e göre nispeten daha ağır oyunculardan kurulu Lakers’ı sezon içindeki taktikle; koşarak yenmekti. Bunun için gene Kidd’e çok iş düşüyordu. Sonunda seri başladı fakat Nets cephesinde işler istenildiği gibi gitmiyordu. Henüz ilk maçta ***en sayılabilecek bir zamanda fark 23 sayı olmuş ve Nets oyuncuları panik olmuştu bile. Yavaş yavaş fark 12 ye indi fakat Lakers tecrübesiyle maçtan galip ayrılmasını bildi. Aynı senaryo diğer maçlar içinde geçerliydi ve New Jersey finalde Lakers’a 4-0 ile süpürülerek h***esin kafasında yeni soru işaretleri türetti. “Yoksa o kadar iyi değiller miydi?”
NEW JERSEY’NİN BEYNİ
2002-03 sezonuna New Jersey başrollerinde Van Horn-Dikembo Mutombo’nun olduğu bir takas yaparak girdi. Çoğunluğun düşüncesi takastan zararlı çıkanın New Jersey olacağıydı. Zaten 23.maçta Mutombo sakatlandıktan sonra çoğunluğun görüşü h***esin görüşü oldu. İlk beşte pivot mevkiine önceki sene finallerde Sh**’e karşı yaptığı azimli savunmayla adından söz ettiren Jason Collins monte edildi. Hatta ilk başlarda Deke’yi aratmadı. 23 maçta Deke 7.6 sayı 7.1 ribaund istatistikleriyle oynuyordu, Collins ise ilk beş çıktığı ilk beş maçta 8.0 sayı, 7.0 ribaund gibi istatistikler hatta zaman zaman double-double’lar üretiyordu. Giden Van Horn’un yerine beş çıkan Jefferson gerek seyirciyi ateşleyen smaçları gerekse savunmadaki gayretiyle takımın Van Horn’u aramayacağını kanıtlar gibiydi. Martin ise finallerdeki gayretli oyunuyla birlikte adeta bir seviye atlamış süper starlara yakışan bir olgunlukla sadece işine konsantre olmuştu. Kidd’de takımdaki değişimden nasibini almıştı. Eskiden sadece 4. periyotta ihtiyaç duyulan skorer özelliği şimdi maçın gidişatına göre 2.-3. periyotlarda da kendini gösteriyordu. Bu istatistiklerine de yansımıştı. İlk 22 maç sonunda 21.0 sayı 8.6 asist, 6.4 ribaund ortalamaları tutturdu ve 14 maçta takımın en skoreriydi. Evet Van Horn’un gidişi takımdaki iç çekişmeleri ortadan kaldırmış olsa bile (finallerdeki Martin-Van Horn tartışması) hücumda da önemli bir silahı yok etmişti. Bazen kahramanlar olayları yaratır bazen de olaylar kendi kahramanlarını. İşte bu sezon Nets’in daha çok sayı bulması gerekti ve bunu yapacak oyuncu olarak Kidd öne çıktı. İlk başta bocalasalar da daha sonra işler rayına oturdu. Bunu Mutombo sakatken alınan art arda 12 galibiyetten anlayabiliriz. Bu seri esnasında Kittles’ın da sakatlandığını ve Harris’in onun yerine 5 çıktığını da hatırlatalım. Önceki sene benchte oturan RJ, Collins ve Harris bir anda kendilerini ilk beşte bulmalarına rağmen yerlerini yadırgamadılar ve ellerinden gelen en iyi oyunu oynadılar. RJ çocukluk kahramanı MJ’ye karşı kariyerinin en yüksek sayısına ulaştı. Haris, Kittles’ın yokluğunda beş çıktığı 15 maçta 16.5’lik bir ortalama yakaladı. Ve Collins pota altında rakip pivotlara karşı en iyi mücadelesini verdi. NJ All-Star haftasına girilirken Atlantic Division da birinciydi ve en yakın rakibiyle arasında 6 galibiyet fark vardı. Fakat aynı bir önceki sezon olduğu gibi All-Stardan sonra takım duruldu, Kidd’in yüzdesi dibe vurdu ve ardı ardına gelen yenilgilere çare bulunamadı. Yenilgilerin çoğu deplasman maçlarında olduğundan East Rutherford’a dönüldüğünde işlerin yoluna gireceği umuluyordu. Zira öyle de oldu. Evdeki galibiyetle moral bulan takım Atlantic’in zirvesinden ayrılmadı ve playoff ilk turunda Milwakuee Bucks’la eşleşti. Kidd 9 Nisan’daki Atlanta maçında 23 sayı, 11 ribaund ve 12 asist ile bu sezonki 4. kariyerindeki 50.triple-double’ını yaptı (regular sezon).
Bucks All-Star haftasından sonra yaptığı takasla back court’u Cassell-Payton ikilisine teslim etmişti. Bu belki de ligin en güçlü guard duosuydu ve Jason’ın işi gerçekten çok zordu. Bu ikiliye bir de benchten Kukoc ve Redd eklenince işler sarpa sardı fakat bu noktada NJ cephesinde Martin devreye girdi ve Bucks’ın yumuşak karnı olan pota altını cehenneme çevirerek seriyi 4-2 ile NJ’ye getirdi. Kidd bu seride 18.8 sayı, 9.2 asist, 6.8 ribaund ile oynadı.
Sonraki rakip ligin genç ve ateşli takımı Pacers’ı eleyen Paul Pierce’lı Celtics’ti. Geçen sene konferans finallerinde Kidd ve ailesine yönelik sataşmalar devam ediyordu fakat Kidd hiç etkilenmiyor cevabı sahada veriyordu. Celtics 4-0 ile süpürülürken Kidd 19 sayı, 9 asist, 9 ribaund ortalamalarıyla kalitesini bir kez daha kanıtlıyordu. Bu seride son maç koptuktan sonra h***es maçın bitiş düdüğünü bekl***en 2 saniye kala attığı üçlük ise bazı çevreler tarafından eleştirildi.
Konferans finallerinde bu defa rakip savunması ile sonuca giden Pistons’tu. Mehmet Okur’un hediye ilk maçtan sonra diğer maçlarda rakibin olmayan hücum silahlarını iyi kitleyen Nets, Detroit‘in bir türlü çözüm bulamadığı fast break sayılarıyla sonuca gitti. Bu seride de gene bir K-Mart fırtınası esiyordu. Playofflarda 21.0 sayı, 9.8 ribaund ortalamalarıyla oynayan Martin bu serinin de Nets’e gelmesinde yardımcı oldu. Kidd, Boston serisinde yerlerde sürünen şut yüzdesini bu seride %43e çıkarmış ve 23.8 sayı, 10.0 ribaund, 6.3 asist ortalamalarıyla alışıla gelmişin dışında bir guard portresi çizmişti
GENE AYNI KABUS
Böylece finallerde doğu yakasını temsil etmeye hak kazanan New Jersey, batıdan gelecek rakibiyle ilk maçını yapmadan 10 günlük bir dinlenme fırsatı buldu. Detroit maçında Ben Wallace’ın ayağına basıp bileğini inciten Kidd, antrenman sırasında ters bir hareket yapınca sakatlığı tekrar nüksetti. Fakat doktorlar finalin ilk maçına kadar bunu atlatacağını söylüyordu. Ve büyük gün geldi. 4 Haziran günü SBC Center’ı 18.797 kişi doldurmuştu. Bir tarafta sezonun en iyi galibiyet derecesine, en iyi koçuna ve MVP’sine sahip San Antonio Spurs diğer tarafta ise Milwakuee serisinin 3. maçından beri yenilmeyerek 10-0 ile NBA playofflarının en uzun galibiyet serisini yakalamış Nets. Fakat bu maçta Spurs rakibini çok iyi etüd etmiş onların en iyi silahlarını, yani fast breaklerini nasıl durduracağını çözmüştü. Bu sebepten NJ hücumda zorlanıyor oyun sete dönüştüğünde ç****iz kalıyordu. Kidd 10 sayı, 10 asist, 8 ribaundluk bir performans çizse de Bowen ve Parker’ın savunmasında 4/17 gibi bir yüzdeyle oynuyor ve kendi potasını onlara karşı savunamıyordu. Savunulamayan bir başka kişi Duncan idi. MVP, 32 sayı, 20 ribaund, 7 blok ve 6 asist ile adeta NJ’yi tek başına çökertiyordu. Maçtan sonra Byron Scott, Mutombo opsiyonunu kullanmadığı için eleştirilere hedef oluyordu. Çoğu kişi ilk maçtan sonra Spurs’un süpüreceğini, Nets’in gene doğu yakasının güçsüz takımı olarak anılacağını düşünüyordu. Kidd ise yenilginin kendisinin olan sorumluluğunu üstüne alıyor, şutlarının girmediğini ama onu bu ligdeki en iyi guard yapanın şutları olmadığını söylüyordu. Nets bu olumsuz düşünceler ve eleştirilerle ikinci maç için yeniden SBC Center’daydı. İlk maçta %37 ile oynayan Nets bu maçta %42 ile şut atıyordu ve birçok kişiye göre maçın kazanılmasındaki en büyük etken buydu. Fakat gözden kaçan bir rakam vardı. O da Spurs’un maç boyu yaptığı 21 top kaybı. Kidd ve arkadaşları SA’yı kendi evlerinde 21 top kaybına zorlamış bunun getirisi olarak da maç içersinde onlardan 15 fazla top kullanmışlardı. Sonuçta Kidd “beğenilmeyen” şutlarını bu maçta sokarak 30 sayı buluyor bunun yanına 7 ribaund ve 3 asist ekliyordu. Spurs cephesinde ise ilk maçın yıldızı TD 19 sayı 12 ribaund ile oynuyor fakat kaçırdığı 7 faul atışı takımının yenilgisine maloluyordu. Stephen Jackson ise 16 sayıyla oynamasına karşın yaptığı 7 top kaybı ve son saniyede kaçırdığı 3lük ile adeta NJ için çalışıyordu. Maçtan sonra Byron Scott deplasmandaki 2 maçtan birini kazanmanın onların ilk hedefleri olduğunu ve bunu başardıklarını söylüyordu. İlk maçta da aynı şekilde mücadele ettiklerini fakat kolay şutların kaçmasının yenilgi de etkili olduğunu da ekliyordu. 3. maç East Rutherford’da, Continental Airlines Arena’daydı. İkinci maçta skor yönünden etkisiz kalan K-Mart (16 sayı) bu maçta hücumda insiyatif alıyor ve 23 sayısının yanına 11 de ribaund yazdırıyordu. NJ için sevindirici bir gelişme olarak serinin suskun ismi Kittles 21 sayı ile görevini yerine getiriyordu. Kidd gene çok kötü atıyor, 19 şutundan sadece 6’sında isabet buluyordu ama 11 asisti ile arkadaşlarına pozisyonlar yaratıyordu. Spurs cephesinde ise iki basamaklı sayılara sadece Parker ve Duncan ulaşıyordu. Tony 26, Tim 21 sayı, 16 ribaund, 7 asist ve 3 blok ile oynuyordu. Maçta NJ, San Antonio nun %42’lik şut yüzdesine %35 ile karşılık veremeyince yenilgi kaçınılmaz oluyordu. Yapılan 18 top kaybı ve kaçan 51 şut izleyicilere göre mücadelenin bir getirisi değildi. Ve birçok seyirci seriden zevk almadığını, bu kadar kötü şut atan bir takımın finale kadar nasıl geldiğini soruyordu. Sonuçta maç 84-79 Spurs lehine bitiyordu ve seri de 2-1’lik Spurs üstünlüğü oluyordu. 4. maç gene NJ’deydi. Artık Spurs’un bu maça asılıp seriyi diğer maçta bitireceğine kuşkuyla yaklaşan çok az insan vardı. Fakat NJ maçı daha çok istiyordu ve girmeyen şutları için bir çözüm bulmuşlardı: atamıyorsan attırma! Spurs maç boyunca yüzde 29 ile atıyor, Parker 1/12 ile yıldızlaşıyordu(!). NJ’de Martin 20 sayı, 13 ribaund, Kidd 5/18 şut yüzdesine rağmen son saniyelerdeki kritik faulleri sokması ve 8 ribaund, 9 asistlik performansıyla maçı NJ’ye getirenler oluyordu. Ama serinin bir başka vasat ismi Jefferson’ın da 18 sayı, 10 ribaundluk katkısını unutamayız tabii. Spurs da ise direnen gene Duncan‘dı fakat çabaları yetmiyordu: 23 sayı, 17 ribaund, 7 blok ile oynaması maçı 77-76 NJ üstünlüğüyle bitmesini engelleyemiyordu.
