Sığınak
2009 Öykü Seçkisi
2009
Sığınak
2009 Öykü Seçkisi
Sığınak – 2008 Öykü Seçkisi
Seçici Kurul: Adnan Kurt, Ayfer Tunç, Cem Uçan, Ergun Kocabıyık, Nursel Duruel, Şerif Erol, Yekta Kopan
Sürüm: Şubat 2010
© 2010
Yapıtın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar
dışında yayıncının izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
SIĞINAK, 2
SARI VE DÜŞLER, 9
KOVULMUŞ, 13
KIRAN, 18
ÇİZGİ, 22
SAHNE, 24
YEDİ KAPILI ŞEHİR, 28
BEKLEYİŞ, 35
GAHİR VE BEN, 42
İYİ BİR HİKÂYE, 49
BİR ŞEHİR VARMIŞ, BİR ŞEHİR YOKMUŞ, 56
YILDIZLARIM, 60
BEKLERKEN, 69
TOPAL KEDİYİ NASIL YAZDIM?, 72
SİLAH SENİN AVRADINDIR!, 76
ZAMAN VE SONSUZLUK, 83
OKUMA ALIŞKANLIKLARI, 90
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
ÖYKÜ ÖDÜLÜ BİRİNCİSİ 1.
Hakan Tağmaç
1973 yılında İstanbul’da doğdu. 1991’de Şişli
Terakki Lisesi’ni, 1995’de İTÜ Elektronik ve
Haberleşme Mühendisliği’ni bitirdi. On beş yıldır
bilgi teknolojileri alanında çalışmaktadır.
Murat Gülsoy ve Semih Gümüş’ün “Yaratıcı
Yazarlık” atölyelerine devam etti. Aylak, Ünlem ve
Kül Öykü dergilerinde öyküleri yayımlandı.
2007 ve 2008 öykü seçkilerinde birer öyküsü yer
aldı.
SIĞINAK
Biliyorsunuz parkların
Sizi çağıran tarafları
İnsanın gizli, karanlık köşeleriyle oranlı
Orada saklanıyor onlar
Çünkü her türlü saklanıyorlar orada
Umutsuzlar Parkı, Edip Cansever
İçimdeki huzursuzluğu bastırmanın daha iyi bir yolu gelseydi aklıma, belki de
bunları hiç yaşamazdım. Tek istediğim yalnız kalmaktı. Günde iki saat kadar olsun tek
başına kalmak istemem, beni böyle durmadan sürükleyip duracak mı, gerçekten bilmek
isterdim.
Dünyalar güzeli kızımız doğup beni baba yapalı üç ay kadar olmuştu. Kirpi
yavrusunu, pamuğum diye severmiş ya, büyük olasılık sadece bize bu kadar güzel
görünüyordu minik cadı. Her neyse orası ayrı hikâye. Esas diyeceğim top atılsa
kalkamayacak biriyken, gece bir kıkırdanmasında ayağa fırlayan, uyurken nefes
almasını dinleyip duran bir adama dönüşmüştüm doğduğundan beri. Annesine memeye
vermek için yatağından alırken, aman canını yakmayayım diye dikkat kesiliyordum.
2
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Herkesten sakınıyordum. Yüzüne bakınca içimin yağları eriyordu. Gülünce –belki de
sadece emecek bir şey ararken ağzını burnunu oynatıyordu- nasıl oluyor da dünya
üzerindeki her şey gözümde bir anda anlamsızlaşıveriyordu, hayret ediyordum.
Yeni bir baba evladına karşı ne hissederse, o duygular içinde, rüyadaymış gibi
yuvarlanıp duruyordum işte. Bir de tabii, geceleri defalarca kalkmaktan çok uykusuzdum.
Her gece yatağa uzandığımda, kovboy filmlerinde tek bir ayağından huysuz bir ata
bağlanıp çöle doğru sürüklenen ve sonra ıssız bir köşede bırakılan bir adam kadar bitkin
hissediyordum kendimi. Ama yorgunluk değildi huzursuzluğum nedeni. Aklımın içindeki
uzaklara dalarken, biraz okuyup, iki satır yazacak bir dakikam kalmamıştı. Olur da
herkes yattıktan sonra ben ayakta kalmayı başarmışsam, bu sefer de uykusuzluğa
yeniliyordum. İşten de eve kaçta gelirsem geleyim, gece yatıncaya kadar zaman nasıl
geçiyordu anlayamıyordum. “Emziğini getir babası,”, “Altını alalım babası,” derken saat
gece yarısını buluyor ve yatağa kendimi zorlukla sürüklüyordum. Bir de anneanne bizle
kalmasa ne yapardık, aklıma bile getirmek istemiyorum.
Bir dostum, “Gerçek evlilik çocuktan sonra başlar,” demişti, ne kadar doğru
söylediğini şimdi anlıyorum. Biz, kızımız doğana kadar aynı evi paylaşan iki sevgiliymişiz
meğer. Kendi halinde yaşayıp giden, gezen tozan bir çiftken, bebeğimiz doğar doğmaz
karım, bir anda, ben ne olduğunu bile anlayamadan, çalışan kadından titizlik hastası bir
ev hanımına dönüşüverdi gerçekten de. Bunları da anlatmıştı çocuk sahibi olan
arkadaşlar. Güya hazırlıklıydım. Hatta ne kadar hazırlanırsam hazırlanayım, aslında tam
olarak hazır olamayacağımı bile söylemişlerdi. Ama işte, “Yaşanmadan bilinmez,”
boşuna demiyorlar.
Aslında ilk altı haftayı atlatınca işler düzelmeye başladı hafiften. Karım artık bana
sudan bir nedenden bağırıp çağırmıyor; münasebetsiz teyzem ziyaretimize gelip,
“Loğusanın mezarı kırk gün açık kalırmış,” gibi bir söz edip gittikten sonra oturup hüngür
hüngür ağlamıyordu.
Her neyse, üç ay kadar önce bir gün eve dönerken, kırk günü geçeli hayli zaman
olduğundan rahatlamış olacağım ki, “Bu böyle gitmeyecek, başka bir yol bulmalıyım,”
dedim kendi kendime.
Her akşam eve dönerken, bu gece ne yapıp edip herkes yatınca direnip biraz
yalnız kalacağım, demenin hiçbir işe yaramayacağını kabullenmiştim. Ne yapıp edip
kendimle kalmak için bir yol bulacaktım. Önce saat yedi gibi ofiste olup, en az dokuza
3
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
kadar yazmayı, kitap okumayı denedim. Ama daha ilk haftada bundan vazgeçmek
zorunda kaldım. Şehirde trafik çıldırtıcı boyutlara ulaştığından, insanlar çok erkenden
ofise geliyorlar ve yanıma gelip havadan sudan sohbet etmek ya da iş konuşmak
istiyorlardı. Oysa ben sadece yalnız kalmak istiyordum. Ekran filtresi edinip yazdıklarım
görünmemesini denedim ama insanlar öyle meraklıydılar ki… Kimseyle, en azından iş
arkadaşlarımla, ne yazıyorum, ne okuyorum gibi konulara dalmak istemiyordum. Bunun
üstüne akşam geç çıkmayı denedim ama böylesi daha da korkunçtu, çünkü geç çıkan
büyük bir grup altıdan sonra bayağı bir şamata yapıyordu. Bir yandan da belli bir saatten
sonra kızımı deli gibi özlüyordum. Yanında olmak, kucağıma alıp oynamak istiyordum.
Sabah erkenden kalkıp evde çalışma odasına kapanmayı denediğim de oldu.
Zaten hafta arası işe giderken, uykusuzluğa dayanamadığım için karımla odayı
ayırmıştık. Sessiz sedasız kalkıp masanın başına oturabiliyordum. Ama kızım erkenden
uyanıp yaygarayı basınca, yanlarına koşuyordum. Koşmayıp da ne yapacaktım ki, sesini
duyduğumda dayanamıyordum. Ağlıyorsa içim üzülüyordu, gülüyorsa keyfine ortak
olmak için yanıp tutuşuyordum.
Tabii sonra, bu işin aynı evde olamayacağını kabullenip başka yollar düşünmeye
başladı___________m. Aklıma ne geliyorsa denemeye değerdi. Ben de hepsine birer şans
veriyordum. Sabah erkenden deniz kıyısındaki çay bahçelerine oturduğum oldu, ama
başımda dönüp duran veya uzaktan çayım bitmiş mi diye bakan garsonlara tahammül
edemeyip vazgeçtim. Çok ilginçtir, anlatsalar inanmam, koca şehirde kafama göre ne bir
kafe, ne de basbayağı bir kahve bulamadım. Günde iki saat görünmez olmak isterken,
oturduğum her köşede, gelip gidenler bana bakıyormuş gibi hissedip rahatsız oldum.
Tuhaftır, ümitsizliğe de kapılmıyordum. Canım sıkılıyordu, ama her doğan günle
yeni bir başlangıç havasına giriyordum. Oturduğumuz dağ başındaki site lükstü lüks
olmasına da, ona giden yol korku filmi gibiydi. Gecekonduların, eğreti dikilmiş
apartmanların içinden geçilerek varılıyordu siteye. Küçük gördüğüm için söylemiyorum
bunları. Böyle yerler çok çeker beni. Daha iyi şartlarda yaşadığım için belki de, o sefalet
manzaraları, ruhumun benim bile bilmediğim bir köşesine hep iyi gelmiştir öteden beri.
Yine bir gün, işten eve dönerken, ışıkta durduğumda, yol üstünde gözüme takılan
ruhsuzluk abidesi bir apartman çağrıştırmış olacak; öğrenciliğimizde ders çalıştığımız,
gitar çalıp şarap içtiğimiz, okuduğumuz, dertleştiğimiz Ozan’ın öğrenci evi düştü aklıma.
Daha önceleri de özlemle anardım o evde geçen yıllarımızı ama; o günden sonra, eskiler
aklıma daha sık gelmeye ve böyle bir evin derdime çare olabileceğini düşünmeye
4
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
başladım. Birkaç gün, ana yoldan geçerken ara sokaklara göz ucuyla bakıp durdum.
Sonunda, kafamda sığınak -Ozan’ın evine böyle derdik üniversitede- fikrini çok da evirip
çevirmeye fırsat bulamadan, bir akşamüstü emlakçıda buldum kendimi. Bir yanım,
saçmalama, diye avazı çıktığı kadar bağırırken öteki, neden olmasın diye fısıldıyordu
kulağıma ve ben yine ne olduğunu anlamadan eve üç kilometre uzakta, fakir mi fakir bir
mahallenin çıkmaz bir sokağının ucundaki apartmanda bir daire kiraladım. Kirası belimi
bükecek cinsten değildi. İyi bir ev kiralayacak kadar zengin değildim tabii. Yani gücüm
yeterdi yetmesine de, çocuğumun rızkından veriyormuşum hissine kapılırdım, çok para
vereceğim bir yer olsaydı. Zaten lüks isteyen kimdi ki? Sade, eski öğrenci günlerini
andıracak, kimselerin beni tanımayacağı, eve yakın, trafik çekmeden ulaşabileceğim bir
yerdi bana gereken ve bu ev tüm bu özelliklere fazlasıyla sahipti.
İnanılmaz keyifliydim başlarda. Ortalık da yazmaya, okumaya çalışmaktan çok
daha verimliydi böylesi. Eve dönmeden veya işe gitmeden iki saatliğine uğruyordum
sığınağa, böylelikle trafiğe de takılmıyordum. Doya doya iki saatliğine bir kitaba
gömülmek çok mutlu ediyordu beni. Eve gittiğimde de daha sağlam oluyordum, hiçbir
şey batmıyordu artık bana. Söz gelimi, eve döndüğümde bir misafir falan varsa, karımla,
kayınvalidemin tozdan, kirden, maytlardan bahsetmeleri hiç mi hiç koymuyor; karımın
son zamanlarda değişen zevkine göre döşenmiş salonumuzdaki porselen biblolar,
gümüş mumluklar, dantel sehpa örtüleri ve benzeri ıvır zıvır gözümü yormuyordu. Benim
toz içinde ve tüm eşyası divan, masa, küçük tüp, elektrik sobası, çaydanlık ve birkaç çay
bardağından ibaret olan bir ikinci evim vardı ve her gün eve, esas evime yani, ruhum
dinlenmiş olarak gidebiliyordum. Dünyanın en büyük sırrına sahipmiş gibi hissetmeye
başlamıştım kendimi ve bu benim hayatımı kendi gözümde dahi sıradanlıktan
uzaklaştırıyordu. Artık gelen giden bizi, diyetlerin yararsızlığı, hayatın giderek
pahalılaşması ya da yatırım yapmanın gerekliliği gibi sohbetlere çekerken bıyık altından
sırıtarak, kendimi üzmeden ve mideme ağrılar girmesine izin vermeden
konuşabiliyordum.
Sığınağa kendimi attığım bazı günler ne yazabiliyor, ne de okuyabiliyordum. Öyle
zamanlarda, iki saat yerine, bir iş seyahatini bahane edip birkaç gün orada kalabilmeyi
arzuladığım da oldu. Ama sırt üstü divana uzanıp, tüm hakkımı tavana bakarak
geçirdiğim böyle günlerden sonra bile, yine de arındığımı hissedince buna hiç gerek
duymadım.