5. maç NJ’deki son maçtı. Tutuk başlayan bir ilk periyodun ardından neredeyse bütün maç skor çok açılmadı fakat devamlı bir Spurs üstünlüğü vardı. Ne zaman NJ yaklaşacak olsa Spurs koçu Popovich mola alıyor sonrasında TD ve arkadaşları ard arda sayılar buluyor ve farkı tekrar açıyorlardı. NJ’de 29 sayı ile oynayan Kidd’e, RJ 19 sayıyla eşlik ediyor fakat ilk beşten başka 10+ lık performans gelmeyince iş bench katkısına kalıyordu. Ama gelin görün ki bütün seri aldığı kısa sürede elinden gelenin en iyisin yapan Aaron Williams’ın 10 sayısı dışında bechte de katkı yoktu. Martin’in maçtan önce rahatsızlanması performansını etkiliyordu 4 sayı da kalan Kenyon, yaptığı 8 top kaybıyla adeta takımın içerden çökertiyordu. Ayrıca Duncan’ı yavaşlatamaması da cabasıydı. Tim ise 29 sayı, 17 ribaund ile artık alıştığımız dominant oyunlarına bir yenisini daha ekliyordu. Bir önceki maç 0/9 atarak takımının yenilgisinde önemli pay sahibi olan Malik Rose bu maçta 14 sayı buluyor Manu Ginobili de 12 sayıyla ona eşlik ediyordu. Bench savaşından da 37-16 galip ayrılan Spurs maçı da 93-83 kazanıyordu.
6. maçta seri Teksas’a taşınmıştı. SBC Center tarihi günlerinden birini yaşıyordu. Seyirciler Amiral David Robinson’ın son maçı olacağına inandıkları bu maçı kaçırmamak için yerlerini almışlardı. Fakat maçın başlama düdüğüyle beraber NJ h***esi şaşırttı. Maçın üç periyodunu önde götüren NJ, son periyoda 63-57 önde giriyordu. Fakat 4. periyotta başlayan Spurs fırtınasına engel olamıyorlardı. 19-0’lık bir seri yakalayan Spurs, Kidd ve arkadaşlarını adeta yıkıyordu. 4. periyoda kadar %43 ile oynayan NJ, son periyot sadece 14 sayıda kalıyor ve 31 sayıyı potasında görüyordu. Maç sonunda NJ’nin saha içi isabet oranı % 35 ti. Takımın finale çıkmasında büyük emeği olan Bucks ve Pistons serilerinin kahramanı Kenyon Martin bu maçta 23 şutundan sadece 3 de isabet buluyor ve yenilginin baş sorumlusu oluyordu. Ribaundlarda 55-35 ezilen, bench skorlarında 31-17 geride kalan NJ için yenilgi ne kadar moral bozucuysa son senesini yaşayan Robinson ve 19 senelik kariyeri boyunca tek şampiyonluğunu bu sene gören Kevin Willis için o kadar mutluluk vericiydi. Finalin kahramanı 2 blokla NBA tarihine adını altın harflerle yazdırmayı kaçıran ama gene de 21 sayı, 20 ribaund, 10 asist ve 8 blokluk performansıyla Finallerin MVP’si ödülünü sonunda kadar hak eden Duncan’dı. Nets de ise Kidd gemisini kurtaran kaptan olmayı bu sene de başaramıyor umutlarını gözyaşları içersinde gelecek seneye bırakıyordu.
WHAT THE KIDD DID
Evet, New Jersey gibi diplerde dolaşan ve NBA’de hiçbir başarısı olmayan bir takıma gelip çehresini değiştiren ve şampiyonluk yarışına sokan Jason Kidd, ne yazık ki 2.NBA Finali deneyiminden de boynu bükük ayrıldı. Fakat iki sene evvele göre Nets kadrosuna sadece Kidd ve Jefferson’ın eklendiği düşünülürse şu anda şampiyonluğu kaçıran Nets’in, pota altını domine edecek bir uzun ile çok yakın bir zamanda tekrar NBA Finalinde ve bu sefer ellerinde şampiyonluk kupası ile görebileceğimizi düşünmek çok da hayal değil. Basketbol oyununa hız ve zekası ile renk katan Kidd’i ve takımı Nets’i izlemeye devam edin, göreceksiniz çok çok yakında NBA’deki Batı hegomanyasını kıracak takım onlar olacak. Tabi Jason Kidd’in bu sezon bitecek anlaşmasını yenileyebilirlerse!.
Re: NBA Oyuncuları'nın Hayat Hikayeleri(İlginç)
Full Name: Dirk Werner Nowitzki
Height: 7" 0
Weight: 245 lbs.
Position: Center
Birth Place: Wurzburg, Germany
Birthday: June 19, 1978
College: Played on a team in Bundesliga
NBA Team: Dallas Mavericks
NBA’DEKİ ALMAN PANZERİ
DIRK NOWITZKI # 41
1930’lara doğru zamanda bir yolculuk yapıyoruz; Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi dünya siyaset tarihinin o güne kadar şahit olmadığı propaganda faaliyetleriyle iktidarı ele geçirmiş durumda. Tereyağı fabrikaları silah atölyelerine çevrilmiş; güçlenen III.Reich, Versailles’ı yırtıp atarak Hitler’in meşhur “lebensraum” yani Alman ırkı için Doğu’da hayat sahası yaratma projesiyle II.Dünya Savaşı’nı başlatmış ve Alman orduları yıldırım savaşlarıyla Avrupa’da hızla ilerlemekte. Müttefik ordularını gafil avlayan bu savaş tarzının en önemli parçası ise müttefik kuvvetlerin tanklarına göre çok daha uzun mesafeli atışlar yapabilen, çok daha hızlı, çevik ve üstüne üstlük daha güçlü olan Alman panzerleriydi!! Bugün yine bir “Alman yapımı” ortalığın tozunu atıyor. Tıpkı bir panzer gibi rakiplerini uzaktan yaptığı bombardımanlarla etkisiz hale getiriyor. Kuvvetinin yanında hızlı çevik ve yine bir panzer gibi neredeyse durdurulması imkansız: Onun adı Dirk Nowitzki!!
Beyazlar Beceremez
Basketbol her ne kadar beyazlar tarafından bulunduysa da Afro-Amerikanlar üstün fiziksel yetenekleri sayesinde bir süre sonra -çoğu sporda olduğu gibi- bu oyuna da damgasını vurdu. Öyle ki basketbolun beyazlara göre olmadığı çünkü beyazların sıçrayamadığı şeklinde düşünceler gittikçe yaygınlaşmaya başlamıştı. Aslına bakarsanız; George Mikan, Jerry West, Pete Mavarich, Rick Barry, Bill Walton, Larry Bird, Kevin McHale vb. isimler beyazların basketbolu ne kadar iyi oynayabileceğini gösterdiyse de siyahların hegemonyasını yıkmak kolay değildi. Hele Larry Bird ve Kevin McHale’li Boston, kadrosunda çok sayıda beyaz oyuncu bulundurduğu için şampiyonluğa doğru hakem desteği ile itildiği şeklinde iddialara sıkça maruz kalmaktaydı.
Uluslararası ilişkilere giriş I: Drazen Petrovic
O günlere bir kez daha dönüp baktığımızda bırakın Avrupalı oyuncuları beyaz oyuncular bile NBA’de oynamak için oldukça büyük zorlukları aşmak zorundaydılar. 80’li yılların sonu 90’ların başında NBA takımları NCAA dışında kendilerine yeni bir oyuncu kaynağı arayışına girerek gözlerini Avrupa’ya ve oradaki büyük yıldızlara çevirdi. 1986 draftında Drazan Petrovic, Alexander Volkov, 1987 draftında Sarunas Marculionis, ve 1989’da lige dahil olan Zarko Paspalj gibi Rus ve Yugoslav ekolünün başarılı temsilcileri kendilerine NBA’de yer buldu. Onların açtığı kapıdan, Vlade Divac, Dino Radja, Toni Kukoc, Sergei Bazarevich, Predrag Danilovic, Zan Tabak, Arvydas Sabonis gibi Avrupa’da büyük başarılara ulaşmış oyuncular da daha sonra NBA’e adım attıkları halde yukarıda saydığımız isimlerden sadece Petrovic, Marculionis, Divac, Sabonis ve Kukoc az çok kendilerini kabul ettirebildi. Rahmetli Petrovic belki de kendisini daha da lirik bir efsane haline getiren o acı trafik kazasıyla sadece 29 yaşında hayata gözlerini yummasaydı NBA’deki ilk Avrupalı süper yıldız mertebesine ulaşması işten bile değildi. Tabii bu arada rahmetlinin ilk iki senesi, Kevin Duckworth gibi “kalaslara” maksimum ilgiyi gösterip Petrovic’i kenarda unutan o zaman Portand’ın bugün de Sacramento’nun sevgili coach’u Rick Adelman’ın “garanticiliğine” kurban olmasaydı biz Petrovic’in o enfes basketbolunun keyfini Nets’teki günlerinden çok daha önce çıkartmaya başlayacaktık. Tabii ki Petrovic, Drexler gibi bir süper starı takımdan kesemezdi ama Adelman, Petrovic’in hücumdaki yüksek şut yüzdesi ve mükemmel top hakimiyetini farklı rotasyonlar deneyerek çok daha verimli bir şekilde kullanabilirdi. Böylelikle Drazen Petrovic’i de andıktan sonra dilerseniz konumuza geri dönelim. NBA’e gelen Avrupalıların en çok eleştirildikleri nokta az savunma yapmaları, çok yumuşak olmaları ve her şeyden önce skoru düşünmeleriydi. Örneğin hatırlayacaksınız Chicago-Utah final serilerinde Phil Jackson neredeyse eline geçen her fırsatta Karl Malone karşısında hücumda Toni Kukoc’u sahaya sür***en iş savunmaya geldiğinde Kukoc yerini hemen sevgili “savunma manyağımız” Dennis Rodman’a bırakıyordu. Majesteleri Michael Jordan da Kukoc’u her fırsatta savunma yapmadığı için eleştiriyor, maç içinde onu ateşlemek için kızdırmaya çalışıyordu. Hatta Kukoc’un daha çok et ve acılı yiyecekler yiyerek agresif bir ruh haline bürünebileceğini iddia ederek beslenmesini bile eleştiriyordu!.
Uluslararası ilişkilere Giriş II: Avrupalıların Yükselişi
Avrupalıların ilk NBA çıkartması beklenen başarıyı gösteremezken 90 yılların sonunda 2000’lerin başında ikinci dalga da taarruz’a geçti. Peja Stojakovic, Dirk Nowitzki, Zelijko Rebreca, Zydrunas Ilgauskas, Jiri Welsch, Gordon Giricek, Tony Parker, Nikoloz Tskitisvilli, Bostjan Nachbar, Jake Tsakadilis, Vitally Potapenko, Radoslav Nestorovic, Marko Milic, Frederic Weis, Tarıq-Abdul Wahad, Stanislav Medvedenko,Tony Parker, Mirsad Türkcan, Hido, Memo, Pau Gasol, Marko Jaric, Andrei Kirilenko gibi oyuncular kendilerini kanıtlamak için NBA’deki parkeleri aşındırdı. Peja ve Nowitzki şu anda All-Star seviyesine gelerek süper starlık mertebesine ulaşmış oyuncular. Ilgauskas’ın All-Star deneyimi 5 dakikada Beşiktaş olarak özetlenebilirse de Ilgauskas da giderek kendini geliştirmekte. Tony Parker, Pau Gasol, Andrei Kirilenko ve Gordon Giricek ise çok büyük bir ihtimalle yakında Peja ve Dirk’ün yanında kendilerine yer bulacak. Bunlar sadece NBA’deki Avrupalı oyuncuların bir kısmı. Eğer tüm uluslararası oyuncuları göz önüne alırsak bu hızla NBA, oyuncuların milletleri itibari ile BM’lerdeki ülke sayısını yakın bir zamanda yakalayacak. Eskiden özellikle oyun tarzı ve fiziksel güç açısından Avrupa ile NBA arasında büyük bir uçurumun varolduğu bir gerçekti. Ama Indianapolis’teki son dünya şampiyonası gösterdi ki Avrupa ve NBA arasındaki fark gittikçe azalmakta. Hele Dirk Nowitzki MVP ödülünü kucakladığı zaman Larry Bird’ün emekli olurken yaptığı konuşmayı hatırladım: “Bir gün mutlaka yeni bir Larry Bird, NBA’e gelecektir!!..”