5
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Sırrımdan hiçbir dostuma bahsetmemiştim. Hem herkes bin bir köşeye dağılmış,
hayat gailesine dalmışken kim anlayabilirdi ki beni? Yalnız yaşını başını almış emlakçı,
hâlimi tavrımı yerinde görüp o mahalleden ev kiralamak isteğimden şüphelenince, niyetin
kadın falan getirmekse, bu mahalle kaldırmaz, demişti. Ben de sadece ona kısmen açık
olmuştum. Eve gitmeden kafa dinleyecek, çok da kira vermeyeceğim bir yer bakıyorum,
diye gevelememe çok inandığını sanmam. Ama bir olay olsa bile, ucunun ona
dokunmayacağını düşünmüş olmalı ki çok üstüme gelmedi. Sadece evi kiralamakla
kalmayıp divan, masa gibi temel eşyaları toparladı. Gerisiniyse zaten ben kısa zamanda
hallettim.
Evde yapamayacağım her şey mümkündü orada. İki odadan ibaret evin
saloncuğunda, piknik tüpünün üstünde çay demleyip, keyfimce ardı ardına sigaralar
tüttürebiliyor; ufak tıpırtılar duymak için aldığım dua çiçeğinin yapraklarını kaldırırken
çıkardığı sesleri, sırf paşa gönlüm istedi diye dakikalarca dinleyebiliyordum. Canım neyi
istiyorsa ona kafayı takıp gündelik hayatın sıkıcılığından sıyrılmak buydu işte. Bir gün,
çocukluğumda karlı bir kış gecesi boğazda çıkan yangın ve yanan ahşap evleri
hatırlayıp, notlar almışsam; diğer bir gün, insanları sırlarının büyüklüğüne göre
ölçeklendirip, şehre dağılımlarını yansıtacak bir harita oluşturma fikri üstüne
düşünebiliyordum. Oradan yola çıkıp ertesi gün eve haritalar, atlaslar getirip, duvarları
uçtan uca getirdiklerimle kaplıyor; öyle kendimden geçmiş hâlde çalışırken, ara ara
durup bu topraklarda yaşamış her bir şairin sırları hakkında bir kitap yazılmış olsaydı,
günümüzü bunun ne ölçüde değiştirmiş olabileceğini hesaplamaya çalışıyordum. Uzun
lafın kısası, hayatta ilk defa gerçekten bana ait bir mekânım olmuştu ve ben kendimce
oyunlar oynuyordum.
Bir akşamüstü, sığınakta, “Kaçmadan Önce Yapılması Gerekenler” adını
verdiğim fantezi defterimin yapraklarını çevirirken, aslında hiçbir zaman gerçekte her
şeyi geride bırakıp çekip gitmek istemeyeceğimi, ama böylesine kurmacaların neden
beni bu kadar rahatlatıp, nefes aldırdığını bininci kez sordum kendime. Neden öğrenci
evlerini andıran böyle bir sığınağa ihtiyaç duyuyordum? O yıllarda aklım geleceğin
hayalleriyle meşgulken neyi yeterince yaşamamış, neyi kafamda çözüp tam olarak
bitirememiştim? Sonra karım, şu durumu bilse ne derdi diye düşündüm. Böyle bir sırrı
taşımanın mutluluğu altındaki endişelerimi deştim tek tek ve onca yıl birbirimizden hiçbir
şey saklamamışken yaptığımdan utandım.
6
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Bu işin sonunun nereye gittiğini tahmin edemeyeceğimi anlayıp, durumumun
öyküsünü yazmaya karar verdim sonra. Öyküdeki kahramanın sonu kendi sonum
olacak, böylelikle çıkış yolunu bulacaktım. Mümkün olduğunca kimselere görünmeden,
sığınağa girip çıkmaya gayret ediyordum. Dikkat çekmemek için arabayı uzağa, ana yola
yakın bir yerlere park ediyor ve oraya kadar yürüyordum. Havanın erkenden karardığı bir
gece, sokak lambasının ışığında parıldayan kar tanelerine dalıp, tüm yolların
kapanacağını, kentin beyaz bir düşle boğulurken eve dönemeyeceğimi ve karımla,
çocuğumu bir daha asla göremeyeceğimi düşünüp bunaldıkça bunaldım. Güzel şeyler
düşünmeye çalışıyordum güya ama; bir anda, masanın başına oturmuş, kahramanı
sığınağında havagazıyla boğmaya veya soğuktan dondurmaya çabalarken buluyordum
kendimi.
Evden işe, işten sığınağa, sonra oradan tekrar eve bir hayalet gibi dolanıyordum.
Bir tek kızımla oynarken mutlu hissediyordum kendimi artık. Öyküyü yazmıştım, ama bir
türlü sonunu getiremiyordum. Bir gece bebeği anneannesine teslim edip, bir
arkadaşımızın sinema gecesine kaçmıştık. Ben film sırasında, kısacık bir uykuya dalıp,
bir rüya gördüm. Rüyamda sığınaktaydım. Bir kibrit yakıp masanın üstündeki bitmemiş
öykümü tutuşturuyordum. Sonra yanmaya başlayan kâğıtları bir ucundan tutup dua
çiçeğine fırlatıyordum. Sıkıntıyla gözümü açtığımda film bitmek üzereydi, biz de çok
geçmeden kaçmamız gerektiğini söyleyip özür diledik ve oradan ayrıldık. Karım kısacık
yolda yorgunluğa yenik düşüp gözlerini yummuştu.
Aklım her an öykümde, daha doğrusu sonunun nasıl olması gerektiğindeydi.
Birden, arabayı sığınağa doğru sürdüğümü dehşet içinde fark ettim.
Kendimi toparlayıp ana yola dönmeye çalışırken karım gözlerini açıp, “Nihayet
beni oraya götürmeye karar verdin,” diye fısıldadığında az kalsın bayılıyordum.
Son zamanlardaki garip davranışlarımdan şüphelenip takip mi ettin, yoksa
kütüphanemden birer ikişer eksilen kitapların izini mi sürdün, diye de soramadım tabii ve
o gece birlikte sığınağa gittik. İlk defa arabayı apartmanın önüne park etmiştim.
Rutubetten kabarmış duvarları izleyerek, en üst kata çıktık. Ben önde, karım arkada
merdivenleri tırmanırken neler geçmiyordu ki içimden. Belki yüzüme yansımıyordu ama
içimde fırtınalar kopuyordu. Beni terk edeceğini, buna mekân olarak da sığınağı seçtiğini
düşünüyor; kalbimin gümbürtülerini dinlerken, ellerimin titremesine hâkim olmaya
çalışıyordum. İçeri girip divana oturduk. İkimizde ağzımızı açmıyorduk. Konuşacak hiçbir
şey yokmuş gibi ben ona, o da eşyalara bakıyordu.
7
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Özür dilemeye, düşündüğü gibi olmadığını anlatmaya başlayacaktım ki, “Bu gece
burada kal, yarın konuşalım,” dedi aniden ve ayağa kalktı.
Arabanın anahtarını uzattım. Birden davranınca, o gece kesinlikle benimle
konuşmayacağını, zorlamamın da bir işe yaramayacağını anlamıştım. En azından o
gece bütün kuralları koymaya hakkı olduğunu düşünüyordum. Göz göze geldiğimiz o an,
aslında benim kötü bir niyetimin olmadığını bildiğini, huzur duymak için bunu yapmamı
mazur gördüğünü hissettim. Ama yine de aramızdaki köprülerden birinin,
düzeltemeyeceğimiz şekilde yıkıldığına da emindim.
Pencereden arabaya binişini seyrederken, bütün gece sessizce yağan kar tipiye
dönüyordu. Sigarama uzandım. Bir kibrit çakıp, alevin yavaş yavaş ilerleyişini izledim bir
süre.
Ertesi sabah kapıyı çekip çıkarken, kolumun altında dua çiçeği, bir daha asla geri
dönemeyeceğimi bildiğim sığınağa son kez doya doya baktım.
8
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
ÖYKÜ ÖDÜLÜ İKİNCİSİ
2.
Şenay Eroğlu Aksoy
1968 Kayseri doğumlu, laborant olarak çalışıyor.
Öyküleri 2007 yılından bu yana dergilerde
yayımlanıyor. Bir öyküsü Yılmaz Güney Sanat
Festivali kapsamında düzenlenen öykü
yarışmasında mansiyon ödülü aldı. Kitap-lık,
Notos Öykü, Sözcükler, gibi dergilerde öykü ve
eleştiri yazıları yayımlandı.
SARI VE DÜŞLER
Yalan söylese de Sarı’yı seviyorum.
Karanlık yüzlü evlerin pencerelerinden gülümseyen kadınlara bakarak
yürüyorduk. Sarı, yıllardır karşısında duranlar gözünde farklı bir anlama bürünmüş bir
yeniyetme gibi solukları hızlanarak bakıyordu kadınlara. Pencere önlerine yığılmış
erkekleri yararak evlerden birine yanaştık. Kadınlar kirli eşyalarla kaynaşmış
çıplaklıklarını gülümseyerek sergiliyorlardı. Etrafımızı çeviren adamlardan biri “İlk mi
lan?” dedi Sarı’ya dirsek atarak. Başını yere eğdi. Yan gözle ona baktım. Kumral saçları,
ince uzun yüzü beni yıllar öncesinde kalan evime götürüyor, başını çevirip yüzüme
baktığında iyiden iyiye kardeşim oluyordu. İçimde biriken öfkeden nasibini almamış tek
insana, kardeşime, nasıl da benziyordu.
İki gün önce “Tamam,” demiştim Sarı’ya “Ben götürürüm seni. Ama para
bulmamız lazım.” “Sen merak etme abi patrondan aşırırım,” demişti parlayan gözleriyle.
Şansımız yaver gitmiş, o gün patron kupon yapıp Sarı’nın eline tutuşturmuştu.
Kabarmış, küfürlü erkek sesleri etrafımızda parlayıp sönerken, geçmişe uzanmış
aklım tanıdık bir sesle irkildi. Arkama döndüm. Sarı’nın patronu, öfkeden kıpkırmızı
olmuş suratıyla bildiği tüm küfürleri sayıyordu. Hışımla Sarı’yı kolundan yakaladı:
9
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
“Ulan ibne, ben seni nereye gönderdim?”
İri el havaya kalktığında fırladım. Düşler, kardeşim ve her şeyi ardımda bırakarak
kaç sokak geçtim bilmiyorum. Karanlık bodrumlardan birine daldım. Sırtımı duvara
dayayıp çömeldim. Sağa sola eski eşyalar atılmış, nemli bodrum leş gibi kokuyordu.
Biraz dinlenince cebimdeki parayı hatırladım.
Sarı kaçamadıysa sızlanmaya başlamıştır. Patronu tokadı basınca her şeyi
üstüme yıkıp sıyrılıvermiştir altılının ağır yükünden. İlk değil bu!
Onu bulunca…
Kalabalığın arasında oturan Sarı’ya çökmüş bir yüzle yaklaşıp omzuna
dokunacaktım. O, başını çevirdiğinde bütün çocuklar susup ihanete uğramış, acılı
gözlerime bakacaklardı. Bense onunla kısa bir süre göz göze gelip başımı yere
eğecektim. Kulağına eğilip “Gel” diyecektim. Sarı, yaptığı yanlışın ağırlığını omzunda
taşıyarak arkamdan gelecekti. Çocukları öylece bırakıp boş arsaya geldiğimizde,
nemlenen gözlerimi ona göstermeden, elimin tersiyle burnumu silecek ve yumruğu
patlatacaktım. Düştüğü yerden başını kaldırıp kanayan burnundan eline bulaşan kana
bakacak “Affet,” diyecekti. O anda duvarın arkasındaki çocuklar gizlendikleri yerden
çıkacak ve ardımdan geleceklerdi. Biraz yürüdükten sonra Sarı’ya dönüp:
“Gelme,” diyecektim ve tekrar elimin dışıyla burnumu silecektim.
Bodrumdan çıktığımda etrafta kimseler görünmüyordu. Ulan Hayri, dedim kendi
kendime karnından gelen sesler sokağın başından duyuluyor. Cebini ısıtan mangırla
sustur şu gurultuyu. Caddeye çıktım. Kalabalığı, asasıyla denizi ikiye ayıran Musa gibi,
yararak yürüdüm. Üzerime üzerime gelen kadınlara, sivrilmiş memelerine baktım.
Camların ardındaki kadınlar geldi aklıma. Sarı ilk görüyordu onları. Hevesi kursağında
kaldı. “Kalsın dürzünün“ dedim, havadaki ihanet kokusunu içime çekerek.
Büyük vitrinin önünde durdum. Ellerini öne doğru uzatmış, minik burunlu, ince
parmaklı mankenlere baktım. İçlerinden biri elime uzandı, yürüdüm şeffaf camdan içeri.
Elim sıcacık avucunda eriyordu. İleride bizi bekleyen posta arabasına bindik.
Araba tozlu, bitkiden yoksun yollarda, hızla ilerliyordu. Adını bilmesem de kadını yıllardır
tanıyor gibiydim. Uzun çizmelerim, daracık kotumun üzerinde kalçamı döven silahımla
perdeleri aralayıp sık sık yolu kontrol ediyordum. O ise yeşil gözlerini bana dikmiş,
öylece bakıyordu. O duru gözlerde yıkanmalıydım ama tehlikeye yazgılı bir kovboydum
10
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
ve bir kadına asla bağlanmamalıydım. Dışarıda, atlar tozu toprağı birbirine katarak
koşuyor, kişneme sesleri duyuluyordu. Birden dikkat kesildim, bu kadar kişneme normal
değildi. Kadına sessiz olmasını işaret ettim. Derin dekoltesinden taşan göğsü hızla inip
kalkıyordu. Silahın horozunu kaldırmış, hazır bekliyordum. Atlar deli gibi ırmağa daldı,
perdeleri açıp ilerideki sık ağaçlara baktım, saldırmak için uygun yerdi. Yedek silahımı
da çizmemde saklıyordum. Korkudan titreyen kadını koltuğa yatırıp ağaçların arasına
gizlenmiş başları birer birer indirdim . Sürücü, terlemiş atları dört nala koşturuyor, bizi
içine düştüğümüz bataktan kurtarmak için elinden geleni yapıyordu. İleride, kasabanın
yıkık evleri göründüğünde arabamız delik deşik olmuş ama kadın iyice yanıma
sokulmuştu. Tozlu meydana girdiğimizde araba büyük bir daire çizerek durdu. Atlar
kişneyerek şaha kalktı. Elimdeki silahı kılıfına yerleştirip arabadan atladım. Kadın eteğini
toplayarak arkamdan geldi. Omzuma yavaşça dokunarak dudaklarıma sıcak, uzun bir
öpücük kondurdu. Kadın uzaklaşırken posta arabacısına baktım. Sarı, arabanın
üstünden gülümsüyordu.
Midemden gelen gurultular iyice artmıştı. Şöyle bir kafayı kaldırıp etrafa baktım,
gördüğüm ilk kebapçıdan içeri daldım. Masaya oturduğumda garsonlardan biri yanıma
yaklaşıp:
“Paran yoksa uğraştırma,” dedi.
Cebimdekini çıkarıp salladım. Önüne kuşandığı önlüğün cebindeki kağıdı çıkardı.
“Önce acılı adana, sonra da kadayıf,” dedim.
Garson koca kıçını sallayarak uzaklaşırken:
“Hey! Bi de ayran,” diye arkasından bağırdım.
Adam bana döndü. Saçları dikleşip gözleri karanlık, izbe bir kuyunun dibindeki su
gibi parladı. Hâlâ elimde duran parayı yavaşça kaldırıp bende olduğunu hatırlattım.
Beline kadar kaldırdığı kâğıda bir şeyler yazarak uzaklaştı.
Lokantanın önünden insanlar geçiyordu. Alttan alta birbirini süzen insanlar...
Sahipsiz ve sokakta olan her şeyi kendi malı zanneden üzerime eğilmiş erkekler,
yüzüme bakamayan kadınlar, baş belası çocuklar... Onca piçin arasında bir Sarı’yı
gözüm tutmuştu, o da yalancıydı. Ne zaman başı sıkışsa numaraya başlıyordu.
Garson, kebabı ayaklarını sürüyerek getirdi. Koca tabağın içinde pilav,
soğan…Birkaç dakikada yemeği bitirdim. Garsonun yana devirdiği başıyla beni
11
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
seyrettiğini fark ettiğimde gülümsedim. O ise gülümsememeye kararlıymış gibi arkasını
döndü. Yağlı elimi havaya kaldırarak bağırdım.”Hesabı alabilir miyim?” Benimki sesimi
duyup duymazlıktan geldi. Birazdan işe yeni başladığı her halinden belli olan genç komi,
öğretilmiş bir suratsızlıkla hesabı önüme bıraktı. Lokantanın kapısından çıkarken yere
düşen önlüğüne uzanmış garsona baktım. Arkasındaki tabloda duran matador bendim o
ise;
Arena çığlıklarla inliyordu. Günlerdir yanıp sönen neonlarda adımı ezber etmiş
kasaba halkı tribünleri tıklım tıklım doldurmuştu. ‘ Büyük matadorun büyük günü, önünde
yıkılmaz bir set gibi duran besili, iri boğa birazdan önüne fırlayacak!’ Arenaya çıktığımda
seyircilerin hepsi ayağa kalkıp ellerindeki çiçekleri ortaya savurdular. Bir selam… Alkışlar
dinmek bilmiyor. Bir selam daha... Elimi kaldırıp oturun anlamına gelen hareketler
yapıyorum. Seyirciler hemen oturup sessizce bekliyorlar. Etrafta çıt yok. Birazdan
paravan açılıyor ve boğa meydana koşuyor. Ben, kenarda duran garsonun yere düşmüş
beyaz önlüğünü kapıp “Toro, toro” diye bağırıyorum. Boğa delirmiş gibi elimdeki önlüğe
koşuyor. Çok kızgınım, mızrağımı bağrına saplamak istiyorum. Arenada birkaç tur
atıyoruz. Etraf öldür sesleriyle inlerken, elimdeki önlüğü boğanın üzerine atıp dışarı
çıkıyorum. Tüm kasaba seyircilerin çığlıklarıyla inliyor. Adamlar boğayı yakalayıp dışarı
çıkarıyorlar. Ben meydana girdiğimde beyaz önlük, yerde, toprağa belenmiş duruyor.
Alkış sesleri kulağımı oyuyor. Garson sessizce yaklaşıp önlüğünü alıyor. Bense alkışlar
arasında seyircileri selamlıyorum.
Dışarıda bahar havası vardı. Cebime baktım. Bugünü keyifle devirecek kadar
para var. Arkaya, her zaman takıldığımız mekâna çıktım. Kahvelerin camlarından
bakarak yürüdüm. Karşıdan şişmiş burnuyla Sarı göründü. Bakmadım. Koşarak yanıma
geldi.
“Abi, patron arkadaki kahvelerde deli gibi seni arıyor.”
“Hadi lan!” dedim istifimi bozmadan “Beni yine gammazladın değil mi? “ Başını
öne eğip şiş burnunu tutarak ”Kıracak zannettim,” dedi. Patron, karşıdan, koca göbeğini
sallayarak bize doğru koşuyordu. Fırla, dedim Sarı’ya:
“Gidip karnını doyuralım.”
28.4.2008
12
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
ÖYKÜ ÖDÜLÜ ÜÇÜNCÜSÜ
3.
Hamza Aytaç
1978 İstanbul doğumludur. İngilizce İşletme eğitimi
almıştır. Serbest reklam yazarlığı
ve sanat yönetmenliği yapmaktadır. Edebiyat
dergilerinde öyküleri yayımlanmış, yazar
ve tasarımcı olarak ulusal ve uluslararası
yarışmalarda ödüller kazanmıştır.
İlk romanının çalışmalarını sürdürmektedir.
KOVULMUŞ
Şeytan; cennetten sürüldüğü günden beri insana
hep yalan fısıldamıştır,
cehennemde yalnız kalmaktan korkar çünkü…
Yalan söylediğim doğru. Artık herkesin; yalancılığın, karakterinin bir parçası
olduğuna kuşkusuz inandığı, hakkında yalancı oluşu dışında neredeyse hiçbir şeyin
bilinmediği, bilinen bütün dillerde aynı hikâyenin kötü adamı olmuş, her birinde farklı adla
çağrılan bir talihsizim ben. Bu gerçeği değiştirmek için hiçbir şey yapamam artık, yine de
gerçek ismimin hikâyemin ilk anlatıldığı topraklarda bile unutulmuş olması az da olsa
içimi rahatlatıyor. Soyumdan gelenlerin boyunlarını utançla eğmediğim için değil, ne de
olsa adımı taşıyan bir tek kişi bile kalmadığı, öldüğüm gün tohumlarım, toprağın iki
buçuk metre altında, kırkayakların şeffaf midelerine, böceklerin ve çıyanların dışkılarına
karıştığı için. Ancak şimdi bile; mezarımda bin yılın yağmuruyla ıslanıp kurumuş
kemiklerim sızlıyorsa, bunun sebebi söylediğim yalanları sırf eğlence olsun diye
uydurduğumu yazmalarıdır. Her defasında aynı şeyleri söyledim, başıma açtığım
musibet gerçekleşene dek üç kez tekrar ettim aynı sözleri, ancak hikâyemi yazanların
çoğu kendi çokluk imgelerine göre değiştirdiler bu gerçeği; bazısı beş defayı yeterli
13
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
gördü, çoğu beşten fazla olduğunu yazdı. Yazarların kendileri bile iki defa tekrar edilen
yalanın üçüncüsünde yaşanan musibeti haklı göstermek için yeterli olmayacağını, bunun
vicdanlarında bir sızı yaratacağını duyumsuyorlardı; üstüne üstlük bunun bir huy olarak
ruhuma yerleştiğini söyleyebilmek için daha fazla kanıta ihtiyaçları vardı.
Yirmi yedi yaşında zatürreeden öldüm; yağan yağmurun sırtıma yüklediği ağırlığı
saatlerce taşıdığım için, sırtımdaki paltodan akciğerlerime sızan su yüzünden. Bin iki yüz
otuz sekiz yıl önce; son nefeslerimi ciğerlerime hırıltıyla doldurup boşaltırken yatağımın
başında yalnızca bir kişi vardı, benimle aynı işi yaparak yaşamını kazanan, yağmurdan
sığındığım bir ceviz ağacının altında, ölmeden birkaç gün önce tanıştığım yaşlı bir
adamdı bu. Yağmur; çayırları çamur içinde bırakmıştı o gün, cevizin kocaman bir çan
gibi gölgeleyip koruduğu dibinde bir süre daha durup yağmurun dinmesini çaresiz
bekledik. Bir ceviz ağacının altında olmasaydık o gün o ağacın altında uzun süre
bekleyebilirdik, o gece orada uyurduk belki de, ben de hikâyemin başka türlü yazılmasını
sağlamak için birilerine bir şeyler anlatabilirdim. Ama defalarca gördüğüm, iki üç ceviz
ağacının dallarına iliştirilen gölgeliklerle oluşturulmuş tavanı, bir kaç eğreti tahta masa ve
sandalyeyle tamamlanmış tabanıyla derme çatma beş altı meyhanenin imgesi beni
ölesiye korkutuyordu. Çünkü bu meyhanelere içki içip hayaller kurmak için gelen
adamlar, akşamları ceviz ağacından yayılan efsunlu zehir kanlarına karıştığı için
çabucak sarhoş olmuyorlar, meyhaneciler de sarhoşluğu arayan bu adamların yılgın
acelesinden daha fazla para kazanıyordu. Her ne kadar meyhanecilerin tümü, ağız birliği
etmişler gibi açık havanın içki içenlerin zihinlerini açtığını, bu yüzden sarhoş olmalarının
uzun sürdüğünü söyleseler bile. Oysa gecenin sonunda içkinin bulandırdığı zihinleriyle
sızıp kalanları hiç vakit kaybetmeden cevizin altından dışarıya taşımak için akşamları
bazı gençlere sürekli maaş bile verirlerdi. Sarhoşlar; gökyüzünde uçan kokuşmuş balık
sürülerini, ağaç boyundaki mızrak gibi uzun bacaklarıyla etrafta dolaşan koca kafalı
ucubeleri ve göğüslerine çöreklenen karabasanları görmeye başladıklarıü_ü_ü_ü_ü_ü, işaret
parmaklarındaki, kir ve taharet artığı dışkıyla dolu sivri tırnaklarını kemik parçaları
üzerinde bileyen cadıların madensi gıcırtısını işittikleri anda iniltiler çıkarmaya
başladıkları için onları çayırlara boylu boyunca yatırırlardı. Gömleklerini pembe
göğüslerinden iki yana sıyırır, yüzlerine iki kişinin zorlukla taşıdığı kocaman bir kova
suyu boca ederlerdi. Ben bunların sadece içkinin ve sıcak havanın gösterdiği karışık
hayaller olduğuna pek inanmazdım, aksine ceviz ağaçlarının doğal bir içgüdüyle
yaydıkları ekşi buğunun anason ve üzüm kokusuna karışarak yarattığı, belki de o sırada
ağaçların altındaki cinlerin düğünlerinde içilen ve başka türden bir sarhoşluk yaratan
14
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
zehirli bir şerbetti o. Bu yüzden vadideki belki de birkaç ceviz ağacından birinin altında
uzun süre beklemeye katlanamazdım. Sonrasında dilimdeki pasla bir kaç gün yatıp,
öldürücü gece nöbetlerinin ardından, ciğerlerimi dolduran iltihap yüzünden beni
öldürecek zatürreeye bilmeden kaçışımın sebebi de buydu işte.
Başıma o belanın açıldığı, bugün burada bunları anlatmama sebep olan o
günden önce; o günün sonrası kadar mutsuzdum. İlk günlerde hakkımda anlatılanlar
içinde; çirkinliğim, konuşurken ne kadar inandırıcı bir heyecanım olduğu, bir gözümün
küçükken geçirdiğim bir hastalık yüzünden diğerine göre daha açık duruşu, ağzımın
yüzüme yakışmayan büyüklüğü, kulaklarım, ellerim, parmaklarımın incecik boğumları,
aslında kumral olan yüzümün güneşte evrildiği esmerlik, hatta yüzümdeki benlerin sayısı
bile vardı. Öylesine açık ve detaylı bir anlatımdı ki bu; civar köylerde, hatta uzak
beldelerde bile hikâyemi duyan herkes beni o anda, ilk bakışta tanıyabilirdi, doğrusu ben
zaten kolayca fark edilebilecek kadar çirkin yaratılmıştım. Bütün bu detaylı söylencelerin
amacı, etraftaki diğerlerini bu düşüncesiz yalancının şerrinden korumak olduğu için
onlara kızdığımı söylersem haksızlık olur. Çirkinliğimin yüzyıllar sonra yazılanlar içinde
yer almayışı; böylesine bir hikâyeyi daha renkli, gerçekçi ve heyecanlı kılmaya
yarayacak bu gerçeğin gizlenmiş olması ya da unutulması, artık kimsenin beni böyle
hatırlamayışı hiç şaşırtmasın sizi, çünkü o günlerde insanlar hala çirkinliğin doğuştan
gelen şekli ile insanın ruhundaki şerrin yüzüne yansımasındaki çirkinlik hali arasındaki
farkı anlayabilecek kadar talihliydiler. Hakkımda ilk defa yazanlara minnetim ancak
bunun içindir.