Pippen aşkı
Dirk Werner Nowitzki, 19 Haziran 1978 Wurzburg-Almanya’da dünyaya geldi. Dirk’ün annesi Helen Alman milli takımına kadar yükselmiş bir basketbolcu, babası Joerg ise profesyonel bir hentbol oyuncusuydu. Herhalde Nowitzki’nin spora olan yatkınlığını biraz da genlere bağlarsak çok da yanılmış olmayız. Dirk’ün ailesiyle yaptığı küçük basketbol maçları zamanla bir tutkuya dönüştü. Nowitzki neredeyse kendisine işkence edercesine durmadan basketbol çalışıyordu. Ama limitlerini ne kadar zorlarsa zorlasın kendisine ilham veren bir isim vardı. Her akşam başarabileceğini düşünerek, bir gün onun gibi olabileceğini hayal ederek uykuya dalıyordu. Kim olduğunu merak ettiğiniz bu oyuncu çoğunuzun tahminlerimizin aksine ne Magic Johnson ne Larry Bird ne de Michael Jordan’dı. Dirk gençliğinde tam anlamıyla bir Pippen hayranına dönüşmüştü: “Almanya’da neredeyse haftada iki kez Bulls maçlarını gösterirlerdi. Ben de bu maçları sürekli izlerdim. İşte o zamanlarda Scottie’nin oyununa aşık oldum. Basketbolu o kadar zarif oynuyordu ki. Hareketleri, post’ta yaptıkları, mükemmel savunması ve ne zaman isterse dilediği yerden şut atabilmesi büyüleyiciydi.
Geschwinder’den işkenceyi aratmayan antrenmanlar
Eski Alman milli takımı oyuncusu ve manevi babası Holger Geschwinder’in koruyucu kanatlarının altında olgunlaşan Nowitzki, kendisini günden güne geliştirdi. Geschwinder, 15 yaşından beri Dirk’ün hem kişisel antrenörlüğünü hem de akıl hocalığını yapmakta: “O olmasaydı bugün bulunduğum yerde olamazdım. Bana nasıl şut atmam, nasıl hareket etmem, nasıl oynamam gerektiğini öğretti. Her şeyimi ona borçluyum. O adeta benim ikinci babam gibi”. Geschwinder Nowiztki’yi eğitirken gerçekten çok farklı metotlar kullandı. Mesela geçen sezon playoff’ta Nowitzki’nin savunmasını beğenmeyince hemen ona özel bir eskrim kıyafeti diktirip bir Alman eskrimciden dersler aldırdı. Zavallı Nowitzki’nin yaşadıkları bu kadarla kalsa yine iyi. Geschwinder onu amuda kaldırıp tüm sahada yürütmekten tutun da tek ayağı üzerinde dakikalarca sıçratmaya kadar bir çok değişik antrenman metodu uygulamakta. Her ne kadar Geschwinder’in metotları ilk başta tuhaf gözükse de yaptığı her şeyin bir nedeni var. Eskirim çalışmasının nedeni Nowitzki’nin ayak hareketlerini çabuklaştırarak savunmada çabuk yer almasını sağlamaktı. Tek ayak üzerinde sıçrama ve amuda kalkma hareketlerinin nedeni ise Dirk'ün eklemlerini daha sonra ağırlık çalışırken alacağı kilo için hazırlamaktı. Holger Geschwinder’e göre önce oyuncu çeşitli tekniklerle güçlenmek zorunda ancak bundan sonra kaslar geliştirilebilir. Ve NBA’de çoğu coach bunun tersini uyguluyor. Bu yüzden de oyuncular dengesiz gelişimleri nedeniyle sakatlanmakta. Geschwinder çoğu kez Dirk’e ağırlık çalıştırmak isteyen coachlarla kapışarak onun fiziksel gelişiminin baltalanmasını engelledi. Belki de Dirk, bugün hantal bir pivot değil de adeta Bird’ün “millenyum versiyonu” olmasını buna borçlu. Geschwinder’in bir diğer amacı da Nowitzki’nin sadece fiziksel olarak değil aynı zamanda da zihinsel olarak gelişmesiydi. Bunun için Dirk’e lisedeyken önce özel matematik öğretmenleri ayarladı. Nowitzki fiziksel olarak yorulup antrenman yapmak istemediği zaman da Geschwinder hemen satranç tahtasını kaparak küçük “çekirgesine” rakiplerinin hamleleri karşısında nasıl düşünmesi gerektiğini felsefi yaklaşımlarla öğretti. Nowitzki’nin yükselişi ise 1958’den beri dünyanın en yetenekli genç oyuncularını karşı karşıya getiren uluslararası Albert Schweitzer Turnuvası’nda (1996) oldu. Jermaine O’Neal ve Baron Davis’in şov yaptığı, Kevin Freeman’ın ise skorer oyunu ile MVP seçildiği bu turnuvada sıska, uzun boylu bu Alman da dikkatli gözler tarafından yakın takibe alınmaya başladı.
Dirk, just do it!
Kendi şehrinin takımı DJK Wurzburg’da kariyerini başlatıp geliştiren Dirk, 1997-98 sezonunda takımını Alman 2.liginde şampiyon yaparak 1.lige çıkarttı. Aynı yılın yaz aylarında ise Nike Summit-Hoop turnuvasında genç uluslararası yıldızların oluşturduğu karma takıma davet edilerek Amerikan karmasına karşı mücadele etti. Eminem üstadımızın da dediği gibi “Şans insanın karşısına belki hayatı boyunca bir kez çıkar”. Nowitzki işte karşısına çıkan bu şansı en iyi şekilde kullanarak San Antonio’da oynanan maçı 33 sayı, 14 ribaund ve 3 top çalma ile tamamlarken karşılaşmayı izleyen tüm scoutları kendisine hayran bırakıyordu.
Vahşi Batının Koyboyları: Dallas Mavericks
Nedendir bilmem aklıma çocukluğumdan beri Dallas dendiğinde hep bir zamanların meşhur Dallas dizisi, en masum hareketlerinin altında bile kesinlikle bir dolap döndüren, ekranların en kötü şahsiyeti olan JR, Redneck’ler ve Cumhuriyetçiler gelir. Dallas 1980-81 sezonunda expansion Drafta katılarak NBA’e dahil olunca genelde NBA’e sonradan ilave olan takımların tersine hızlı bir gelişim gösterdi ve Mavericks ilk 10 sezonunda tam 6 kez .500 galibiyet barajını geçti. Sonraki 9 sezon ise tam anlamıyla bir faciaydı. Mavs bu sezonların hiçbirinde .488’i geçemeyerek toplamda 11 sezon playoff’a kalamama “becerisini” gösterip adını 1990’ların en kötü profesyonel spor takımları arasına yazdırıyordu. Aslında günümüze dönersek Dallas coach’u Don Nelson, hayatının belki de en büyük sürprizi ile karşı karşıya. Çünkü çok değil daha üç yıl önce Nelson, sonu gelmeyen mağlubiyetlerden bıktığı için “yaş kemale erdi” diyerek kariyerini bitirme planları yapmaktaydı. Mavericks’e bu dönemde bir çok yetenekli ama sorunlu oyuncu gelip geçmişti. Don Nelson ise tüm bu yıkıntının içinde takımını kurtarmakla uğraşırken oldukça yıprandı. Oluşan bu kaos ortamı, büyük ümitler ve hayallerle takıma katılan Jason Kidd, Jamal Masburn, Jim Jackson gibi yetenekli gençlerin Dallas’tan şutlanmasına neden olmuştu. Bir çok oyuncu ise topun ağzındaydı ki iki olay Dallas’ın kaderini baştan aşağıya değiştiriyordu. Önce 1998’de Milwaukee Bucks’ın büyük gafletiyle yapılan bir trade’de takıma Robert Traylor karşılığında draftta 9.sırada seçilmiş Dirk Nowitzki kazandırıldı. Sonra Mavs, 2000 yılının Ocak ayında Marc Cuban tarafından satın alındı.
“O benim bugüne kadar 19 yaşında gördüğüm en iyi oyuncu. Eğer seçimi ben yapsaydım kesinlikle onu birinci sırada seçerdim!” Don Nelson
Nowitzki kumarı
Dirk Nowitzki 98 draftında 9.sıradan seçilip Dallas’a takas olduğunda yazarların kafası karışmıştı. Nowitzki onlara göre alt tarafı Alman İkinci Ligi’nde oynayan bir veletti. Belki yetenekli olabilirdi ama Nike Hoop-Summit Turnuvasında ve Avrupa’nın basketbolda pek de umursanmayan bir ülkesinin ikinci liginde biraz iyi oynadı diye bir oyuncunun NBA’de yıldız olabileceği ihtimali kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Traylor-Nowitzki takası sonrası kimi çok bilmiş basketbol yazarları Don Nelson’la dalga bile geçmişti. Herhalde bugün coach Nelson o yazıları eline alıp okuyunca katıla katıla gülüyordur! Zaten Nelson, Nowitzki’yi en başından itibaren ne kadar beğendiğini şu sözleriyle kanıtlamakta: “O benim bugüne kadar 19 yaşında gördüğüm en iyi oyuncu. Eğer seçimi ben yapsaydım kesinlikle onu birinci sırada seçerdim!”. Dilerseniz o yılki draftın ilk üç sırasında seçilen isimleri yorum yapmadan bir hatırlayalım. 1.sırada L.A Clippers Michael Olowokandi’yi, 2.sırada Vancouver Mike Bibby’i, 3.sıradaki Denver ise Raef LaFrentz’i seçmişti. Artık Don Nelson’ın haklı olup olmadığını sizlere bırakıyorum.
Cuban’lı Dönem
Nowitzki NBA’deki kariyerine biran önce başlamak için sabırsızlanıyor olsa da NBA’de devam eden lock-out nedeniyle sezonun başlangıç tarihi bir türlü belirlenemiyordu. Bu koşullar altında Nowitzki lig başlayana kadar Almanya’ya geri dönerek DJK Wurburg’da maçlara çıkmaya karar verdi. Stern ve Ewing anlaştığında ise Nowitzki, Almanya’da 22.9 sayı ve 8.4 ribaund ortalamalarıyla oynamaktaydı. Nowitzki, -Nelson’ı eleştiren gazetecileri sevindiren bir şekilde- aslında çaylak sezonuna çok da parlak istatistiklerle başlamadı. En azından bugün olduğu gibi büyük bir oyuncuya dönüşebileceği tahmin edilemiyordu. Dirk, o sezon 47 maçta görev alırken yaklaşık olarak maç başına sahada kaldığı 20.2 dakikada 8.2 sayı ve 3.4 ribaund ile oynamıştı. Bu arada Michael Finley’nin çabalarına rağmen kötü gidiş devam ediyor ve Mavs oynadığı 50 karşılaşmanın 36’sından mağlup olarak ayrılıyordu. Dallas Mavericks’in 1999-00 sezonuna da 9 galibiyet ve 23 mağlubiyetle çok iyi bir başlangıç yaptığını söyleyemeyiz. Ama 14 Ocak 2000’de Marc Cuban’ın takımı satın almasıyla beraber Dallas tarihinde de yeni bir sayfa açılacaktı.
“Cuban gelince her şeyi baştan aşağı yeniledi. Bizim her şeyimizle tam olarak ilgileniyordu ki yenilgi için hiçbir bahanemiz kalmasın. Bize kalan tek şey sahaya çıkıp rakiplerimizi yenmek. Yeni bir uçağımız ve muhteşem bir salonumuz var. Ve Dallas adeta bizim için değişerek bir cennet haline geldi. Hayatımın en iyi günlerini yaşıyorum ve her dakikasından keyif almak istiyorum.” Dirk Nowitzki
Cuban başkan Dallas Şampiyon!!