Çirkinliğimden hiç bahsetmediler lakin hakkımdaki hikâyeyi daha acıklı ve öğretici
kılmak için, köyün içinde bağırıp çağırarak son kez söylediklerime kimsenin
inanmadığına ve köylülerin beni çaresizlik içinde bıraktığına dair yalan söylediler, çünkü
iki kez tekrar ettiğim o affedilmez yalana rağmen kalbinin yumuşaklığına mağlup olup
zihnindeki şüphenin doğruluğuna zerre kadar da olsa ihtimal vererek, koşup gelen iyi
yürekli bir kaç kişi vardı. Bazılarının yazdığı gibi kurdun koyunlardan bir tekini bile sağ
bırakmadığı da doğru değil, koyunların bir ikisi başka bir etobur yırtıcının korkunç yüzünü
bir daha hiç görmeden iki üç yıl daha yaşayıp bir törende sıra ile kurban edildiler; bir kış
günü, bir geyiğin peşinden dikkatsizce koştukları bir takip sırasında, köylünün birinin
kurduğu tuzağa yakalanan kurt sürüsünün ölümünden bile sonraydı bu.
Ceviz ağacının altında karşılaştığım yaşlı adam, beni ilk gördüğünde tanımıştı
ama herkesin baktığı gibi tiksintiyle izleyip, gözlerimin orantısını göz kararı ile ölçmedi,
15
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
yüzümdeki benleri saymadı, aksine şefkatle inceleyip anlamak istediğini gösterdi.
Anlamak için çaba harcar gibi göründü ama o da diğerleri gibi bu utanç verici öykünün
sebebini sormadı bana, öldüğüm güne kadar birlikte geçirdiğimiz bir iki gün boyunca hiç
açmadı bu konuyu. O zamanlar; çoluk çocuğum olmadığı için ölümümle sona erecek bir
işkence olduğuna inandığım, yüzyıllar boyunca beni mezarımda kıvrandıracak bir
söylenceye dönüşeceğini tahmin edemediğim için ben de hikâyemi anlatıp, yeniden
hatırlamak ve huzursuz olmak istemedim. Benden kısa süre sonra ölecek olsa bile,
hakkımda iyi bir iki şey anlatabilecek tek kişiye de hiç bir şey söylememiş olmam şimdi
çok fazla üzüyor beni. Olanları ölümün dipsiz uzaklığı içinde bile, az önce yaşanmış gibi
her an yeniden duyumsuyor, o korkunç günde ayağa kalkıp köye ulaşmadan önce
kurtların sivri dişlerinde parçalanmış olmayı diliyorum.
Bir kış günü yıllardır yaptığım gibi erkenden uyanıp, koyunları köyün birkaç yüz
metre dışındaki ağıldan çıkardığımda; daha önce keçiyle tıka basa doldurulmuş dört
duvardan, kesif, soğuk ve ıslak bir keçi kokusu genzimden damağıma indi. Uzaktan
kurtların uluma sesleri geliyor, seslerin tepelerden dönen yankısı, zihnimi dağdaki
kurtların sayısıyla dolduruyordu, titriyordum. Hava öylesine soğuktu. Bir süre ağıldan çok
uzaklaşmadan donmamış çimlerle kaplı bir otlak aradım, her yer incecik bir buz
örtüsüyle kaplıydı ve koyunların ayaklarının çiğnediğiyle, ağızlarının gevelediği buzlu
çimen aynı iç gıcıklayıcı sesi çıkarıyordu. Yüreğim ürperiyordu, bu ses bana dişlerimin
arasında bir parça yün çiğnediğim hissini verdiği ve ölümünün son anlarında içi ürperip,
midesi bulanan, sonra babamın kollarında can veren annemi hatırlattığı için. Öğleden
sonra hava daha da sertleşti, güneş gri bulutların arasında belli belirsiz parıltısını
kaybedince ellerimi titreten bir soğuk etrafı kapladı, bir rüzgar yüzümü yalayıp geçerek
kulaklarımı bir bıçak gibi kesti. Çok geçmeden koyunları bir araya toplayıp yola
koyulduğumda olağanüstü bir şey oldu, gri bulutlar yok olup gitti, kuştüyü yastıklar gibi
ak bulutlar gökyüzüne üşüştü, güneşin rengi içine safran katılmış süt gibi donuk bir
sarıya döndü ve önceki öğle ayazı yerini ılık bir ikindiye bıraktı. Kar başladı. Yağan karın
yüzüme düşen tanelerini seyrederken o günün büyüsüyle sarhoş oldum, kara koyunlar
bir süre sonra diğerlerinden kolayca seçilmemeye başladılar, beyaz olanları
üzerlerindeki ağıl kirini yitirdi, hepsinin tüylerine sinmiş keçi kokusu da böylece yitip gitti.
Yüzümün tam ortasında sağ gözümün altında kocaman, kara bir ben vardı, bu siyah et
parçasının üzerini sağ gözümle bulanık bir tepe gibi izleyebiliyordum, kar taneleri
üzerinde eridikçe belirsiz bir hayal gibi seyrediyordum onu, ara sıra üzerine biriken suyu
elimle temizlemeyi ihmal etmeden.
16
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Kurtların sesi kesilmişti, etrafı gözlerimi hiç ayırmadan gözetlerken bir yandan da
acele etmeye çalışıyordum, her an gerçekleşebilecek bir felaketten korunmak için.
Köyün hemen yanı başına erişip, köy sınırının kuzeyinde, küçücük bir tepenin üzerine
dizilmiş sessizce bekleşen kurt sürüsünü görmeden önce. İşte tam o anda yalnızlığımın
yılgınlığıyla köylüleri etrafıma toplamak için söylediğim yalanları ilk kez anımsadım, tek
başına ölecek olmanın çaresizliği göğsüme yüklendi, bu sırada göz kararı ile sürüdeki
kurtları saymaya uğraştım. Kalabalık sürü karın gökyüzünden inişi kadar sessiz
bekliyordu beni, bir insan zekâsıyla ölçülüp biçilmiş gibi tepenin üzerinde geçecek yer
bırakmadan köye giden yolun tam üzerinde. Bu kahredici sessizlik; köye erişmeyi
başarsa bile hep aynı şey hakkında birkaç kez yalan söylemiş biri olarak beni kolaylıkla
ölüme mahkûm edebilirdi, çünkü bu kez köylülerin bana inanmalarını sağlayabilecek tek
sebep de karın sessizliğine karışacaktı. Korktum. Hem de bu köpek sürüsünden, köpek
gibi.
Gözlerimi açtığımda önümde dişlerinin arasında kan ve bir koyunun çiğ etinin
incecik sinir iplikleriyle, öfkeli bir kurdun mavi gözlerini gördüm. Göğsü şişip inerken
nefesindeki demir kokusunu duydum, duru, sıcak bir demir kokusuydu bu. Biraz sonra
beni boğazımdan yakalayıp, damarlarımı parçalayınca, kalbim bütün vücudumda
hissettiğim zonklamalarla içimdeki kanı kurdun yüzüne püskürtecekti ve birkaç saniye
sonra titreyerek ölmeden önce sürüdeki diğerlerinin kollarımı, burnumu, kulaklarımı
ısırışını hissedecektim. Ruhum çirkin kılıfından sıyrılacaktı nihayet, arkasında didik didik
edilmiş, kendisini vücudundan tortu ve yapış yapış bir kanla çıkaran kadının bile zorlukla
tanıyacağı bir ceset bırakarak.
17
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Aydın Atılgan
1980 doğumlu. Ankara Hukuk Fakültesi'ni bitirdi.
Marmara Üniversitesi'nde AB Hukuku üzerine
yüksek lisansı tamamladı ve doktoraya başladı.
İstanbul'da bazı edebiyat atölyelerine katıldı.
Öyküleri Varlık, Parşomen gibi dergilerde
yayımlandı. Henüz yayımlatmadığı bir roman
çalışması var.
KIRAN
Öyle güçlü bir kum fırtınasına yakalanmıştık ki, her şey eski haline döndüğünde
hala yaşıyor olduğumuza şaşırmıştım. Kum taneleri yüzlerimizi, gözlerimizi, ellerimizi,
çıplak bulduğu her yerimizi yakmıştı. Nefes alabilmek neredeyse imkansızdı, toz
ciğerlerimize kadar işlemişti. Bazılarımız fırtınanın dindiğinin ayırdında bile değildi; hala
kum şövalyelerinin saldırısına karşı siper almış vaziyette, başlarını kıvrılmış dizlerine
gömmüş, yatarak bekliyorlardı. Kuru, genizleri yırtan öksürük sesleri yükseliyordu her
yandan. Bir yudum su istiyordum, sadece bir kez yutkunabilmek için. Bu sayede o an
ölmeyeceğime ikna olmak istiyordum. Ne var ki, zaten dibini görmüş mataram yoktu
görünürde. Aklıma hemen Sidar geldi. Yola çıktığımızdan beri iyi arkadaş olmuştuk
onunla. Beni dinleyen ve anlayan bir tek o olmuş, sırdaşlığımı kazanmıştı. Çok düzgün
bir burnu, ipiri, hep hayret ediyormuş gibi bakan gözleri, uzun ve kambur gövdesi, ince
ama güçlü telli saçları vardı. Bir damla suyu kalsa sakınmayacağına inandırmıştı beni.
Sidar’a bakınırken, kervanın ne kadar dağıldığını gördüm, uçsuz bucaksız bu tanrı
meydanında, ufka kadar her yer kuma bulanmış şaşkın insancıklarla doluydu. Fırtına irili
ufaklı kumullar yaratmıştı, çöl çiçekleri gibi görünen, kumulların içinden çıkmış eller
görüyordum. Zihni karıncalanmamış, dirayetli olanlar çabuk çabuk ellerinden çekip o
zavallı gövdeleri dışarı çıkarma telaşındaydı.
Ayağa kalkmam kolay olmadı. Üstüme yığılmış kumulcuğun ağırlığını onu
üstümden atmaya çalışırken hissettim. Sağ bacağım dizime kadar gömülmüştü. Ben de
herkes gibi bir kumadamdım. Büyük birikintiler kolayca savuşturulsa da, toz zerreleri ne
18
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
kadar silkelersen silkele çıkmıyordu. Kabuğumuzdu. Yüzler kaybolmuştu. Sarı-gri,
toprağın altından çıkmış ölülere benziyorduk. Ama gözaklarımız o parlak güneşin altında
bile gecenin ışıltılı gerdanlıkları gibi parlamaktaydı. İnsanları seçebilmenin tek yolu
olarak kalmıştı gözakları. Şekli, cismi farklı da olsa hep aynı korkmuş, yaralanmış,
küsmüş bakışlar içinde…
Ayağımın altından buz gibi kayan kumdan zeminin üstünde bin bir güçlükle
atmaya çalıştım adımlarımı. Gözlere bakıyordum tek tek. Kendine çekilmiş ruhlar
görüyordum o gözlerde, yapayalnız ve yabancıydılar. Kim olursa olsun, kervanın önünde
veya en arkasında yola dizilmiş olsun; kadını, erkeği bu kumdan başkalaşımı
hazmedememişti. Öksürüyorlar, aksırıyorlar, canavarca seslerle içlerine işlemiş kum
tanelerini çıkarmaya çalışıyorlardı. Silkeleniyorlar, eski derilerini, eski saçlarını
arıyorlardı. Su istiyorlardı. Oturdukları yerden, yattıkları yerden, kambur kambur,
dikilmeye çalışarak. Su… Fısıldarcasına, yavaş yavaş, zaten güneşin soğurduğu,
bedenlerinin dillerinin altından sunduğu damlacıkları tasarruflu bir biçimde harcayarak.
Pusudaydılar. Yüzükoyun, dilim dilim uzanmışlar, erken mahşerden korunmanın
tedirginliği içindeydiler. Günlerdir, kavruk canlarını sabırla sulayabilmiş bu insanlar
yalnızca yüzlerini değil bu yolculuğun başındaki vakur duruşlarını da, vaatlerle dolu
yoldaşlıklarını da yitirmişler, bir gölgeden bile silik ruhlara emanet kalmışlardı. Neredesin
Sidar?.. Seni arıyorum. Kambur bir fukarayım. Ben göremezsem seni, sen bul beni.
Senden başka kimseden bir şey isteyemem. Yalnızken, etrafımda şu çekirge sürüleri gibi
beni korkutan kumdan eşkıyaların avuçlarında, mahvolmuş türdeşlerimin arasında,
hafızamın derinliklerinden gelen bir sebepten nasıl da acizim.
Utanç içindeyim. Baktığım hiçbir yüzü tanıyamıyorum. Bundan değil, o yüzlere
daha önce bir anlam vermediğimden, bu yolun yabancısı olmamdan, onlara bir evveliyat
bırakmadığımdan zihnimde; uzun yol almış yalnızlığımdan, daralan nefesimden, sarkık
alt dudağımdan utanıyorum. Ağızlar açık, yamulmuş, çarpılmış hepsi; kahırdan inliyorlar.