Aslına bakarsanız Dallas tarihini BC (Before Cuban- Cuban’dan önce) ve AC (After Cuban-Cuban’dan sonra) olarak kategorize edebiliriz. Eğer Marc Cuban’ı tek bir kelimeyle tanımlamamız gerekirse “manyak”, “kaçık”, ”çılgın”, “uçuk” gibi sıfatlardan önce kullanmamız gereken ilk söz “dahi” olurdu. Zaten ne derler bilirsiniz: “Delilik ile deha arasında ince bir çizgi vardır”. Cuban da son yılların en büyük bilgisayar dahilerinden birisi. 1983’te kurucusu olduğu Micro Solutions şirketini Compu Serve‘e yaptığı büyük satışla ünlendi. Sonraki yıllarda Broadcast.com’da internet’in bir numaralı multimedya araçlarını üretirken bu şirketini de dev bir anlaşmayla 1995’te Yahoo’ya satarak milyonlarına milyon dolarlar kattı ve Amerikanın en genç milyarderleri arasında kendisine yer buldu. Cuban günümüzde büyük bir multimedya-network holdinginin patronu. Sahip olduğu şirketlerde bilgisayar teknolojisinden kablolu TV yayınına kadar bir çok alanda teknoloji üretilmekte. Tabii para basan bu şirketlerin başındaki Cuban da genç yaşta gelen zenginliğin keyfini sürmekte. Düşünsenize dünya üzerinde kaç insan nette dolaşırken hoşuna giden bir jeti 40 milyon$ ödeyerek internet üzerinden satın alır!! Cuban kablolu televizyonda kendisine ait gayet matrak bir televizyon şovuna da sahip bulunmakta. Bu arada geçtiğimiz aylarda bir başka ilki gerçekleştirerek Full Throttle” -yani Türkçe meali ile “tam gaz” anlamına gelen- bir çizgi roman dizisinde Dallas’lı oyuncularla birlikte dünyayı kötü güçlerden kurtarmakta. Tabii adamcağızda para bol saç saç bitmiyor. İşin daha da komik yanı Cuban işi azıtarak derginin çizerleriyle beraber kitapçı kitapçı dolaşarak baş rolde olduğu bu çizgi romanı imzalıyor. Kim ne derse desin Cuban, bence NBA’in en eğlenceli başkanı ve en iyi başkanlarından da birisi. Karizmasıyla kimi zaman takımı bile gölgelemekte. Hele David Stern’le giriştiği laf dalaşları ve sonrasında aldığı cezalar başlı başına bir yazının konusunu oluşturmakta. Lüks vergisi karşısındaki umursamaz tavrından ise burada bahsetmiyorum bile. Yalnız Cuban’ın bir diğer yönü daha var ki tüm kulüp yöneticilerimizin dikkatle okumasını rica ederim. Marc Cuban yılda bir kaç yüz milyon dolar vergi vermekte. Ama Espn’deki bir röportajında “verdiği verginin 1 dolarıyla bile toplum için bir kamu hizmeti sağlandığını düşündükçe mutlu olduğunu.” söyleyecek kadar da sorumlu bir vatandaş!!
DİRİLİŞ
Cuban takımın sahipliğini devraldıktan sonra Mavs bir anda dirildi ve kalan 50 maçın 31’inden galip ayrıldı. Dirilen tek şey takım olmamıştı. Nowitzki’nin istatistikleri ise 17.5 sayı ve 6.5 ribaund’a yükselmişti. Bu arada kaydettiği 116, 3 sayılık şut isabetiyle de Dallas tarihinde bu kategorinin 4. sırasında kendisine yer bulmasının yanı sıra All-Star Haftasonunda da takımını temsil ediyordu. Nowitzki, Cuban’la gelen değişimi şu kelimelerle anlatıyor: “Cuban gelince her şeyi baştan aşağıya yeniledi. Bizim her şeyimizle tam olarak ilgileniyordu ki yenilgi için hiçbir bahanemiz kalmasın. Bize kalan tek şey ise sahaya çıkıp rakiplerimizi yenmek. Yeni bir uçağımız ve muhteşem bir salonumuz var. Ve Dallas adeta bizim için değişerek bir cennet haline geldi. Hayatımın en iyi günlerini yaşıyorum ve her dakikasından keyif almak istiyorum.” Kanadalı Steve Nash de Cuban’ın takımı satın aldığı günden sonra meydana gelen gelişmeleri vurgulayan bir başka oyuncu: “Cuban takımı almadan önce neredeyse dibe vurmuştuk sanırım o günleri yaşamak bizim birbirimize kenetlenmemizi, arkadaşlık ilişkilerimizin gelişmesini sağladı.”
13 yıl sonra gelen ilk playoff
Takım halinde morali düzelen ve takaslarla kadrosunu güçlendiren Dallas; Nash, Nowitzki ve Finley üçlüsünün etkili oyunlarıyla 2000-01 sezonunda büyük bir çıkış yakalayarak Dallas’ı 13 yıl sonra tekrar playoff’lara sokmayı başardı. Nowitzki ise tam anlamıyla bir süperstar gibi oynamaya başlamıştı. Maç başına 21.8 sayı, 9.2 ribaund ve 2.1 asist ortalaması, sezon sonunda Dirk’ü All-NBA third team’e kadar taşımış böylelikle de Dallas, tarihinde ilk kez bir All-NBA oyuncuya kavuşmuş oluyordu. Ayrıca Nowitzki, NBA tarihinde Robert Horry’den sonra bir sezonda 100 üç sayılık atış ve 100 blok barajını geçen ikinci oyuncuydu. Normal sezonu 53 galibiyet ile tamamlayan Mavs, Batı’da 5.sıradan playoff biletini kaparak 4.sıradaki Utah Jazz ile eşleşmişti. Tecrübesiz Dallas, deplasmanda oynanan maçlarla bir anda kendisini 2-0 geride buldu. Ama kendi sahasında oynadığı iki maçı Finley ve Nowiztki’nin üstün oyunları ile kazanınca iş Utah’ta oynanacak kader maçına kaldı. İşte bu kez de takımın başkanı Cuban bir kez daha dehasını ortaya koydu ve Utah’a kendisini maviye boyayıp giden tüm taraftarlara bedava bilet vereceğini söyleyerek Utah’ın mutlak seyirci desteğini bir avantaj olarak kullanmasına engel oluyordu. Nefesleri kesen maçın sonunda Dallas 84-83’lük skorla sahadan galip ayrılırken NBA tarihinde playofflarda 2-0 geriye düşüp seriyi kurtaran 6.takım olarak zor bir başarının altına imza atmıştı. İkinci turdaki rakip San Antonio ise özellikle Dallas’ın zayıf pota altından yararlanarak seriyi 4-1’le kolay geçip konferans finaline yükselen taraf oldu.
Euro 2001 ve Nowitzki-Hido düellosu
Yalnız sezon Dirk için daha henüz bitmemişti. Alman Milli takımıyla 2001 Avrupa ***ekler Basketbol Şampiyonası için ülkemize gelen Nowitzki, yeteneklerini bu kez de Türk seyircilerin huzurunda sahneliyordu. Antalya’daki C grubunda Yugoslavya, Hırvatistan ve Estonya ile eşleşen Almanya’nın ve Nowitzki’nin ilk kurbanı Estonya oldu (92-71). Nowitzki bu maçta 29 dakika’ya 32 sayı sığdırmıştı. Bir sonraki rakip Hırvatistan ise eski gücünde olmamasına rağmen Damir Mulaomerovic ve Gordon Giricek’in liderliğinde oldukça inatçı oyun tarzıyla galibiyet peşindeydi ama Nowitzki Hırvatistan’ın potasına da 31 sayı göndererek rakibin idam fermanını imzalıyordu. Yugoslavya karşısına çıkılan C grubunun final maçında ise Alman Milli takımının antrenörü Henrik Dettman, kendilerini daha ilk çeyrekte parçalayan Yugoslavya ile aynı sıklette olmadıklarının farkında olduğu için Nowitzki’yi sahada çok tutmayarak yıldız oyuncusunu çapraz eliminasyon maçlarına sakladı. İstanbul’da gerçekleşecek çeyrek finaller için Yunanistan’la yaptıkları karşılaşma ise Avrupa basketbol şampiyonaları tarihindeki en ilginç mücadelelerden biriydi. Yunanistan’ın mükemmel başlayarak daha oyunun hemen başında 20’li sayılara taşıdığı fark, ikinci yarının başlamasıyla beraber komşunun ciddiyetsiz bir oyun sergilemesi sonucu bir anda eridi ve karşılaşmayı Nowitzki’nin 25 sayı, 15 ribaundluk performansıyla kazanan taraf Almanya oldu (80-75). Çeyrek finaldeki rakip ise Fransa’ydı. Fransa’nın coach’u Alain Weisz’ın, Tony Parker’ı sadece 2 dakika oynatarak “taktik zekasını”(?) ortaya koyduğu maçta Nowitzki 32 sayı atarak bir kez daha durdurulmasının hemen hemen imkansız olduğunu ispat ediyordu. Yarı Finalde Almanya, karşısında Hırvatları uzatmada 87-85 yenen Millerimiz buldu. Bugüne kadar bir çok futbol ve basketbol maçına gitmişimdir. Ama ilk kez bir basketbol maçında kendimi kaybedip sesim tamamen kısılıncaya kadar bağırdım. Sevgili Hido’muz maçı bize getiren o basketi uzatmanın son saniyelerinde attığı zaman sevinç gösterilerimiz sırasında cep telefonumun parçalanması ise galibiyetin yanında hiç kalmıştı. Her ne kadar Nowitzki başa baş geçen mücadelede 22 sayı üretse de, İbo ve Harun’un desteğini alan Hido triple-double’a yakın performansıyla (23 sayı, 11 ribaund, 8 asist) “eğer ayakları yere basıp, aklı havalarda olmazsa” neler yapabileceği göstererek milli takımımızı tarihinde ilk defa Avrupa basketbol şampiyonasında finale taşıdı. Yugoslavya-Türkiye maçını heyecanla beklediğimiz anlarda oynanan Almanya- İspanya 3.lük maçı ise Dirk Nowitzki’nin 43 sayı ve 15 ribaundluk şovuna sahne olduysa da İspanya karşılaşmadan 99-90’lık skorla galip ayrılarak bronz madalyayı kazanan taraf oldu. Nowitzki istatistiksel olarak Turnuvanın MVP ödülünü kesinlikle hak etmişti (28.7 sayı, 9.1 ribaund) ama Yugoslavya’nın şampiyonluğa ulaşması nedeniyle MVP ödülü Peja’ya gitti. Nowitzki ise sadece turnuvanın sayı krallığıyla yetinmek zorunda kaldı.
2001-02 sezonu
Dallas geçtiğimiz sezona yeni salonu American Airlines Center’da başladı. Ama tüm sezonun en önemli olayı takas süresinin bitmesine dakikalar kala Juwan Howard, Tim Hardaway ve Donnell Harvey’nin Denver’a gönderilerek Nuggets’tan Raef LaFrentz, Nick Van Exel, Tariq Abdul-Wahad ve Avery Johnson’ın getirilmesiydi. Bu takas’ın asıl amacı Raef LaFrentz ile pota altındaki boşluğu kapatarak Sh**’e karşı bir alternatif üreterek Lakers’a rakip olmaktı. Ve Kansas Jayhawks’ın yıldız pivotu Raef LaFrentz, kağıt üzerinde belki de takıma alınabilecek en iyi isimdi. Dallas’ın temposuna ayak uydurabilecek, gerekirse üç sayı çizgisinin gerisinden bile atış kullanabilecek bir uzundu ama evdeki hesap tam olarak çarşıya uymadı. Ve Dallas pota altında Shawn Bradley ve La Frentz ile kimi zaman çok iyi maçlar çıkartmasına rağmen bazı maçlarda da vezirken rezil oldu. Bana göre Mavs’ın bu trade’den en büyük kazancı All-Star guard Nick Van Exel’di. Van Exel takıma tecrübesinin, hızının ve kritik üçlüklerinin yanında neşe de katmakta. Mesela Nowitzki bir kaç metre ötesinde buzdan bir heykel gibi otururken esprisini yapmaktan çekinmiyor: “O bir Alman serserisi, arka sokakların çocuğu… Şurada ayakta dikilen herif de (Steve Nash) surf ve kay-kay yapan bir velet. Bunlar öyle adamlar ki Wang’ın iki kelime İngilizcesi vardı. “Birisi defol git”, “Ötekisi de münasip bir yerimi öp” İkisini de Dirty Dirk ile sörfçü öğretti. Bunu duyan Nowitzki, Van Exel’e lafı sokmaktan da geri kalmıyor, “Nick’in söylediği hiçbir şeyi ciddiye almamak lazım. Aslında Nick’in işe yaramaz bir herif olduğuna dair hakkında bir sürü kötü şey duymuştuk ama buraya geldiği günden beri bizim gördüğümüz tek şey çok eğlenceli bir adam olduğu” Dallas’ın başarısında belki de en önemli etkenlerden biri takımdaki arkadaşlığın kuvvetli olması. Mesela Nowitzki ile Nash sıkı dostlar: “Aslında ilk geldiğimde Steve’i o kadar da sevmiyordum. Bu nasıl oldu bilmiyorum. Evimi çok özlüyordum ve Steve benim dışarı çıkıp biraz eğlenmem için çok bastırdı. Sahada da çok gözetti. Tabii aynı şekilde Mike da. ”iyice kenetlenen Mavs, sezonu Steve Nash, Michael Finley ve tabii ki Dirk Nowitzki’nin All-NBA seçilmeyi hak eden performansları sonucunda 57 galibiyet alarak bitiriyordu ki bu Mavs tarihinin en başarılı normal sezon performansıydı. Dirk Nowitzki ise hem sayıda hem de skorda NBA’in ilk 10 ismi arasına girerek sezonu 23.4 sayı ve 9.9 asist ortalamalarıyla tamamladı. Dirk, oynadığı 71 maçta çift haneleri sayılara ulaşırken bunların 50’sinde 20’li, 21’nde ise 30’lu sayıları geçiyordu. Mavs uzun yıllar sonra gelen üst üste ikinci playoff yolculuğunun ilk turunda Kevin Garnett’in birinci tur “özürlü” Timberwolves’u ile karşı karşıya geldi. KG elinden gelenin en iyisini sahaya yansıtsa da Mavs seriyi süpürerek geçti. İkinci turda ise belki de NBA’in en komple iki takımı karşı karşıya geliyordu. Seriyi 4-2 kazanan taraf Sacramento olurken Kings’in iki sayılık atışlarıyla ilgili bir istatistik tüm serinin özetini ve Dallas’ın en büyük zaafını gözler önüne sermekteydi: Kings’in 207 iki sayılık atış isabetinin 115’i smaç veya turnikelerden gelmişti. İçeride Webber ve Divac’la eşleşemeyen Dallas, Kings’e teslim olmak zorunda kalmış, Kings kısaları içeride caydırıcı bir uzun olmadığı için sürekli penetre ederek kolay sayılara ulaşmıştı. Mavs elenmenin acısını yaşasa da Nowitzki, 1970’ten Kareem Abdul-Jabbar’dan sonra playoff’ta 4 maç üst üste 30 sayı ve 15 ribaund’u geçebilen ikinci oyuncu olarak adını rekor kitaplarına yazdırıyordu.
Dünya’nın MVP’si!!
Yalnız Nowitzki’ye 2002’nin yazında da tatil yoktu. Bu kez de ülkemizde Avrupa Dördüncüsü olarak katılmaya hak kazandıkları Dünya Basketbol Şampiyonası için Almanya adına ter dökecekti. Nowitzki önce eleme gruplarında Çin’e 30, Cezayir’e de 24 sayı atarak turnuvaya başladı. ABD’ye karşı oynadıkları maçta ise Almanya ilk iki periyotta tüm gücüyle direnmesine rağmen son periyotun başında ABD’ye teslim oluyordu. Dirk ise ABD potalarına 34 sayı bırakmıştı. 2 galibiyet ve 1 mağlubiyet alan Almanya, ikinci gruptan da Nowitzki’nin muhteşem performansının devamı sayesinde başarıyla sıyrılarak yarı finale kadar ulaştı. Ama turnuvanın “gerçek” şampiyonu Arjantin’e 86-80 yenilince bu kez hedef Dünya üçüncülüğü oldu. Turnuvanın en sempatik takımı Yeni Zelanda, her ne kadar karşılaşma öncesinde “Ka Mate, Ka Mate, Ka Ora…” diye bağırarak Maorilerin meşhur Haka dansıyla Almanların gözünü korkutmaya çalışsa da Sean Marks’ın yokluğunda Almanya, Nowitzki’nin 29 sayısıyla bronz madalyayı kazandı. (117-94) Turnuvayı 24.0 sayı, 8.2 ribaund ve 2.0 blok ortalaması ile tamamlayan Nowitzki, takımı şampiyon olmasa da bu kez hak ettiği MVP ödülüne kavuşuyordu!
Tarihi başlangıç ama kötü son!!
Dallas önüne gelen takımların çoğunu imha ederek bu sezona başladı. NBA’in en çok maç kazanan 3.coachu Don Nelson ise sanki bir rüyada gibi: “Programı önden takip ediyoruz. Bir şeyler oluşturduğumuzun farkındaydım. Ama her şeyin bu kadar hızlı gelişeceğini tahmin bile edemezdim” diyerek durumu özetliyor. Dallas Mavericks 13-0’lık muhteşem sezon açılışı ile Boston Celtics (1957-1958, 14-0) , Washington Capitols (1948-49, 15-0) ve Houston Rockets’tan (1993-1994, 15-0) sonra NBA tarihinin en iyi başlangıcını yaptı. Yalnız bir hatırlatmada bulunalım, bu takımların hepsi en azından finale kadar yükseldi. Asistan coach Del Harris’e göre Mavs, bugüne kadar NBA’in görmediği, Detroit Pistons, Chicago Bulls ve Los Angeles Lakers karışımı bir eköl yaratmaya çalışıyor.
Nowiztki ise Dallas’ın hücum düzenini şu şekilde açıklıyor: “Bizde gerçekten o kadar büyük şutörler var ki bir şekilde rakip takımın savunmasını delebiliriz. Bu konuda gerçekten rahatız. O gün kimin eli sıcaksa o bizim sahada ilk önce arayacağımız adamımızdır. Takımdaki h***es o kadar tehlikeli ki rakip takımlar her zaman üç sayı çizgisini iyi savunmak zorunda. Bu da bizim içeri drive etmemizi kolaylaştırıyor. Eğer bize karşı birebir oynamayı düşünüyorsanız içimizden biri sizi yere serer. Hele ikili sıkıştırma yapmaya kalkarsanız gerçekten başınız dertte demektir. Çünkü kesinlikle sahadaki boş adamı buluruz. O da sayıyı bizim hanemize yazar.”
Dallas oyun sistemi çabuk hücumlara dayalı. Top mümkün olduğu kadar çabuk rakip sahaya geçiriliyor ve hemen şut kullanılıyor. Neredeyse kullandıkları hücumların %30’unda top sadece iki oyuncunun eline değdikten sonra rakip potaya gönderiliyor. Eğer isabet sağlarsanız bu bir avantaj olabilir ama gününüzde değilseniz o zaman işlerin pek de iç açıcı olduğunu söyleyemeyiz. Hele NBA’de rakibe en çok ribaund veren iki takımından biriyseniz. Shawn Bradley boyu itibari ile iyi bir blokçu kabul. La Frentz ise potansiyeli olan bir pivottu. Ama ikisini aynı anda saha sürseniz ve Dallas 6 kişi sahaya çıksa bile ikisinin toplamı Sh**’in yarısı kadar etmez. Don Nelson’a takımda bir pivot sorunu olup olmadığı sorulunca verdiği cevap aynen şöyle: “Sh**uille O’Neil gibi bir oyuncu arıyoruz ama maalesef sadece bir tane Sh** var. Öyleyse elinizde ne varsa onunla yapabileceğinizin en iyisini yapmak zorundasınız.” Don Nelson’ın söylediklerine bir ilave de Doug Collins’ten geliyor: “Nellie’nin söylediği gibi biz belki Sh** ile eşleşecek bir oyuncu çıkartamayabiliriz ama eğer takımı süper skorerlerden kurarsak bu kez onlar da bizle eşleşemez. Dallas’ta Nowitzki, Finley, Nash ve Van Exel’i sayarsanız 4 tane hatta kimi zaman LaFrentz’i de eklerseniz 5 adet 30 sayı üretebilecek oyuncu var. Bu durum onları yenmeyi gerçekten oldukça zorlaştırmakta.”
Dallas her ne kadar ligin sonuna doğru bir düşüş yaşasa da Mavs, Batı’nın en önemli favorilerinden biri hatta kimilerine göre hala birincisi. Nash, Finley ve Nowitzki’yi birlikte izlemek ise ayrı bir keyif. Hele 2.13’lük boyu, 109 kiloluk cüssesi ve uzun sarı saçlarıyla Germen Mitlerindeki şimşek tanrısı Thor’u aratmayan Dirk Nowitzki, bu oyunu kesinlikle bir başka oynuyor. Thor’dan tek farkı Mjolnir isimli büyülü bir çekiç yerine basketbol topuyla rakiplerini etkisiz hale getirmesi. Çok değil 15 yıl önce; 2.13 boyunda, dışarıdan leblebi gibi üçlük atan, rahatlıkla içeri drive edip, her yerden jump shot sokabilen üstüne üstlük gerekirse rahatlıkla 3-4-5 numara oynayabilecek bir Avrupalı süper yıldızın varolabileceği düşüncesi ancak ütopik bir oyuncu tanımlaması olarak adlandırılabilirdi. İnsanlar belki onun yeteri kadar savunma yapamadığını söyleyebilirler. Yalnız unutulan bir şey var. Larry Bird çok mu büyük bir savunmacıydı? Kesinlikle hayır. Ama bir de Bird’ün kariyerini noktaladığı yere bakın. Nowitzki yeni bir Bird olsun ya da olmasın -ki belki Bird’den fazlası bile olabilir- Bird hangi noktalara ulaştıysa darısı Nowitzki’nin de başına…
Height: 7" 0
Weight: 245 lbs.
Position: Center
Birth Place: Wurzburg, Germany
Birthday: June 19, 1978
College: Played on a team in Bundesliga
NBA Team: Dallas Mavericks
NBA’DEKİ ALMAN PANZERİ
DIRK NOWITZKI # 41
1930’lara doğru zamanda bir yolculuk yapıyoruz; Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi dünya siyaset tarihinin o güne kadar şahit olmadığı propaganda faaliyetleriyle iktidarı ele geçirmiş durumda. Tereyağı fabrikaları silah atölyelerine çevrilmiş; güçlenen III.Reich, Versailles’ı yırtıp atarak Hitler’in meşhur “lebensraum” yani Alman ırkı için Doğu’da hayat sahası yaratma projesiyle II.Dünya Savaşı’nı başlatmış ve Alman orduları yıldırım savaşlarıyla Avrupa’da hızla ilerlemekte. Müttefik ordularını gafil avlayan bu savaş tarzının en önemli parçası ise müttefik kuvvetlerin tanklarına göre çok daha uzun mesafeli atışlar yapabilen, çok daha hızlı, çevik ve üstüne üstlük daha güçlü olan Alman panzerleriydi!! Bugün yine bir “Alman yapımı” ortalığın tozunu atıyor. Tıpkı bir panzer gibi rakiplerini uzaktan yaptığı bombardımanlarla etkisiz hale getiriyor. Kuvvetinin yanında hızlı çevik ve yine bir panzer gibi neredeyse durdurulması imkansız: Onun adı Dirk Nowitzki!!
Beyazlar Beceremez
Basketbol her ne kadar beyazlar tarafından bulunduysa da Afro-Amerikanlar üstün fiziksel yetenekleri sayesinde bir süre sonra -çoğu sporda olduğu gibi- bu oyuna da damgasını vurdu. Öyle ki basketbolun beyazlara göre olmadığı çünkü beyazların sıçrayamadığı şeklinde düşünceler gittikçe yaygınlaşmaya başlamıştı. Aslına bakarsanız; George Mikan, Jerry West, Pete Mavarich, Rick Barry, Bill Walton, Larry Bird, Kevin McHale vb. isimler beyazların basketbolu ne kadar iyi oynayabileceğini gösterdiyse de siyahların hegemonyasını yıkmak kolay değildi. Hele Larry Bird ve Kevin McHale’li Boston, kadrosunda çok sayıda beyaz oyuncu bulundurduğu için şampiyonluğa doğru hakem desteği ile itildiği şeklinde iddialara sıkça maruz kalmaktaydı.