Bu utançla, ancak şimdi tanımaya başladım hepsini, tozlu suretlerinden. Onların acıları,
kahırları gözlerimi keskinleştirdi. Uzak noktalara bakıyorum. Ama hala göremiyorum
seni.
Bir kumulun, yalandan bir tepeciğin eteğine bıraktım sırtımı. Dudaklarımın
kenarındaki tuzu yaladım. Öz suyumu harcadım istemeden. Onlar şimdi kavgada,
dövüşte. Tortuya dönüşmeye başlayan çamurlu suların uğruna, göğe yükselmiş
mataralara hücum ediyorlar. Kemik sesleri işittim, kırılan boyunlar, çıkan çeneler, kan
19
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
kusan ağızlar gördüm. Korkum daha da arttı. Ama kendime döndüğümde her türlü
duygudan uzaklaştım. Tuzunu kaybetmiş, soğuk ve kuru bir terin tutsağı oldum.
Kenardaydım. Hem yaşamın hem onların kenarında. Nasıl berrak görünüyor her şey
buradan. Kenar çizgisinde yatan biri hariç… Zaten ben görmedim, o sokuldu, yüzünü
gösterdi bana. Önce bana inledi sanki. Kafamı çevirdim, mercan gibi gözlerini gördüm.
Bir çöl sürüngeni kadar soğuk. O da kumun içinde, sanki bok bulamacında. Benden
başkasını görmüyor gözleri. Sokuldum, çocuk gibi bencilce yaklaştım. Seçmeye çalıştım,
zorlanıyordum, sanki birden fazlaydı orada. Başını arkaya yaslayınca gördüm,
kucağında kupkuruydu, bizim gibi yarım canlı bile değildi. Yüzü, gözü, eti, damağı
dökülmüş gibiydi. Kupkuru bir ot demetiydi. Çölün dengesizliğine doğmuş talihsiz, zavallı
bir ot öbeği. Canım burnumdan çıkmak üzereydi, insanlığımsa çoktan terk etmiş olabilirdi
beni ama bir damla suyu soramadım onu öyle görünce. Oysa o, kaskatı kundağı
kucağından indirdi. Bembeyaz mintanının ensesinde düğümlü bağlarını çözdü. İkiye
ayrılan örtüyü sol omzundan indirdi. Esmer ve ipiri memesi çıktı ortaya, gözyaşı gibi
akıyordu o meme. Gözüyle, başıyla, nasıl yaptıysa çağırdı, hiçbir anlam aramadım.
Kana kana emmeye başladım. Tadı yoktu, başka duyulardan gelen bir ekşiliği vardı.
Karnına kadar, ne verdiyse bana, soğurdum. Bir türlü doymadım. Kökünden sıktım, o ılık
meyvayı esirgemedi benden. Zaman durdu. Talihim ve mideme akan şükran duygusu
beni gülümsetmişti. Gözlerine bakamıyorum, göğsünü sıktıkça sıkıyorum. Tükenmiyor,
akıyor ağzıma. Bir doygunluk geldi, süt kardeşime acıdım. Korktum. Mintanı çektim
omuzlarına. Özlemle bakıyordu bana. Yüzümü elliyordu. Avucunu öptüm. Mahcubiyetle
ellerine kapandım. Bir gramlık güç bindi adalelerime, zihnim ağır ağır doğruldu, yine sen
geldin aklıma. Sana bakındım. Gücüm yitiverdi. Gözlerim kapanıyordu. Ilık, eski bir uyku,
şu ölüm güneşinin gölgesi gibi iniyordu gözlerime. Kendimi koyuvermeden, sütkardeşime
baktım en son, onun kurumuş kaderine.
Gözlerimi yeni bir mucize açtı sonra. Hala yaşıyordum. O ise beyaz mintanını
kefen gibi sarınmış, çatlayarak ölmüştü. Kucağı boştu. Demek ki, ruhu da yanmadan,
son bir gayretle, yanında bir yere gömmüştü onu. Geceleyin unutulmuş bir pencere gibi
açık kalmış gözlerini bir veda dokunuşuyla örttüm.
Esrarengiz bir yel, kendi gibi bir serinliği taşıyordu yöremize. Güneş biraz
uzaklaşmıştı.
Her yanım susuzluktan çatlamış kayıpların acısıyla doluydu. Onları artık
ölümleriyle tanımak mümkündü ancak. Kalktım, dolandım aralarında. Ne susuzluk ne de
20
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
açlık hissediyordum. Uzakta, ufka yakın bir yerde kavmimin ayakta kalmış üyeleri ağır
ağır yürüyorlardı. İçim kıpırdadı. Aralarında olmak istedim. Onlara ölmeden yetişmek için
koşmam gerekiyordu ama kuruluğum genzimde hatırlattı kendini. Yine de yürüdüm. Bizi
ayıran felaket gibi, bir başka felaket bizi kavuşturabilirdi. Ummak bile bir işe yarayabilirdi.
Ama birkaç adım sonra, o cehennemin az ötesinde dolanıverdin ayağıma. Bir heykel gibi
yatıyordun. Kusursuz burnunu ve yüzünü, dağ gibi gövdeni koruyamamıştın anlaşılan,
yanmıştın, şimdi de çürümeyi bekliyordun. Açık ağzından düzgün dişlerini ilk defa o an
görüyordum. Gözüm karardı, dizlerim çözüldü. Sidar, dedim yüzüne eğilip, sen yoksan
ben de yokum. Bak uzayıp gitmişler, var gücümle koşmaya başlasam kim bilir nerede
buluşuruz onlarla. O an kim bilir, ben kim olurum, onlar kim… Oysa burası bir bahçe
gibiydi bana, keşke hep kalsaydık burada. Sen yokken, senin bilinmezliğin bile yokken,
çok zor şimdi, istemem.
Güneş eğildikçe eğiliyordu. Sidar’ın başucunda, yaklaşan geceyi bekledim. Gelen
serinlikte, ömrüm biraz daha, bir gecelik ve bir sabahlık daha uzayacaktı belki. Sonu
görüyordum ve istiyordum. O an ellerimi havaya kaldırdım, o ellerden kendime bir tanrı,
kurtlanan zihnimden bir mabet yarattım. Ve ilk duamı sundum ona. Tanrım, dedim,
yandık, kuruduk… Sen süt kardeşimin, süt annemin ve Sidar’ın ruhlarını ferah tut…
Yoluna giden kavmimi, kabusumu yolundan döndürme, benden uzak tut…
21
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Aysun Sezer
Ayvalık’ta doğdu. 1991 yılında İstanbul
Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Fizik Tedavi ve
Rehabilitasyon Bölümünden mezun oldu. Çeşitli
yarışmalarda ödül kazanan öyküleri var. Öyküleri;
Kül Öykü Gazetesi, Karşın Öykü ve Şiir, Notos
ykü, Özgür Edebiyat, Lacivert, Patika ve Sincan
stasyonu gibi dergilerinde yayımlandı.
Öİ
ÇİZGİ
Puslu kasım akşamüzerinde elektrikler erkenden yanıyor. Yağmur yağıyor.
Akşam trafiği caddeyi birbirine katmış. Uçlarından çıkmış kırmızı ojemin kalanını dişimle
kazıyorum. Cama burnumu yapıştırınca dışarının ıslaklığı odama doluyor. Savruk
cümleler yazdığım defterime, gelişigüzel desenler düşüyor. Sıkılıp çeviriyorum sayfayı.
Karşı köşedeki kirli, gri bina ak kâğıdın ortasına gelip oturuyor. Dairelerinin ışıkları
yanıyor birer birer. Üçüncü kattaki doktorun muayenehanesinden, bitişiğindeki gelinlik
diken modaevine bir çizgi çekiyorum. Astigmatım düz çizmemi engelliyor, aldırmıyorum.
Kalemin gidişine boyun eğmemle çizgim alıp başını gidiyor.
Perdeleri hep örtük, ışık bile yol bulamıyor kalın storlardan. Odalar; urların,
istenmeyen gebeliklerin, soğuk metal aletlerin, loş ışıkların, duvara sıçrayan kan
lekelerinin sessizliğini biriktiriyor. Mahrem kokular, anlayışlı hemşirenin, işi hep acele
doktorun fısıltıları paravanların ardına gizleniyor; deri koltuklara, yataklara siniyor.
Aradaki duvar kalın ama yine de sıkıntıyı emiyor ve arkasına sızdırıyor. Nesneler,
dedikoducu insanlar gibi birbirlerine sızdırdıkları ile yaşıyorlar. Sıkıntı, duvarın öte
yanında gelinlik provası için bekleyen kızın yüzünde, ne yapsa kapatılamayan bir
sivilceye dönüşüyor.
Seçenekleri kısıtlı yaşamını evirip çeviriyor muayenehanedeki kadın. Kafası
karışıyor; kafa karışıklığını, gideceği yerleri sevmiyor. Günlük şeyler düşünüyor, hafta
sonu yıkanacak perdeleri çekiveriyor gözlerinin önüne. Pişirilecek yemekler, çocukların
ödevleri, ojesine uygun yeni bir ruj alma gerekliliği; kakaolu, elmalı kek tarifleri düşüyor
aklına. Genç kızlığından bu yana kullandığı çırpma teli ile gelişigüzel karıştırıyor
kakaoyu. Sonra birbirinin aynısı dilimlere bölüyor yaşantısını. İyi geliyor bu düşünceler
doktoru beklerken. Sonunda kapı açılıyor, aceleci bir hareketlilik düşüyor çizginin sere
serpe dolaştığı loş odaya. Bacaklarının arasını koca bir ampul aydınlatıyor şimdi.
22
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Muayene odasında duvara sıçrayan kan, içinin bilmem kaçıncı kazınmasından. Doktorla
göz göze gelmeyecek hiç. Yolda görse tanımaz adam onu. İyi ki de öyle.
Doktorun muayene odasının duvarına sıçrayan bir parça kan, gelinlik provası
yaptırırken tırnaklarını yiyen kızın parmağından saten kumaşa bulaşıyor. Kaygan, ak
kumaşta bir leke beliriyor. Atkuyruklu kız, terzi kadının otoriter bakışında dönüp duran
çizgiyi çekip alıyor. Çizgi şaşırıyor, kendisini değiştirecek o da belli ki. Terzi, toplu
iğneleri dudaklarının arasına sıkıştırıp kızın çevresinde dönerken gelinliğin etekleri
arasında yolunu yitiriyor çizgi. Kız, giyinip soyunuyor onca. Aynadan yansıyan, âni bir
kararla geçmişinin önüne çekiverdiği düşey çizginin arkasında kalan görüntüsü. Aynalar,
bölüp çoğaltıyor düşey çizgiyi; keskin kenarlara dönüştürüyor. Yüksek arkalıklı kadife
koltuksa otoriter duruşuyla yok saydıklarına denk düşüyor.
Duvarın öte yanındaki kırmızı ojeli kadın, hep çok meşgul olan doktoru
bekletmemek için çabucak ayağa kalkıyor. Sürekli gülümseyen sekreter- hemşire arası
kıza çantasındaki paranın tamamını bırakıp ser verip sır vermez kapıyı çekiyor ardından,
merdivenlere yöneliyor.
Atkuyruklu kız, terzinin önerdiği marka saten iç çamaşırını dükkânlar
kapanmadan bulabilmek için koşarcasına çıkıyor.
Sol ayağını sürüyerek yukarı çıkan kapıcı, merdivenlerde karşılaştığı çizgiyi
yanına alarak çöp toplamaya başlıyor. İki elinde birer torba. Birine doktorun çöplerini
koyup ağzını kapatıyor sıkıca. Diğerine modaevinin çöpünden ayıkladığı, kızının
hayallerini dolduruyor. Birini caddenin kenarındaki yığına katıyor. Diğer torbayı; içinde
saten kumaş parçaları, dantel kırpıntıları, kırık parlak taşlar, payetler, simler, boncuklar
olanını eve getiriyor. Küçük kızı, kardeşini gelin bebek yapacak. Babasının ayak seslerini
duyunca tırnaklarına sürdüğü kırmızı ojeyi eteğine siliyor aceleyle. Torbadan önce,
ayaklarının dibine dek gelen çizgiye bakıyor. Aklına geleni yapıyor, dantel kırpıntılarını
birbirine eklemek için bir çırpıda iğneye geçiriyor ne yapacağını bilemeyen çizgiyi.
23
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Cüneyt Bellican
1977'de İstanbul'da doğdu. Avukatlık yapıyor
ve Fikri Mülkiyet Hukuku konusunda
çalışıyor.
SAHNE
Masa. Dört kişilik aile. Anne ve baba, tiyatro oyuncusu. Çocuklarını, önlerindeki
yemeklerini bitirmek için zorluyorlar. Herkes rolünün hakkını veriyor. Anne, yer yer
çocukla çocuk oluyor, yerlerse... Çocuklar, yetişkinlerin yetişemeyeceği bir inadın hızıyla
mızmızlık içinde.
Oyun provalarına çocukları da katılıyor seyirci olarak. Okuldan çıktıktan sonra
tiyatronun yolunu tutuyorlar. Kısa yolculukları boyunca Ç1 çok konuşuyor. Ç2 ise çok
susuyor. Bazen roller değişiyor. O zaman Ç1 “Yeter artık sus!” diye bağırana kadar Ç2
hiç durmadan konuşuyor. Ç1’in en uyuz olduğu şey, Ç2’nin dış ses olmayı sevmesi.