Uluslararası ilişkilere giriş I: Drazen Petrovic
O günlere bir kez daha dönüp baktığımızda bırakın Avrupalı oyuncuları beyaz oyuncular bile NBA’de oynamak için oldukça büyük zorlukları aşmak zorundaydılar. 80’li yılların sonu 90’ların başında NBA takımları NCAA dışında kendilerine yeni bir oyuncu kaynağı arayışına girerek gözlerini Avrupa’ya ve oradaki büyük yıldızlara çevirdi. 1986 draftında Drazan Petrovic, Alexander Volkov, 1987 draftında Sarunas Marculionis, ve 1989’da lige dahil olan Zarko Paspalj gibi Rus ve Yugoslav ekolünün başarılı temsilcileri kendilerine NBA’de yer buldu. Onların açtığı kapıdan, Vlade Divac, Dino Radja, Toni Kukoc, Sergei Bazarevich, Predrag Danilovic, Zan Tabak, Arvydas Sabonis gibi Avrupa’da büyük başarılara ulaşmış oyuncular da daha sonra NBA’e adım attıkları halde yukarıda saydığımız isimlerden sadece Petrovic, Marculionis, Divac, Sabonis ve Kukoc az çok kendilerini kabul ettirebildi. Rahmetli Petrovic belki de kendisini daha da lirik bir efsane haline getiren o acı trafik kazasıyla sadece 29 yaşında hayata gözlerini yummasaydı NBA’deki ilk Avrupalı süper yıldız mertebesine ulaşması işten bile değildi. Tabii bu arada rahmetlinin ilk iki senesi, Kevin Duckworth gibi “kalaslara” maksimum ilgiyi gösterip Petrovic’i kenarda unutan o zaman Portand’ın bugün de Sacramento’nun sevgili coach’u Rick Adelman’ın “garanticiliğine” kurban olmasaydı biz Petrovic’in o enfes basketbolunun keyfini Nets’teki günlerinden çok daha önce çıkartmaya başlayacaktık. Tabii ki Petrovic, Drexler gibi bir süper starı takımdan kesemezdi ama Adelman, Petrovic’in hücumdaki yüksek şut yüzdesi ve mükemmel top hakimiyetini farklı rotasyonlar deneyerek çok daha verimli bir şekilde kullanabilirdi. Böylelikle Drazen Petrovic’i de andıktan sonra dilerseniz konumuza geri dönelim. NBA’e gelen Avrupalıların en çok eleştirildikleri nokta az savunma yapmaları, çok yumuşak olmaları ve her şeyden önce skoru düşünmeleriydi. Örneğin hatırlayacaksınız Chicago-Utah final serilerinde Phil Jackson neredeyse eline geçen her fırsatta Karl Malone karşısında hücumda Toni Kukoc’u sahaya sür***en iş savunmaya geldiğinde Kukoc yerini hemen sevgili “savunma manyağımız” Dennis Rodman’a bırakıyordu. Majesteleri Michael Jordan da Kukoc’u her fırsatta savunma yapmadığı için eleştiriyor, maç içinde onu ateşlemek için kızdırmaya çalışıyordu. Hatta Kukoc’un daha çok et ve acılı yiyecekler yiyerek agresif bir ruh haline bürünebileceğini iddia ederek beslenmesini bile eleştiriyordu!.
Uluslararası ilişkilere Giriş II: Avrupalıların Yükselişi
Avrupalıların ilk NBA çıkartması beklenen başarıyı gösteremezken 90 yılların sonunda 2000’lerin başında ikinci dalga da taarruz’a geçti. Peja Stojakovic, Dirk Nowitzki, Zelijko Rebreca, Zydrunas Ilgauskas, Jiri Welsch, Gordon Giricek, Tony Parker, Nikoloz Tskitisvilli, Bostjan Nachbar, Jake Tsakadilis, Vitally Potapenko, Radoslav Nestorovic, Marko Milic, Frederic Weis, Tarıq-Abdul Wahad, Stanislav Medvedenko,Tony Parker, Mirsad Türkcan, Hido, Memo, Pau Gasol, Marko Jaric, Andrei Kirilenko gibi oyuncular kendilerini kanıtlamak için NBA’deki parkeleri aşındırdı. Peja ve Nowitzki şu anda All-Star seviyesine gelerek süper starlık mertebesine ulaşmış oyuncular. Ilgauskas’ın All-Star deneyimi 5 dakikada Beşiktaş olarak özetlenebilirse de Ilgauskas da giderek kendini geliştirmekte. Tony Parker, Pau Gasol, Andrei Kirilenko ve Gordon Giricek ise çok büyük bir ihtimalle yakında Peja ve Dirk’ün yanında kendilerine yer bulacak. Bunlar sadece NBA’deki Avrupalı oyuncuların bir kısmı. Eğer tüm uluslararası oyuncuları göz önüne alırsak bu hızla NBA, oyuncuların milletleri itibari ile BM’lerdeki ülke sayısını yakın bir zamanda yakalayacak. Eskiden özellikle oyun tarzı ve fiziksel güç açısından Avrupa ile NBA arasında büyük bir uçurumun varolduğu bir gerçekti. Ama Indianapolis’teki son dünya şampiyonası gösterdi ki Avrupa ve NBA arasındaki fark gittikçe azalmakta. Hele Dirk Nowitzki MVP ödülünü kucakladığı zaman Larry Bird’ün emekli olurken yaptığı konuşmayı hatırladım: “Bir gün mutlaka yeni bir Larry Bird, NBA’e gelecektir!!..”
Pippen aşkı
Dirk Werner Nowitzki, 19 Haziran 1978 Wurzburg-Almanya’da dünyaya geldi. Dirk’ün annesi Helen Alman milli takımına kadar yükselmiş bir basketbolcu, babası Joerg ise profesyonel bir hentbol oyuncusuydu. Herhalde Nowitzki’nin spora olan yatkınlığını biraz da genlere bağlarsak çok da yanılmış olmayız. Dirk’ün ailesiyle yaptığı küçük basketbol maçları zamanla bir tutkuya dönüştü. Nowitzki neredeyse kendisine işkence edercesine durmadan basketbol çalışıyordu. Ama limitlerini ne kadar zorlarsa zorlasın kendisine ilham veren bir isim vardı. Her akşam başarabileceğini düşünerek, bir gün onun gibi olabileceğini hayal ederek uykuya dalıyordu. Kim olduğunu merak ettiğiniz bu oyuncu çoğunuzun tahminlerimizin aksine ne Magic Johnson ne Larry Bird ne de Michael Jordan’dı. Dirk gençliğinde tam anlamıyla bir Pippen hayranına dönüşmüştü: “Almanya’da neredeyse haftada iki kez Bulls maçlarını gösterirlerdi. Ben de bu maçları sürekli izlerdim. İşte o zamanlarda Scottie’nin oyununa aşık oldum. Basketbolu o kadar zarif oynuyordu ki. Hareketleri, post’ta yaptıkları, mükemmel savunması ve ne zaman isterse dilediği yerden şut atabilmesi büyüleyiciydi.
Geschwinder’den işkenceyi aratmayan antrenmanlar
Eski Alman milli takımı oyuncusu ve manevi babası Holger Geschwinder’in koruyucu kanatlarının altında olgunlaşan Nowitzki, kendisini günden güne geliştirdi. Geschwinder, 15 yaşından beri Dirk’ün hem kişisel antrenörlüğünü hem de akıl hocalığını yapmakta: “O olmasaydı bugün bulunduğum yerde olamazdım. Bana nasıl şut atmam, nasıl hareket etmem, nasıl oynamam gerektiğini öğretti. Her şeyimi ona borçluyum. O adeta benim ikinci babam gibi”. Geschwinder Nowiztki’yi eğitirken gerçekten çok farklı metotlar kullandı. Mesela geçen sezon playoff’ta Nowitzki’nin savunmasını beğenmeyince hemen ona özel bir eskrim kıyafeti diktirip bir Alman eskrimciden dersler aldırdı. Zavallı Nowitzki’nin yaşadıkları bu kadarla kalsa yine iyi. Geschwinder onu amuda kaldırıp tüm sahada yürütmekten tutun da tek ayağı üzerinde dakikalarca sıçratmaya kadar bir çok değişik antrenman metodu uygulamakta. Her ne kadar Geschwinder’in metotları ilk başta tuhaf gözükse de yaptığı her şeyin bir nedeni var. Eskirim çalışmasının nedeni Nowitzki’nin ayak hareketlerini çabuklaştırarak savunmada çabuk yer almasını sağlamaktı. Tek ayak üzerinde sıçrama ve amuda kalkma hareketlerinin nedeni ise Dirk'ün eklemlerini daha sonra ağırlık çalışırken alacağı kilo için hazırlamaktı. Holger Geschwinder’e göre önce oyuncu çeşitli tekniklerle güçlenmek zorunda ancak bundan sonra kaslar geliştirilebilir. Ve NBA’de çoğu coach bunun tersini uyguluyor. Bu yüzden de oyuncular dengesiz gelişimleri nedeniyle sakatlanmakta. Geschwinder çoğu kez Dirk’e ağırlık çalıştırmak isteyen coachlarla kapışarak onun fiziksel gelişiminin baltalanmasını engelledi. Belki de Dirk, bugün hantal bir pivot değil de adeta Bird’ün “millenyum versiyonu” olmasını buna borçlu. Geschwinder’in bir diğer amacı da Nowitzki’nin sadece fiziksel olarak değil aynı zamanda da zihinsel olarak gelişmesiydi. Bunun için Dirk’e lisedeyken önce özel matematik öğretmenleri ayarladı. Nowitzki fiziksel olarak yorulup antrenman yapmak istemediği zaman da Geschwinder hemen satranç tahtasını kaparak küçük “çekirgesine” rakiplerinin hamleleri karşısında nasıl düşünmesi gerektiğini felsefi yaklaşımlarla öğretti. Nowitzki’nin yükselişi ise 1958’den beri dünyanın en yetenekli genç oyuncularını karşı karşıya getiren uluslararası Albert Schweitzer Turnuvası’nda (1996) oldu. Jermaine O’Neal ve Baron Davis’in şov yaptığı, Kevin Freeman’ın ise skorer oyunu ile MVP seçildiği bu turnuvada sıska, uzun boylu bu Alman da dikkatli gözler tarafından yakın takibe alınmaya başladı.
Dirk, just do it!
Kendi şehrinin takımı DJK Wurzburg’da kariyerini başlatıp geliştiren Dirk, 1997-98 sezonunda takımını Alman 2.liginde şampiyon yaparak 1.lige çıkarttı. Aynı yılın yaz aylarında ise Nike Summit-Hoop turnuvasında genç uluslararası yıldızların oluşturduğu karma takıma davet edilerek Amerikan karmasına karşı mücadele etti. Eminem üstadımızın da dediği gibi “Şans insanın karşısına belki hayatı boyunca bir kez çıkar”. Nowitzki işte karşısına çıkan bu şansı en iyi şekilde kullanarak San Antonio’da oynanan maçı 33 sayı, 14 ribaund ve 3 top çalma ile tamamlarken karşılaşmayı izleyen tüm scoutları kendisine hayran bırakıyordu.
Vahşi Batının Koyboyları: Dallas Mavericks
Nedendir bilmem aklıma çocukluğumdan beri Dallas dendiğinde hep bir zamanların meşhur Dallas dizisi, en masum hareketlerinin altında bile kesinlikle bir dolap döndüren, ekranların en kötü şahsiyeti olan JR, Redneck’ler ve Cumhuriyetçiler gelir. Dallas 1980-81 sezonunda expansion Drafta katılarak NBA’e dahil olunca genelde NBA’e sonradan ilave olan takımların tersine hızlı bir gelişim gösterdi ve Mavericks ilk 10 sezonunda tam 6 kez .500 galibiyet barajını geçti. Sonraki 9 sezon ise tam anlamıyla bir faciaydı. Mavs bu sezonların hiçbirinde .488’i geçemeyerek toplamda 11 sezon playoff’a kalamama “becerisini” gösterip adını 1990’ların en kötü profesyonel spor takımları arasına yazdırıyordu. Aslında günümüze dönersek Dallas coach’u Don Nelson, hayatının belki de en büyük sürprizi ile karşı karşıya. Çünkü çok değil daha üç yıl önce Nelson, sonu gelmeyen mağlubiyetlerden bıktığı için “yaş kemale erdi” diyerek kariyerini bitirme planları yapmaktaydı. Mavericks’e bu dönemde bir çok yetenekli ama sorunlu oyuncu gelip geçmişti. Don Nelson ise tüm bu yıkıntının içinde takımını kurtarmakla uğraşırken oldukça yıprandı. Oluşan bu kaos ortamı, büyük ümitler ve hayallerle takıma katılan Jason Kidd, Jamal Masburn, Jim Jackson gibi yetenekli gençlerin Dallas’tan şutlanmasına neden olmuştu. Bir çok oyuncu ise topun ağzındaydı ki iki olay Dallas’ın kaderini baştan aşağıya değiştiriyordu. Önce 1998’de Milwaukee Bucks’ın büyük gafletiyle yapılan bir trade’de takıma Robert Traylor karşılığında draftta 9.sırada seçilmiş Dirk Nowitzki kazandırıldı. Sonra Mavs, 2000 yılının Ocak ayında Marc Cuban tarafından satın alındı.
“O benim bugüne kadar 19 yaşında gördüğüm en iyi oyuncu. Eğer seçimi ben yapsaydım kesinlikle onu birinci sırada seçerdim!” Don Nelson
Nowitzki kumarı
Dirk Nowitzki 98 draftında 9.sıradan seçilip Dallas’a takas olduğunda yazarların kafası karışmıştı. Nowitzki onlara göre alt tarafı Alman İkinci Ligi’nde oynayan bir veletti. Belki yetenekli olabilirdi ama Nike Hoop-Summit Turnuvasında ve Avrupa’nın basketbolda pek de umursanmayan bir ülkesinin ikinci liginde biraz iyi oynadı diye bir oyuncunun NBA’de yıldız olabileceği ihtimali kimsenin aklının ucundan bile geçmiyordu. Traylor-Nowitzki takası sonrası kimi çok bilmiş basketbol yazarları Don Nelson’la dalga bile geçmişti. Herhalde bugün coach Nelson o yazıları eline alıp okuyunca katıla katıla gülüyordur! Zaten Nelson, Nowitzki’yi en başından itibaren ne kadar beğendiğini şu sözleriyle kanıtlamakta: “O benim bugüne kadar 19 yaşında gördüğüm en iyi oyuncu. Eğer seçimi ben yapsaydım kesinlikle onu birinci sırada seçerdim!”. Dilerseniz o yılki draftın ilk üç sırasında seçilen isimleri yorum yapmadan bir hatırlayalım. 1.sırada L.A Clippers Michael Olowokandi’yi, 2.sırada Vancouver Mike Bibby’i, 3.sıradaki Denver ise Raef LaFrentz’i seçmişti. Artık Don Nelson’ın haklı olup olmadığını sizlere bırakıyorum.