Başlarına gelecekler hakkında saçma sapan tahminlerde bulunuyor. Sokakta gördüğü
insanlar hakkında hikâyeler uyduruyor.
Önce anne ve babalarına sonra yönetmen amcaya defalarca oyunda oynamak
istediklerini söylüyorlar. En son girişimlerinde pek yakında başka bir oyunda yanıtını
almışlar. Bu sözü çok sevmişler. Her fırsatta bu sözü kullanıyorlar. Marketten bir şey
aşırdıklarında, okulda bir kavgaya karıştıklarında, insanları gözlemlediklerinde… Pek
yakında başka bir oyunda.
Araya istenmeyen olaylar giriyor. Hamile kadını oynayan annenin üzerine sahne
dekoru düşüyor. Yıkılan sadece dekor değil, adam da. Ç1, Ç2’nin üzerine yıkılıyor. Ç2,
kalkar gibi oluyor. Biraz yürüyor, ancak gerçeği kaldıramıyor; Ç1’in üzerine düşüyor.
Masa. Üç kişilik aile. Uzun bir sahne. Ağırdan ve derinden. Baba, eşiyle birlikte
sessizliği oynuyor. Sadece sessizlik değil oynadığı, kabalık da. Eşine uçmak istiyor.
Oysa hâlâ masanın başında oturuyor. Çocuklar da her iki yanda, birbirleriyle karşılıklı.
Onlar da kanatlanmak istiyor, baba gövde. Uçamıyorlar ya da uçuyorlar ama yeterince
uzağa değil. Üçü de önlerindeki çorba kâsesine çakılıyor. Kaşıklarını çorbaya bir daldırıp
bir çıkarmaktan başka bir şey yapmıyorlar. Baba, kaşığın içindeki çorbayı içiyor, çocuklar
24
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
ise ağızlarına kadar götürüyorlar ve tekrar kasenin içine boşaltıyorlar. Baba, “Oyun yeri
değil burası, hadi yiyin!” diyor. Çocuklar birer kaşıktan sonra tekrar aynı oyunu
sahneliyorlar. Baba, ağır kalkan eliyle içlerinden birinin kafasını hafifçe okşuyor, biraz da
öne doğru itiyor. Çocuk, babasının şefkat süsü vermek istediği başarısız baskı girişiminin
sahneye konuluşunu hiç beğenmiyor. Çorba kâsesinin önündeki tabaktan bir domates
alıyor çatalıyla. Babasına boş boş bakıyor. Boş boş bakma numarası yapıyor aslında. Bu
numaranın altındaki öfkeyi örtmek için tebessüme başvuruyor. Sonra çorbasını
kaşıklıyor ama elini yavaşlatıyor. Baba, diğer çocuğa bakıyor gibi yapıyor ama tek
beklediği çorba dolusu kaşığın ağza gidip gitmeyeceği. Çocuk, kaşığın içindeki çorbayı
ağzına bırakıyor. Şapırdata şapırdata çorbayı midesine gönderiyor. Diğer çocuk bu
durumdan yararlanıp, çorba dolu kaşığını ağzına götürmek yerine kâsedeki çorbayla
birleştirmek istediği anda babaya yakalanıyor. Baba, bu çocuğun diğer çocuktan rol
çaldığına bakmaksızın masadan kalkıyor ve çocuğun dibinde belirmesiyle birlikte iki elini
kullanarak çocuğun kafasını kâsenin içine sokuyor.
Çocuklar, yemekle değil, masadaki mizansenle besleniyorlar. Korku hâkim.
Sessiz duran ve artık dengesiz ruh haliyle sahnelerden uzaklaşan, uzaklaştırılan baba.
Patlama nöbetleri tutuyor. Babalarının masadan aniden kalkıp, ben yürüyeceğim dediği
ve saatlerce sahnede olmadığı durumlara alışmışlar artık. Masanın üzerine çıkıp,
masada oyunlar sahneliyorlar. Görünürde kimse izlemese de en azından en sadık
seyirciye oynadıklarını biliyorlar.
Baba bir keresinde çocukları masanın üzerinde, teatral bir şekilde birbirlerine
hitap etmeye çalışırken yakalıyor ve pataklıyor. Yakalanmaları artıyor. Babalarının “Ben
yürüyeceğim,” diyerek aralarından ayrıldığı saatlerin hiç bitmemesini istiyorlar. Hayal
kuruyorlar bunun için. Çabuk bitiyor çoğunlukla. Oynayacakları oyunu prova etmeyi de
ihmal etmiyorlar. “Bir Yastıkta Kocamak olsun oyunun ismi,” diyor Ç2. Oynayalım mı
oynamayalım mı tartışmasını günlerce yapıyorlar. Sonunda en azından kendileri için
oynamaları gerektiğine inanıyorlar.
Yatakta oyun saatini bekliyorlar. Saate tam da karar vermiş değiller. Ç1,
“Tamam,” diyor. Ç2, “Biraz daha bekleyelim,” diye itiraz ediyor. “Oynamış kabul edelim,
uyuyalım,” diyor ve ekliyor: “Pek yakında başka bir oyunda.” Ç1, “Ya şimdi ya da hiçbir
zaman,” diyerek ayağa fırlıyor. Ç2, onu takip etmeyi mecbur hissediyor. Sessizlik içinde
birinci perde başlıyor. Ayaklarının uçlarında hareket ederek en can alıcı sahnenin
oynanacağı odaya giriyorlar. Ayaklarını yere o kadar özenli değdiriyorlar ki parkelerden
www. .com 25
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
hiçbir gıcırtı gelmiyor. Provaların yararını görüyorlar. Yastığı iyice bastırıyorlar. Biraz
terliyorlar. İkinci perdenin hazırlıkları başlıyor. Epeyce bir yoruluyorlar. Ç2, “İkinci
perdeden korkuyorum,” diyor. Ç1, “Korkunç olanı ilkiydi, ikincisi rahat, hadi çabuk
oynayalım,” diyerek Ç2’yi ikna ediyor. Yemek odasının dört kişilik aileye yıllarca sahne
olmuş masasının üzerinde ikinci perdeyi açıyorlar.
Ç1: Sana demiştim, sahne işleri kolay değildir, çok ağırdır.
Ç2: Şikayet etmiyorum, yeni ifade biçimleri arayalım diyorum.
Ç1: Söyle bakalım, masanın altındaki adamı en son ne zaman gördün?
Ç2: Birlikteydik, hatırlamıyor musunuz müfettiş? Buradaydım, sizinleydim, bir
oyun sahneliyorduk. Hatırlamıyor musunuz?
Ç1: Burada soruları sadece ben sorarım. Kendime de sorarım. Hatırlamıyor
muyum? Hatırlıyorum. Sadece emin olmak istedim. Bizim alanda emin olmak çok
önemlidir çocuğum.
Ç2: Anlıyorum, efendim.
Ç1: Peki, bu yastığı bulmuşlar adamın üzerinde. Senin bu yastık üzerinde
tonlarca rüya gördüğün söyleniyor, yani yastık sana aitmiş.
Ç2: Yalan efendim.
Ç1: İyi öyleyse, yalan söyleyecek birine benzemiyorsun sen. İyi geceler.
Ç2: İyi geceler efendim.
İkisi de seyirciyi selamlayarak sahneden inerler.
Ç1, çıkartıldığı mahkemede hâkimin sorularını yanıtlar. “Büyük Oyun Bahçesi”
adını verdiği bir yere konulur. En çok sevindiği şey, Ç2’nin de yanında olmasıdır. Ç2’ye
devamlı bir şekilde kendisini onun için feda ettiğini, her şeyi kendisinin üstlendiğini
söyler. Birlikte bu bahçede güzel vakit geçirirler. Bu uyumlu ikilinin arası Ç1’in “Bir
Yastıkta Kocamak” isimli oyunu hastabakıcı kadın için tekrar sahnelemek istemesi
üzerine bozulur. Ç2, bu oyunu bir daha asla oynamak istemediğini söyler. Giderek daha
az karşılaşırlar. Onunla geçirdiği vakitler defterinde daha az yer tutar.
Burada oyun yazmak ve oynamak için çok zamanım oluyor. Bazen Ç2’ye
okutmak istiyorum ama ona ulaşmak çok zor oluyor . Bir kadına da okutuyorum. Adı
Seren Hanım. Benden epey bir büyük. Ona bazen Siren Hanım diyorum. Gülüyorum. O
26
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
da gülümsüyor, öylece tavlayacağımı sanıyorum. Benimle konuşmayı çok seviyor.
Bense onu daha çok seviyorum. Neden hep konuşuyorsunuz, diye sordum. Bir dakika
susar mısınız, dedim. Çok ısrar ettim. Bir kereliğine kabul etti ve bir dakika boyunca ona
baktım. Gözlerini benden hiç ayırmadı. Ben de gözlerine baktım. Biraz da kulaklarına,
biraz da yanaklarına, son saniyelerde dayanamayıp biraz da bacaklarına… Sanırım işe
yaramayacak, kocası varmış. Yine de umut doluyum. Yazdıklarımı fena bulmadı. Bir
arkadaşı varmış. Yazarmış. İsmini daha önce duymamıştım. Ç2 de duymamış. “Çocuklar
ve Suç Öyküleri” diye bir çalışma yapıyormuş. Yazdıklarımı ona okutmuş. O da
düzeltmeler, eklemeler yapmış. Öyle olursa daha iyi olabilirmiş. Yine de son karar
benimmiş. Şimdi sizinle paylaştıklarım onun da katkılarını içeriyor. Böyle sunayım dedim.
İsmimi saklamayı tercih ettim. Gazetelerdeki haberlere baktım da gözlerimi
bantlamışlardı. Ben de şimdi ismimi bantlıyorum.
Son bir şey daha eklemek istiyorum. Seren Hanımı çorba içmeye davet ettim.
Kabul etti. Ancak, yine görevi gereği sorular sordu. Bazı notlar aldı. Yazar arkadaşını da
çağırdım ama gelmedi. Yine de güzel bir andı. Masa. Görüşme odasındaki biraz eskimiş
bir masa. Yalnızca iki kişilik bir tablo. Seren çorbaya kaşığını götürdüğünde ben de
çorbaya aynı anda kaşığımı soktum. Çok güzeldi onunla çorba içmek. Kendimi
bulmuştum. Ç2 de masaya gelmek istedi. Katılmasını istemedim. Israr etti. Kabul
etmedim. Masa. Seren. Ben. Masa. İki kişilik aile.
Ç1 ve doğmamış kardeşi Ç2 .
27
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Emine Yılmaz
1972 yılında Bulgaristan’da doğdu. 1978 yılında
ailesiyle birlikte Türkiye’ye göç etti. İçel Mersin
Anadolu Lisesi’nin ardından Boğaziçi Üniversitesi,
Bilgisayar Mühendisliği bölümünden mezun oldu.
Halen İstanbul’da yaşıyor ve bilişim alanında
çalışıyor. İçindeki edebiyat tutkusunu çeşitli
edebiyat atölyelerine katılarak yaşatmaya ve
yeşertmeye çalışıyor. Özellikle bilimkurgu ve
fantastik kurgu türleri ilgi alanları arasında.
YEDİ KAPILI ŞEHİR
“Çıplak ve başı önde, girdi Inanna taht odasına”
Inanna/Iştar’ın yeraltına inişi
M.Ö. 1750 Mezopotamya kil tabletleri
Bir içki alır mısınız başlamadan? Uzun bir hikâyedir…
Aslında tek bir hikâye de değildir. Bin yıllardır dilden dile, kulaktan kulağa,
diyardan diyara dolaşıp duran yüzlerce farklı şekli vardır. Artık eski hikâyeler eskisi kadar
rağbet görmese de sizin kulağınıza da ulaşmıştır elbet biri… Yarım yamalak, bölük
pörçük de olsa duymuşsunuzdur yedi kapılı şehrin hikâyelerinden birini.
Kimisi bunun tek bir şehir olmadığına, birçok ülkede böyle benzer şehirler
olduğuna inanır. Kimisi de hepten büyülü bir yer olduğuna, tek bir yerde durmadığına,
her yerde olduğuna ya da hiçbir yerde... Bizim yürüdüğümüz yeryüzünde değil de
gökyüzünde… Ya da yeraltında bir şehir olduğuna...
Derler ki bazı insanlar bu şehri bulabilmek için tüm ömürleri boyunca diyar diyar
dolanır dururmuş. Bazısı hiç bulamaz, bazısı da kapılarına kadar varıp, yedi kapısından
birinden yılıp dönermiş. Kimisi o ardı ardına dizilmiş kapıların her birinde heyula gibi
muhafızlar olduğunu, geçmeye çalışan herkesi kılı kırk yaran sorgulardan, çözülmesi
imkânsız sınavlardan ya da dayanılmaz işkencelerden geçirdiğine inanır. Bazıları içinse
o meşhur kapıların sorgusuz sualsiz açılıverdiği rivayet edilir. Kişi hazırsa eğer eşikten
geçtiğini bile anlamadan içeri giriverdiği… Ama kapıların koşulu değildir değişen derler.
Eşikte durandır, kapıyı çalanın kendisidir…
Ama şehrin kendisine dair pek bir şey anlatılmaz hiçbir hikâyede. Ne
hükümdarlarına ne de haklına dair hiçbir yerde elle tutulur bir bilgi bulunmaz. Bazısı
28
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
abıhayat akan derelerden, kokusu insanın aklını başından alan gül bahçelerinden
bahseder. Bazısı da buranın artık adı unutulmuş ulu bir hükümdarın kalesi olduğuna
inanır. Onu kuran insanların adı, gizemli ilimleri unutulup gitmiş de olsa, onların,
görkeminden bir şey yitirmemiş heybetli bir şehri olduğu söylenir. Eh, hikâyeler sonsuz
olunca, bu şehrin nerede olduğuna dair rivayetler de sonsuzdur. En eski hikâyelerden
bazılarında denir ki burada, Babil yakınlarında bir yerdeymiş.
Dedim ya, bu hikâyenin bir şeklini ya da bir parçasını duymayan yoktur. Hele ki
siz, Mezopotamya üzerine araştırmalar yapıyorsanız, kesin duymuşsunuzdur. Ama ben
size bir arkeologdan duyduğum çok eski bir şeklini anlatacağım… İri sürmeli gözleri, o
araştırdığı tanrıçalar kadar buğulu bakan Bağdatlı, güzel bir arkeologdan dinlediğim
masalı...
Ben savaş başladıktan birkaç yıl sonra gelmiştim Bağdat’a. Amerikalı “yarı”
siviller olarak çalışabileceğimiz koşullar oluşur oluşmaz… Başlangıçta bir yıl için
gelmiştim. Görevimi sormayın. Gerçi artık bir önemi kalmadı ama onun bu öyküyle ilgisi
de yok. Diğer meslektaşlarımın politika alanında yaptığını ben sosyal alanda yapmaya
çalışıyordum. Aslında her şeyi Irak’lılar kendileri yapıyordu. Biz sadece onlara yol
gösteren birer danışman, kendi ayakları üzerinde durmalarında yardım eden küçük
desteklerdik. Görünürdeki unvanım Kültür Bakanlığı Danışmanı gibi basit bir
danışmanlıktı. Ama yetkilerim sınırsızdı. Hiçbir sivil ya da sosyal kuruluş benim haberim
olmadan hareket edemezdi. Birçok örgütlenmeyi de yeni oluşturuyorduk. Gerçi bu
karmaşanın ortasında, uzun vadede ayakta kalacakları şüpheliydi ya… Her neyse…
Onunla da Irak’ın kültürel varlıklarını tespit etmek ve korumak için oluşturduğumuz
komisyonlardan birinde tanışmıştık. Genç ve işine âşık bir arkeologdu.
“Bu halk arasında hâlâ anlatıla gelen bir masal” demişti. “Bizim kil tabletlerde
bulduğumuz yazıtlarla gösterdiği paralellik şaşırtıcı…” Onu suçlayamazdım… Bağdat
müzesi talan edilmişti, o üzerinde çalıştığı tabletlerin çoğu kayıptı. Kazı yaptığı arkeolojik
alan yanlışlıkla bombalanmıştı. Bir sonraki bombanın nerede patlayacağını ise kimse
kestiremiyordu… Korkunç günlerdi… Ama buna hiç girmeyelim... Bu koşullarda belli ki
masallara sığınmakta bulmuştu çareyi. Belki bu komisyondaki görevi onun da yeniden
hayata tutunmasına yardımcı olacaktı. “Eski masallarla ilgilenmiyorum ben…” demiştim
kendi hesabıma “…yapılması gereken daha önemli işler varken…” O ise ısrarla
anlatmıştı. “Masallar eskimez…” demişti “…sadece masalın kahramanları değişir ve
masalcısı…” Masala değil ama siyah gözlerinin buğusuna çoktan kaptırmıştım kendimi.
29
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Askerleri ve aslanları ile yedi kapılı şehrin surlarına dayanan azametli kraliçenin
hikâyesini anlatmıştı bana:
Birçokları gibi bu azametli kraliçe, bu güzel ve güçlü melike de yedi kapılı şehrin
cazibesine kapılıp uzak sarayından kalkıp gelmiş. Yedi diyar, dört yöndeki tüm ülkeleri
fethetmiş bu ulu melike, bu gizemli şehri de alarak zaferlerini taçlandırmak istemiş.
Kalabalık ordusu, güçlü askerleri, iri aslanların ve fillerin çektiği savaş arabalarıyla
dayanmış şehrin surlarına. Ama karşısında askerlerinin keskin kılıçlarının ya da
aslanlarının iri pençelerinin savaşacağı bir ordu bulamamış. Mancınıkları ise şehrin o
devasa surlarını boşuna dövmüş durmuş bir müddet... Ne surlarda bir gedik açabilmiş,
ne de tek bir kimse başını uzatıp bakmış şehirden dışarı… Çok geçmeden görmüş, bu
şehrin göğe yükselen yekpare surları karşısında savaşmanın hiçbir işe yaramadığını.
İşte o zaman bir işaretiyle orduları önünde diz çöktüren, bir bakışıyla nice yiğitlerin
yüreğini titreten, o heybetli, o dünyalar güzeli melike, şehrin şaibeli kapılarını
denemekten başka çaresi olmadığını anlamış.
Çok söylenti varmış o kapılar hakkında ama en güvendiği vezirleri bile doğru
dürüst bir bilgi edinememiş. Kimisi şehre girebilmek için iç içe üç kapıdan geçmek
gerektiğinden bahsediyormuş, kimi yedi, kimi on iki… Kimisi o kapıları bekleyen
muhafızların dev birer ejderha olduğunu söylüyormuş, kimi güçlü birer büyücü… Herkes
o kapılarda verilmesi gereken çeşitli bedellerden, insan aklının sınırlarını zorlayan
sorguların güçlüğünden bahsetmiş durmuş ama kimse bunların ne olduğuna dair doğru
dürüst bir şey söyleyememiş. Çünkü bu kapılardan geçebilenlerin sayısı pek azmış...
Geçip de geri dönenlerin sayısı ise bugüne kadar bir elin parmaklarını geçmemiş…
Onların da şehre dair hatırladıkları hiçbir şey yokmuş. Öyle olunca şehre girip
girmedikleri bile meçhulmüş.
Ne askerleri ne vezirleri vazgeçirebilmiş kraliçeyi. Aklına koyduğunu yaparmış.
Yedi diyarın yetmiş şehrini fethetmiş bir melike, küçük bir şehrin karşısında pes etmez
demiş. Etmemiş de. Zorla giremiyorsam, bedelini ödeyip girerim demiş. Benim gibi bir
hükümdarın ödeyemeyeceği bir bedel olmasa gerek… İşte böylece bir sabah güneş
ağarırken şehrin kapılarına varmış kraliçe. Aslanlarını, askerlerini, vezirlerini arkasında
bırakıp yedi kapılı şehrin kapısını tek başına çalmış.
Uzun süre beklemiş kapıda. Neden sonra güneş epey yükseldiğinde kapının
üstündeki küçük gözcü penceresinden yaşlı bir muhafız görünmüş. “Ey muhafız, ben
yedi diyarın yenilmez fatihi, dört bir yönün tek hükümdarıyım” demiş melike. “Şehrinizi
30
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
görmeye geldim. Kapılarınız bu misafire açılır mı?” diye sormuş. “Ben sadece bu
kapıdan mesulüm, onu da ben açıp kapamam” demiş muhafız. Melikenin başındaki
güneyin incileri, kuzeyin yakutları, doğunun lapisleri ve batının elmasları ile süslü tacı
göstererek. “Onu açacak anahtar sizin tacınızdır “ demiş. “Ama bilesiniz ki bu kapıdan
öteye hiç bir hükümranlık nişanı geçemez…” Melike bunun üzerine ne demiş, ne
düşünmüş, ne kadar düşünmüş anlatılmaz masalda... Ama sonunda tacını çıkarıp
kapının önüne bırakmış. Ve kapının o kocaman kanatları ağır ağır, gıcırdayarak açılmış
önünde...
Bir süre yürüdükten sonra ikinci bir kapıya gelmiş. Bu kapıdan geçebilmek için
yüzüğünü çıkarmak zorunda kalmış. Altından ve lapistenmiş yüzüğü. Öyle sıradan bir
yüzük değilmiş. Büyülü olduğu bile söylenir. Cümle hayvanata, fillerine, aslanlarına hatta
askerlerine bu yüzük sayesinde hükmedermiş melike.
Üçüncü kapıda ise paha biçilmez gerdanlığından vazgeçmek zorunda kalmış.
Derler ki öyle göz alıcı bir güzelliği varmış ki gerdanlığın… O ince işli gümüşler,
mercanlar, inciler... Takanın yüzüne yansırmış ihtişamı. Kraliçenin de o muhteşem
güzelliğini bu gerdanlığa borçlu olduğu söylenirmiş.
Dördüncü kapıda kaftanını bıraktığı söylenir. Beşincide ayakkabılarını, altıncıda
ise kalan takılarını…
Ve yedinci kapıda soyunduğu tüm giysilerinden...
Ve işte böyle geçmiş yedinci kapıdan melike… Çıplak ve başı önde girmiş yedi
kapılı şehre...
Pardon, bir bira daha verir misiniz? Dilim kurudu da… Ah, siz mi
ısmarlıyorsunuz? Çok naziksiniz… Söylemiş miydim size, Bağdat’ın en iyi fıçı birası
buradadır…
Ne diyordum?.. İşte böyle geçmiş melike o yedi kapıdan. Özellikle bu bölümün
tabletlerde yazanlarla birebir örtüştüğünü söylemişti. Ama tabletlerin hemen hepsi
çalınmıştı… Ne talihsizlik! Aramızda kalsın, bir süre önce bu tabletlerden bir kaçının
güneyde bir antikacının eline geçtiği geldi kulağıma. Ama fısıltı gazetesine çok
güvenilmez, bazen sırf müşterileri yoklamak için yayılır böyle söylentiler…
Neyse… Ne mi bulmuş melike bu yedi kapının ardındaki şehirde? Benim güzel
melikem bana bunu söylememişti. Ben de sormamıştım. Dedim ya, o zaman ilgim
31
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
masaldan çok masalcımın üzerindeydi. Ne şehir, ne yedi kapısı umurumda değildi.
Benim ilgilendiğim onun kırmızı ipek bluzunun yedi küçük düğmesiydi...
“Bu şehirde ne olduğu hiçbir masalda anlatılmaz” demişti o. Yine de herkes
buranın eşsiz güzellikte bir yer olduğunda ve insanların burada alabildiğine mutlu
olduğunda hemfikirmiş. Aşkın diyarıdır demişler bu şehir için. Mademki insanı neyi var
neyi yoksa bırakmaya zorlarmış o kapılar, o zaman bu bedelin karşılığı eşsiz bir mutluluk
olmalıymış… Kimi karamsarlar ise ölümün ülkesi demiş buraya… “Ama ben aşka
inanmayı yeğlerim…”
Öyle demişti… Yumuşacık, tatlı sesiyle… O gizemli kokusu iyice aklımı
başımdan almaya başlamıştı. Onun da bana karşı boş olmadığına eminim. Şikâyet
ettiğimi sanmayın ama kendimi bildim bileli kadınların ilgisi eksik olmamıştır üzerimden
zaten. Ama burada bu işler Amerika’daki gibi yürümüyor. Anlarsınız… Erkek kardeşleri
bu şehrin muhafızlarından bile daha zorlu birer korumaydı… Amerikalı bir danışman
olarak onlar için bir işgalciden başka bir şey değildim. Sanırım o bile bir yağmacı
olmamdan şüpheleniyordu. Kendi meslektaşlarım içinse gönlünü Bağdatlı bir kadına
kaptırmış biri, potansiyel bir haindi… Sinirlerin gittikçe bozulmaya başladığı zamanlardı.
Önü alınamayan o paranoyanın en üst noktaya çıktığı, asker, sivil, Amerikalı, Iraklı
herkesin birbirine şüpheyle baktığı zamanlar... Herkesin birbirini ajanlıkla, ikili oynamakla
suçladığı… Ve genellikle de hepsinin haklı olduğu… Neden anlatıyorum ki bunları…
Sanki durum simdi farklı da... Ne zaman olduğunu tam hatırlamıyorum… Sanırım
geldikten iki yıl kadar sonraydı. Şimdi bakıyorum da o ortamda iki yıl bile büyük
başarıymış. Daha Amerika’nın geri çekilme planları konuşulmaya başlamamıştı o
zamanlar. Sahi, son durum nedir o konuda? Kongrede işlerin pek de iyi gitmediğini
duydum… Bana kalırsa… Neyse… Benim fikrimin artık pek bir önemi yok… Hoş,
herhangi bir fikrin bu bataklıkta bir işe yarayacağından şüpheliyim ya… Bana gelince,
öyle birden bire olmadı. Önce yetkilerim yavaş yavaş azaltıldı. Kimse bunun Iraklı bir
kadına olan aşkımdan dolayı olduğunu söylemedi elbet. Yerel makamlar üzerinde
yeterince etkin olamadığım ya da alkol sorunum olduğu filan gibi şeyler öne sürüldü.
Sanki kendileri bu cehennemin ortasında içmeden bir gün geçirebilirlermiş gibi…
Adamlarımdan birinin çift taraflı çalıştığının ortaya çıkması da cabasıydı. Sonra sahaya
alındım… Bir süre sonra da tamamen ilişkim kesilmişti. Pek de umursamamıştım bunu o
zaman. Benim gibi bir adam için böyle bir ülkede, o koşullarda yakalanacak bir sürü
başka fırsat vardı. Aslına bakarsanız, bunun güzel melikemin ve ailesinin gözünde beni
32
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
temize çıkaracak bir fırsat olduğunu düşünüp sevinmiştim bile. O delici bakışlarındaki
şüpheyi silebileceğine… Bir ara Lübnan’a dönmeyi düşündüm... Buraya gelmeden önce
uzun süre orada çalışmıştım. Sağlam bağlantılarım vardı orda.