Cuban’lı Dönem
Nowitzki NBA’deki kariyerine biran önce başlamak için sabırsızlanıyor olsa da NBA’de devam eden lock-out nedeniyle sezonun başlangıç tarihi bir türlü belirlenemiyordu. Bu koşullar altında Nowitzki lig başlayana kadar Almanya’ya geri dönerek DJK Wurburg’da maçlara çıkmaya karar verdi. Stern ve Ewing anlaştığında ise Nowitzki, Almanya’da 22.9 sayı ve 8.4 ribaund ortalamalarıyla oynamaktaydı. Nowitzki, -Nelson’ı eleştiren gazetecileri sevindiren bir şekilde- aslında çaylak sezonuna çok da parlak istatistiklerle başlamadı. En azından bugün olduğu gibi büyük bir oyuncuya dönüşebileceği tahmin edilemiyordu. Dirk, o sezon 47 maçta görev alırken yaklaşık olarak maç başına sahada kaldığı 20.2 dakikada 8.2 sayı ve 3.4 ribaund ile oynamıştı. Bu arada Michael Finley’nin çabalarına rağmen kötü gidiş devam ediyor ve Mavs oynadığı 50 karşılaşmanın 36’sından mağlup olarak ayrılıyordu. Dallas Mavericks’in 1999-00 sezonuna da 9 galibiyet ve 23 mağlubiyetle çok iyi bir başlangıç yaptığını söyleyemeyiz. Ama 14 Ocak 2000’de Marc Cuban’ın takımı satın almasıyla beraber Dallas tarihinde de yeni bir sayfa açılacaktı.
“Cuban gelince her şeyi baştan aşağı yeniledi. Bizim her şeyimizle tam olarak ilgileniyordu ki yenilgi için hiçbir bahanemiz kalmasın. Bize kalan tek şey sahaya çıkıp rakiplerimizi yenmek. Yeni bir uçağımız ve muhteşem bir salonumuz var. Ve Dallas adeta bizim için değişerek bir cennet haline geldi. Hayatımın en iyi günlerini yaşıyorum ve her dakikasından keyif almak istiyorum.” Dirk Nowitzki
Cuban başkan Dallas Şampiyon!!
Aslına bakarsanız Dallas tarihini BC (Before Cuban- Cuban’dan önce) ve AC (After Cuban-Cuban’dan sonra) olarak kategorize edebiliriz. Eğer Marc Cuban’ı tek bir kelimeyle tanımlamamız gerekirse “manyak”, “kaçık”, ”çılgın”, “uçuk” gibi sıfatlardan önce kullanmamız gereken ilk söz “dahi” olurdu. Zaten ne derler bilirsiniz: “Delilik ile deha arasında ince bir çizgi vardır”. Cuban da son yılların en büyük bilgisayar dahilerinden birisi. 1983’te kurucusu olduğu Micro Solutions şirketini Compu Serve‘e yaptığı büyük satışla ünlendi. Sonraki yıllarda Broadcast.com’da internet’in bir numaralı multimedya araçlarını üretirken bu şirketini de dev bir anlaşmayla 1995’te Yahoo’ya satarak milyonlarına milyon dolarlar kattı ve Amerikanın en genç milyarderleri arasında kendisine yer buldu. Cuban günümüzde büyük bir multimedya-network holdinginin patronu. Sahip olduğu şirketlerde bilgisayar teknolojisinden kablolu TV yayınına kadar bir çok alanda teknoloji üretilmekte. Tabii para basan bu şirketlerin başındaki Cuban da genç yaşta gelen zenginliğin keyfini sürmekte. Düşünsenize dünya üzerinde kaç insan nette dolaşırken hoşuna giden bir jeti 40 milyon$ ödeyerek internet üzerinden satın alır!! Cuban kablolu televizyonda kendisine ait gayet matrak bir televizyon şovuna da sahip bulunmakta. Bu arada geçtiğimiz aylarda bir başka ilki gerçekleştirerek Full Throttle” -yani Türkçe meali ile “tam gaz” anlamına gelen- bir çizgi roman dizisinde Dallas’lı oyuncularla birlikte dünyayı kötü güçlerden kurtarmakta. Tabii adamcağızda para bol saç saç bitmiyor. İşin daha da komik yanı Cuban işi azıtarak derginin çizerleriyle beraber kitapçı kitapçı dolaşarak baş rolde olduğu bu çizgi romanı imzalıyor. Kim ne derse desin Cuban, bence NBA’in en eğlenceli başkanı ve en iyi başkanlarından da birisi. Karizmasıyla kimi zaman takımı bile gölgelemekte. Hele David Stern’le giriştiği laf dalaşları ve sonrasında aldığı cezalar başlı başına bir yazının konusunu oluşturmakta. Lüks vergisi karşısındaki umursamaz tavrından ise burada bahsetmiyorum bile. Yalnız Cuban’ın bir diğer yönü daha var ki tüm kulüp yöneticilerimizin dikkatle okumasını rica ederim. Marc Cuban yılda bir kaç yüz milyon dolar vergi vermekte. Ama Espn’deki bir röportajında “verdiği verginin 1 dolarıyla bile toplum için bir kamu hizmeti sağlandığını düşündükçe mutlu olduğunu.” söyleyecek kadar da sorumlu bir vatandaş!!
DİRİLİŞ
Cuban takımın sahipliğini devraldıktan sonra Mavs bir anda dirildi ve kalan 50 maçın 31’inden galip ayrıldı. Dirilen tek şey takım olmamıştı. Nowitzki’nin istatistikleri ise 17.5 sayı ve 6.5 ribaund’a yükselmişti. Bu arada kaydettiği 116, 3 sayılık şut isabetiyle de Dallas tarihinde bu kategorinin 4. sırasında kendisine yer bulmasının yanı sıra All-Star Haftasonunda da takımını temsil ediyordu. Nowitzki, Cuban’la gelen değişimi şu kelimelerle anlatıyor: “Cuban gelince her şeyi baştan aşağıya yeniledi. Bizim her şeyimizle tam olarak ilgileniyordu ki yenilgi için hiçbir bahanemiz kalmasın. Bize kalan tek şey ise sahaya çıkıp rakiplerimizi yenmek. Yeni bir uçağımız ve muhteşem bir salonumuz var. Ve Dallas adeta bizim için değişerek bir cennet haline geldi. Hayatımın en iyi günlerini yaşıyorum ve her dakikasından keyif almak istiyorum.” Kanadalı Steve Nash de Cuban’ın takımı satın aldığı günden sonra meydana gelen gelişmeleri vurgulayan bir başka oyuncu: “Cuban takımı almadan önce neredeyse dibe vurmuştuk sanırım o günleri yaşamak bizim birbirimize kenetlenmemizi, arkadaşlık ilişkilerimizin gelişmesini sağladı.”
13 yıl sonra gelen ilk playoff
Takım halinde morali düzelen ve takaslarla kadrosunu güçlendiren Dallas; Nash, Nowitzki ve Finley üçlüsünün etkili oyunlarıyla 2000-01 sezonunda büyük bir çıkış yakalayarak Dallas’ı 13 yıl sonra tekrar playoff’lara sokmayı başardı. Nowitzki ise tam anlamıyla bir süperstar gibi oynamaya başlamıştı. Maç başına 21.8 sayı, 9.2 ribaund ve 2.1 asist ortalaması, sezon sonunda Dirk’ü All-NBA third team’e kadar taşımış böylelikle de Dallas, tarihinde ilk kez bir All-NBA oyuncuya kavuşmuş oluyordu. Ayrıca Nowitzki, NBA tarihinde Robert Horry’den sonra bir sezonda 100 üç sayılık atış ve 100 blok barajını geçen ikinci oyuncuydu. Normal sezonu 53 galibiyet ile tamamlayan Mavs, Batı’da 5.sıradan playoff biletini kaparak 4.sıradaki Utah Jazz ile eşleşmişti. Tecrübesiz Dallas, deplasmanda oynanan maçlarla bir anda kendisini 2-0 geride buldu. Ama kendi sahasında oynadığı iki maçı Finley ve Nowiztki’nin üstün oyunları ile kazanınca iş Utah’ta oynanacak kader maçına kaldı. İşte bu kez de takımın başkanı Cuban bir kez daha dehasını ortaya koydu ve Utah’a kendisini maviye boyayıp giden tüm taraftarlara bedava bilet vereceğini söyleyerek Utah’ın mutlak seyirci desteğini bir avantaj olarak kullanmasına engel oluyordu. Nefesleri kesen maçın sonunda Dallas 84-83’lük skorla sahadan galip ayrılırken NBA tarihinde playofflarda 2-0 geriye düşüp seriyi kurtaran 6.takım olarak zor bir başarının altına imza atmıştı. İkinci turdaki rakip San Antonio ise özellikle Dallas’ın zayıf pota altından yararlanarak seriyi 4-1’le kolay geçip konferans finaline yükselen taraf oldu.
Euro 2001 ve Nowitzki-Hido düellosu
Yalnız sezon Dirk için daha henüz bitmemişti. Alman Milli takımıyla 2001 Avrupa ***ekler Basketbol Şampiyonası için ülkemize gelen Nowitzki, yeteneklerini bu kez de Türk seyircilerin huzurunda sahneliyordu. Antalya’daki C grubunda Yugoslavya, Hırvatistan ve Estonya ile eşleşen Almanya’nın ve Nowitzki’nin ilk kurbanı Estonya oldu (92-71). Nowitzki bu maçta 29 dakika’ya 32 sayı sığdırmıştı. Bir sonraki rakip Hırvatistan ise eski gücünde olmamasına rağmen Damir Mulaomerovic ve Gordon Giricek’in liderliğinde oldukça inatçı oyun tarzıyla galibiyet peşindeydi ama Nowitzki Hırvatistan’ın potasına da 31 sayı göndererek rakibin idam fermanını imzalıyordu. Yugoslavya karşısına çıkılan C grubunun final maçında ise Alman Milli takımının antrenörü Henrik Dettman, kendilerini daha ilk çeyrekte parçalayan Yugoslavya ile aynı sıklette olmadıklarının farkında olduğu için Nowitzki’yi sahada çok tutmayarak yıldız oyuncusunu çapraz eliminasyon maçlarına sakladı. İstanbul’da gerçekleşecek çeyrek finaller için Yunanistan’la yaptıkları karşılaşma ise Avrupa basketbol şampiyonaları tarihindeki en ilginç mücadelelerden biriydi. Yunanistan’ın mükemmel başlayarak daha oyunun hemen başında 20’li sayılara taşıdığı fark, ikinci yarının başlamasıyla beraber komşunun ciddiyetsiz bir oyun sergilemesi sonucu bir anda eridi ve karşılaşmayı Nowitzki’nin 25 sayı, 15 ribaundluk performansıyla kazanan taraf Almanya oldu (80-75). Çeyrek finaldeki rakip ise Fransa’ydı. Fransa’nın coach’u Alain Weisz’ın, Tony Parker’ı sadece 2 dakika oynatarak “taktik zekasını”(?) ortaya koyduğu maçta Nowitzki 32 sayı atarak bir kez daha durdurulmasının hemen hemen imkansız olduğunu ispat ediyordu. Yarı Finalde Almanya, karşısında Hırvatları uzatmada 87-85 yenen Millerimiz buldu. Bugüne kadar bir çok futbol ve basketbol maçına gitmişimdir. Ama ilk kez bir basketbol maçında kendimi kaybedip sesim tamamen kısılıncaya kadar bağırdım. Sevgili Hido’muz maçı bize getiren o basketi uzatmanın son saniyelerinde attığı zaman sevinç gösterilerimiz sırasında cep telefonumun parçalanması ise galibiyetin yanında hiç kalmıştı. Her ne kadar Nowitzki başa baş geçen mücadelede 22 sayı üretse de, İbo ve Harun’un desteğini alan Hido triple-double’a yakın performansıyla (23 sayı, 11 ribaund, 8 asist) “eğer ayakları yere basıp, aklı havalarda olmazsa” neler yapabileceği göstererek milli takımımızı tarihinde ilk defa Avrupa basketbol şampiyonasında finale taşıdı. Yugoslavya-Türkiye maçını heyecanla beklediğimiz anlarda oynanan Almanya- İspanya 3.lük maçı ise Dirk Nowitzki’nin 43 sayı ve 15 ribaundluk şovuna sahne olduysa da İspanya karşılaşmadan 99-90’lık skorla galip ayrılarak bronz madalyayı kazanan taraf oldu. Nowitzki istatistiksel olarak Turnuvanın MVP ödülünü kesinlikle hak etmişti (28.7 sayı, 9.1 ribaund) ama Yugoslavya’nın şampiyonluğa ulaşması nedeniyle MVP ödülü Peja’ya gitti. Nowitzki ise sadece turnuvanın sayı krallığıyla yetinmek zorunda kaldı.
2001-02 sezonu
Dallas geçtiğimiz sezona yeni salonu American Airlines Center’da başladı. Ama tüm sezonun en önemli olayı takas süresinin bitmesine dakikalar kala Juwan Howard, Tim Hardaway ve Donnell Harvey’nin Denver’a gönderilerek Nuggets’tan Raef LaFrentz, Nick Van Exel, Tariq Abdul-Wahad ve Avery Johnson’ın getirilmesiydi. Bu takas’ın asıl amacı Raef LaFrentz ile pota altındaki boşluğu kapatarak Sh**’e karşı bir alternatif üreterek Lakers’a rakip olmaktı. Ve Kansas Jayhawks’ın yıldız pivotu Raef LaFrentz, kağıt üzerinde belki de takıma alınabilecek en iyi isimdi. Dallas’ın temposuna ayak uydurabilecek, gerekirse üç sayı çizgisinin gerisinden bile atış kullanabilecek bir uzundu ama evdeki hesap tam olarak çarşıya uymadı. Ve Dallas pota altında Shawn Bradley ve La Frentz ile kimi zaman çok iyi maçlar çıkartmasına rağmen bazı maçlarda da vezirken rezil oldu. Bana göre Mavs’ın bu trade’den en büyük kazancı All-Star guard Nick Van Exel’di. Van Exel takıma tecrübesinin, hızının ve kritik üçlüklerinin yanında neşe de katmakta. Mesela Nowitzki bir kaç metre ötesinde buzdan bir heykel gibi otururken esprisini yapmaktan çekinmiyor: “O bir Alman serserisi, arka sokakların çocuğu… Şurada ayakta dikilen herif de (Steve Nash) surf ve kay-kay yapan bir velet. Bunlar öyle adamlar ki Wang’ın iki kelime İngilizcesi vardı. “Birisi defol git”, “Ötekisi de münasip bir yerimi öp” İkisini de Dirty Dirk ile sörfçü öğretti. Bunu duyan Nowitzki, Van Exel’e lafı sokmaktan da geri kalmıyor, “Nick’in söylediği hiçbir şeyi ciddiye almamak lazım. Aslında Nick’in işe yaramaz bir herif olduğuna dair hakkında bir sürü kötü şey duymuştuk ama buraya geldiği günden beri bizim gördüğümüz tek şey çok eğlenceli bir adam olduğu” Dallas’ın başarısında belki de en önemli etkenlerden biri takımdaki arkadaşlığın kuvvetli olması. Mesela Nowitzki ile Nash sıkı dostlar: “Aslında ilk geldiğimde Steve’i o kadar da sevmiyordum. Bu nasıl oldu bilmiyorum. Evimi çok özlüyordum ve Steve benim dışarı çıkıp biraz eğlenmem için çok bastırdı. Sahada da çok gözetti. Tabii aynı şekilde Mike da. ”iyice kenetlenen Mavs, sezonu Steve Nash, Michael Finley ve tabii ki Dirk Nowitzki’nin All-NBA seçilmeyi hak eden performansları sonucunda 57 galibiyet alarak bitiriyordu ki bu Mavs tarihinin en başarılı normal sezon performansıydı. Dirk Nowitzki ise hem sayıda hem de skorda NBA’in ilk 10 ismi arasına girerek sezonu 23.4 sayı ve 9.9 asist ortalamalarıyla tamamladı. Dirk, oynadığı 71 maçta çift haneleri sayılara ulaşırken bunların 50’sinde 20’li, 21’nde ise 30’lu sayıları geçiyordu. Mavs uzun yıllar sonra gelen üst üste ikinci playoff yolculuğunun ilk turunda Kevin Garnett’in birinci tur “özürlü” Timberwolves’u ile karşı karşıya geldi. KG elinden gelenin en iyisini sahaya yansıtsa da Mavs seriyi süpürerek geçti. İkinci turda ise belki de NBA’in en komple iki takımı karşı karşıya geliyordu. Seriyi 4-2 kazanan taraf Sacramento olurken Kings’in iki sayılık atışlarıyla ilgili bir istatistik tüm serinin özetini ve Dallas’ın en büyük zaafını gözler önüne sermekteydi: Kings’in 207 iki sayılık atış isabetinin 115’i smaç veya turnikelerden gelmişti. İçeride Webber ve Divac’la eşleşemeyen Dallas, Kings’e teslim olmak zorunda kalmış, Kings kısaları içeride caydırıcı bir uzun olmadığı için sürekli penetre ederek kolay sayılara ulaşmıştı. Mavs elenmenin acısını yaşasa da Nowitzki, 1970’ten Kareem Abdul-Jabbar’dan sonra playoff’ta 4 maç üst üste 30 sayı ve 15 ribaund’u geçebilen ikinci oyuncu olarak adını rekor kitaplarına yazdırıyordu.
Dünya’nın MVP’si!!
Yalnız Nowitzki’ye 2002’nin yazında da tatil yoktu. Bu kez de ülkemizde Avrupa Dördüncüsü olarak katılmaya hak kazandıkları Dünya Basketbol Şampiyonası için Almanya adına ter dökecekti. Nowitzki önce eleme gruplarında Çin’e 30, Cezayir’e de 24 sayı atarak turnuvaya başladı. ABD’ye karşı oynadıkları maçta ise Almanya ilk iki periyotta tüm gücüyle direnmesine rağmen son periyotun başında ABD’ye teslim oluyordu. Dirk ise ABD potalarına 34 sayı bırakmıştı. 2 galibiyet ve 1 mağlubiyet alan Almanya, ikinci gruptan da Nowitzki’nin muhteşem performansının devamı sayesinde başarıyla sıyrılarak yarı finale kadar ulaştı. Ama turnuvanın “gerçek” şampiyonu Arjantin’e 86-80 yenilince bu kez hedef Dünya üçüncülüğü oldu. Turnuvanın en sempatik takımı Yeni Zelanda, her ne kadar karşılaşma öncesinde “Ka Mate, Ka Mate, Ka Ora…” diye bağırarak Maorilerin meşhur Haka dansıyla Almanların gözünü korkutmaya çalışsa da Sean Marks’ın yokluğunda Almanya, Nowitzki’nin 29 sayısıyla bronz madalyayı kazandı. (117-94) Turnuvayı 24.0 sayı, 8.2 ribaund ve 2.0 blok ortalaması ile tamamlayan Nowitzki, takımı şampiyon olmasa da bu kez hak ettiği MVP ödülüne kavuşuyordu!
Tarihi başlangıç ama kötü son!!
Dallas önüne gelen takımların çoğunu imha ederek bu sezona başladı. NBA’in en çok maç kazanan 3.coachu Don Nelson ise sanki bir rüyada gibi: “Programı önden takip ediyoruz. Bir şeyler oluşturduğumuzun farkındaydım. Ama her şeyin bu kadar hızlı gelişeceğini tahmin bile edemezdim” diyerek durumu özetliyor. Dallas Mavericks 13-0’lık muhteşem sezon açılışı ile Boston Celtics (1957-1958, 14-0) , Washington Capitols (1948-49, 15-0) ve Houston Rockets’tan (1993-1994, 15-0) sonra NBA tarihinin en iyi başlangıcını yaptı. Yalnız bir hatırlatmada bulunalım, bu takımların hepsi en azından finale kadar yükseldi. Asistan coach Del Harris’e göre Mavs, bugüne kadar NBA’in görmediği, Detroit Pistons, Chicago Bulls ve Los Angeles Lakers karışımı bir eköl yaratmaya çalışıyor.
Nowiztki ise Dallas’ın hücum düzenini şu şekilde açıklıyor: “Bizde gerçekten o kadar büyük şutörler var ki bir şekilde rakip takımın savunmasını delebiliriz. Bu konuda gerçekten rahatız. O gün kimin eli sıcaksa o bizim sahada ilk önce arayacağımız adamımızdır. Takımdaki h***es o kadar tehlikeli ki rakip takımlar her zaman üç sayı çizgisini iyi savunmak zorunda. Bu da bizim içeri drive etmemizi kolaylaştırıyor. Eğer bize karşı birebir oynamayı düşünüyorsanız içimizden biri sizi yere serer. Hele ikili sıkıştırma yapmaya kalkarsanız gerçekten başınız dertte demektir. Çünkü kesinlikle sahadaki boş adamı buluruz. O da sayıyı bizim hanemize yazar.”
Dallas oyun sistemi çabuk hücumlara dayalı. Top mümkün olduğu kadar çabuk rakip sahaya geçiriliyor ve hemen şut kullanılıyor. Neredeyse kullandıkları hücumların %30’unda top sadece iki oyuncunun eline değdikten sonra rakip potaya gönderiliyor. Eğer isabet sağlarsanız bu bir avantaj olabilir ama gününüzde değilseniz o zaman işlerin pek de iç açıcı olduğunu söyleyemeyiz. Hele NBA’de rakibe en çok ribaund veren iki takımından biriyseniz. Shawn Bradley boyu itibari ile iyi bir blokçu kabul. La Frentz ise potansiyeli olan bir pivottu. Ama ikisini aynı anda saha sürseniz ve Dallas 6 kişi sahaya çıksa bile ikisinin toplamı Sh**’in yarısı kadar etmez. Don Nelson’a takımda bir pivot sorunu olup olmadığı sorulunca verdiği cevap aynen şöyle: “Sh**uille O’Neil gibi bir oyuncu arıyoruz ama maalesef sadece bir tane Sh** var. Öyleyse elinizde ne varsa onunla yapabileceğinizin en iyisini yapmak zorundasınız.” Don Nelson’ın söylediklerine bir ilave de Doug Collins’ten geliyor: “Nellie’nin söylediği gibi biz belki Sh** ile eşleşecek bir oyuncu çıkartamayabiliriz ama eğer takımı süper skorerlerden kurarsak bu kez onlar da bizle eşleşemez. Dallas’ta Nowitzki, Finley, Nash ve Van Exel’i sayarsanız 4 tane hatta kimi zaman LaFrentz’i de eklerseniz 5 adet 30 sayı üretebilecek oyuncu var. Bu durum onları yenmeyi gerçekten oldukça zorlaştırmakta.”
Dallas her ne kadar ligin sonuna doğru bir düşüş yaşasa da Mavs, Batı’nın en önemli favorilerinden biri hatta kimilerine göre hala birincisi. Nash, Finley ve Nowitzki’yi birlikte izlemek ise ayrı bir keyif. Hele 2.13’lük boyu, 109 kiloluk cüssesi ve uzun sarı saçlarıyla Germen Mitlerindeki şimşek tanrısı Thor’u aratmayan Dirk Nowitzki, bu oyunu kesinlikle bir başka oynuyor. Thor’dan tek farkı Mjolnir isimli büyülü bir çekiç yerine basketbol topuyla rakiplerini etkisiz hale getirmesi. Çok değil 15 yıl önce; 2.13 boyunda, dışarıdan leblebi gibi üçlük atan, rahatlıkla içeri drive edip, her yerden jump shot sokabilen üstüne üstlük gerekirse rahatlıkla 3-4-5 numara oynayabilecek bir Avrupalı süper yıldızın varolabileceği düşüncesi ancak ütopik bir oyuncu tanımlaması olarak adlandırılabilirdi. İnsanlar belki onun yeteri kadar savunma yapamadığını söyleyebilirler. Yalnız unutulan bir şey var. Larry Bird çok mu büyük bir savunmacıydı? Kesinlikle hayır. Ama bir de Bird’ün kariyerini noktaladığı yere bakın. Nowitzki yeni bir Bird olsun ya da olmasın -ki belki Bird’den fazlası bile olabilir- Bird hangi noktalara ulaştıysa darısı Nowitzki’nin de başına…
Kimler çevrimiçi
Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 10 misafir