Sonra mı? Sonrası çok karışık… Uzatıp canınızı sıkmak istemem. Hâlâ
buradayım işte… Onu da geçen gün gördüm yine. Konuşmadım... Yanında bir adam
vardı. Zaten hiç peşini bırakmadılar ki… Üniversiteden bir profesörle nişanlandığını
duymuştum. Bence bir mezar soyguncusundan başka bir şey değil o adam. Bu da o
nemrut kardeşlerinin işidir, eminim. Seni özledim der gibi bakıyordu bana. Seni hâlâ
bekliyorum der gibi… Belki de bana öyle gelmiştir. Hiçbir zaman açıkça ifade etmemişti
ki duygularını… Ama biliyorum… Ah! Ailesini ikna etmenin bir yolu olsaydı keşke o
zaman… Az uğraşmadım gerçi… Sünnet bile olsan işe yaramaz demişti bir arkadaşım.
Daha neler!.. Ama haksız da sayılmazdı…
Neyse, boş verin… Başınızı ağrıttım… Hangi dergide yayınlanacak demiştiniz bu
araştırma?.. Mezopotamya kültürüyle ilgili başka sorularınız olursa memnuniyetle
yardımcı olurum. Benden iyisini bulamazsınız... Hatta diyorum ki, tabletlerle ilgili…
Fotoğraflarına filan ihtiyacınız olursa… Kolay değil ama bir şeyler ayarlayabilirim belki.
Araştırma için yani…
Bir bira daha?
Ah! Bakın gevezeliğe daldım, az kalsın masalın sonunu unutuyordum! Nerede
kalmıştım?
Melikeyi yedi kapının ardında neyin beklediğini kimse bilmiyormuş. Kimi aşkını
bulduğunu söylemiş, kimi ölümünü… Ama hepsi sadece söylentiden ibaretmiş... Bu
şehre girip de geri dönen neredeyse hiç kimse yokmuş. Binlerce yılda belki birkaç
mecnun… Çünkü girerken insanı ipince bir elekten süzen, öğüten, neyi var neyi yoksa
aldığı söylenen o yedi kapının yedi muhafızı, geri dönerken de ancak şehre dair ne
aldıysa yanına, hepsini orada bırakması koşuluyla salıverirmiş insanı... Aklının
kıvrımlarından, hatıralarının derinlerine kadar ne gördüyse, ne duyduysa, ne yaşadıysa
orda bırakmak koşuluyla...
Bir rivayete göre melike yedi kapılı şehirden dışarı hiç çıkmamış… Ya da
çıkamamış… Diğer bir rivayete göre ise uzun yıllar sonra şehrin etrafındaki çölde
dolaşırken görülmüş. O parlak, kuzguni saçları kırlaşıp, keçeleşmiş… O inci dişleri
dökülmüş… Bir zamanlar güller gibi açılan göğüsleri pörsüyüp, sarkmış… O şimşek gibi
33
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
çakan gözlerinin feri sönmüş… O köyden bu köye, o diyardan bu diyara avare dolanıp
duran, yaşlı ve biçare bir deliymiş artık. Ne nereden geldiğini bilirmiş ne de nereye
gittiğini… Sadece gördüğü tüm kapıların önünde durur, çılgınca yumruklar, “Açılın!.. yedi
diyarın melikesi duruyor karşınızda… Görmüyor musunuz!.. Açılın!..” diye bağrınır
dururmuş… Başka da tek bir söz çıkmazmış ağzından…
34
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Fatih Debbağ
1972 Mersin doğumlu. İstanbul’da bir özel okulda
sınıf öğretmeni olarak çalışıyor. “Sevgili
Gül” adlı öyküsü “Kankurutan- 2008
Öykü Seçkisi”nde yayımlandı.
BEKLEYİŞ
Çocukluğunun yelkenli gemilerine binip, açık denizlerin zorlu kaptanı
olamamıştı. Hayalleri hep yarı yolda bırakmıştı onu. Surların üzerinde havai
fişekleri izlerken, zamanın zembereğine takılmış hayalleri, özensiz ve düzensiz bir
biçimde harekete geçtiğinde bile eksik yaşamıştı aslında. Özlemleri birbirine
karışmış çaresiz bekleyişler olmuştu. Surlardan attığı taşın yere düşmesini bekledi.
Sonra taş Ali’yi bekledi…
Mısır Çarşısı’nın önünden geçerken Ali, içeriye girmeyi hiç düşünmemişti.
Kaya diplerinde sessizce biten kekiğin kokusunu bin bir türlü baharatın arasından
ayırt edip çarşının doğu kapısı önünde duraksadı. Gözlerini ve kulaklarını yok
sayıp bütün duyularını burnuna odakladı. Haliç’in çürük kokusunu, tramvayın,
arabaların, telefon kulübelerinin ve durakların metal kokusu ile ekşi insan
kokusunu da bir kenara bıraktı. Sonra sırasıyla fesleğenleri, papatyaları çekip
çıkardı onca koku arasından.
Şaşkınca bir o yana bir bu yana gidip geldi. Büyük dökme demir kapıdan
içeriye girerken üzerine akan insan seline aldırış etmedi bile. Ne de çığırtkanları
duydu. Envai çeşit baharatın cilveleştiği çarşıda kendinden geçerek küçük
adımlarla ilerledi. Türlü türlü yiyeceklere ve kurutulmuş yemişlere ve renk renk
şekerlemelere ağzı sulanarak baktı. Satıcı çocukların gümüş tepsilerde turistlere
yapışıp sundukları Türk lokumlarından gözlerini alamadı. Turistlerin yerinde
olmayı, iyi bir alıcı numarası çekip hepsinden tatmayı düşündü. Fakat pespaye
kılığı içerisinde kimsenin kendisine yüz vermeyeceğini anlamakta gecikmedi.
Kuvvet macunları, öksürüğe iyi gelen otlar, ateş düşürücüler, tüy dökücüler,
iltihap sökücüler, kabızlık gidericiler, çişini tutamayan çocuklar için bitkisel
karışımlar, kilo aldırıcılar, zayıflatıcılar, kan yapıcılar, ağrı kesiciler, iştah açıcılar ve
birçok hastalığa deva baharatların yazılı olduğu kartonları okuyarak gezintisini
35
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
sürdürdü. Ancak, bir fanusta hapsedilmiş ve üzerinde yüz yıllık yazan kurutulmuş
kırmızı güle baktığında ne güllüğünden ne de kırmızılığından eser kalmadığını
görüp kaçarcasına uzaklaştı çarşıdan. Dışarıda bir kafesin içinde tıkış tıkış olmuş
onlarca kekliği ve bıldırcını fark ettiğinde kafesi parçalayıp o zavallıcıkları
salıvermek istese de yapamadı, ellerinin onların çekili kanatları gibi kesik olduğunu
hissetti. Ve işte o zaman öyle çok ağladı, öyle çok küfürler etti ki; Haliç’in duru suyu
bile azgınlaştı.
Sirkeci’den Gülhane’ye oradan Topkapı’ya soluksuz yürüdü; ağzında bir
dolu küfürle. Hem de ne küfürler yakası en açılmadık cinsinden. Sultanahmet’e
gelince Ayasofya’nın karşısına geçti. “ Be hey Kostantin’in koruyucusu! Sen bir
keklikten daha nankör ve beter korkak değil misin? Eğer direnebilseydin, yıkıp kum
etseydin taşlarını, toz olup suya karışsaydın belki biz de direnirdik ve senin
yüzyıllar önce yaptığını yapıp kaçmazdık!” diye haykırdı.
Sonra güvercinlere yem attı meydanda. Yere indiklerinde kovaladı.
“Defolun buradan, dedi, bırakın bu dilenciliği. Önünüze atılanların değil, elinizden
alınanların peşine düşün. Yakalarına yapışın, boğazlarını sıkın,”diyerek saldırdı.
Beyazıt’ta polislerle takıştı; Laleli’de pezevenklerle. Topkapı’ya geldiğinde hala
çocuklar gibi ağlıyordu.
Nedensiz çıktığında surlara Güneş turuncu bir toptu. Yirmi bir yaşındaki
gözleri ağlamaktan şişmişti. Buna rağmen surların en tepesinde hıçkırarak
ağlamayı sürdürdü. Şimdi utancı sümük ve gözyaşı olarak esmer teninden
boynuna süzülüyordu.
Maraş işi boynuz saplı bıçağını çıkardı. Yerden aldığı küçük bir tahta
parçasını yontmaya başladı. Her kıymık ince çizik bir sesle beynine saplanıyor, ara
verdiği ağlamasına yeniden koyuluyordu. “Yüce dağ başında yağan kar idim.
Yağdı yağmur güneş vurdu eridim...” Türküsünü öyle bir şekilde söylüyordu ki, onu
dinleyen olsaydı eğer o türkünün bu makamda okunması gerektiğini düşünebilirdi.
Derin bir nefes alıyor, göğsü şişiyor, ciğerlerine topladığı hava esaretten kurtulmak
için soluk borusunu zorluyor ağzından burnundan patlayarak çıkıyordu. “Yüc-eedağy-
başh-hındda...” ve ağlama histeri nöbetleri gibi yayılıyordu. Ellerinin tersiyle
ağzını burnunu sildi. Avuçlarıyla iki gözünü sıkı sıkıya bastırdı. Gözyaşlarına değil
de sanki şah damarından basınçla akan kana tampon yapmak ister gibiydi. Başını
geriye iyice attı. Uzun uzun soluk alıp yine aynı şekilde bıraktı. İşaret parmağıyla
36
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
burun deliklerinden birini kapatıp, tek atımlık sümüğünü surlardan aşağıya fırlattı.
Doğruldu. Surların kenarına kadar gelip durdu. Ayağının ucuyla küçük bir taşı itip
düşmesini izledi.
Güneş gökyüzünde izini bırakıp çekiliyordu. Bu saatte kışlada olmalıydı.
Yazık ki akşam sayımında adı firari yazılacaktı. Nöbetçi çavuş nöbetçi subayına
koşturacak; Ali’nin kütüğünü döküp, çarşı izninden gelmediğini bildirecekti.
Muhtemel subay köpürecek, emirler yağdırıp koğuşlarına çekilmiş askerleri
kışlanın bahçesine toplayacak, emin olmak için tek tek sayacak, bulamayacaktı.
Sonra Ali’nin devresine ve hemşerilerine soracak, nereye gittiğini kiminle çarşıya
çıktığını öğrenmeye çalışacak fakat beklediği yanıtları alamayacaktı.
Beklesinler dedi, hatta öfkeyle bağırdı. “Hiçbir şeyi beklemeyeceğim artık.”
Bu günler nasıl geçerdi. Beş yüz gün biter miydi? Oysa bekleyemezdi anlatsa
gülüp geçerlerdi. Hadi oradan derlerdi ölüm yok ya sonunda. Beteri vardı. Ölüm
olsa daha mı zor söylenirdi. Anası, kayığımız demişti telefonda. Başka bir şey
diyememişti; hastalanmazdı ya bu meret. Tamir bakım istese niye ağlasındı anası.
Boya cila içinde ağlanmazdı elbet. “Baban öleydi oğul, ben çıkardım balığa.
Kayığımız yok,” dedi. Yetti de arttı bile. Şimdi çaresizlikle sarılmışlardı.
Tası tarağı toplayıp geldiklerinde anayurda henüz dokuz yaşındaydı.
Varna’da durumları kötü değildi. Babası denizciydi. Büyük gemilerde çalışır bir
sürü hikâyeyle eve dönerdi. Türk balıkçılarıyla karşılaşmalarını anlatırdı. Onu
Türkiye’ye götürebileceklerini, orada isterse kendi teknesini alabileceğini, kendisi
için balık tutabileceğini, yakaladıklarını kendi hesabına satabileceğini hatta canı
isterse onları denize dökebileceğini heyecanla anlatırdı. Düşünün derdi. Sonra
büyükçe bir tekne hayali kurarlardı.
Bir süre sonra Kırcaali’de olup bitenleri anlatmaya başlamıştı babası. Yarın
ne olur bilinmez demişti. Herkes Türkiye’ ye göçüyor demişti. Artık burada bize
ekmek yok demişti. Babası her bir şeyi demişti ama eksik söylemişti. Peşine
takıldıkları umut günden güne tükeniyordu. Acemi bir göçmen kuş gibi yanlış bir
mevsimde yanlış bir yere uçarak karakışa kanat çırpmışlardı. Beklemişlerdi. Bu da
geçer demeye başlamıştı babası. Bir zaman sonra sıkıntılı bekleyişi için söyledi
aynı şeyi. Bekleyiş uzadı. Üç beş yıl İstanbul’da kaldıktan sonra anayurt içinde
göçmeler bir yerden bir yere taşınmalarla ertelediler bilinmeyen bekleyişi. Sonra
Ayvalık’ta tutkuya dönüştü. Bilinmeyeni bilerek, bekleyişin yerine kayığı koyarak
37
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
istediler. Küçük bir balıkçı kayığı düşlerden gerçeğe düşerek yeni bir umut olarak
filizlendi. Küçük kayık suları yara yara yol alacak, denizin; akı-köpüğü, tuzu-kumu,
mavisi-martısı, balığı ve yosunuyla omurgasına dokunup kaçacak; öpüp
okşayacaktı. Ve o yıllar yaşama bir ahtapotun kollarıyla sarılmanın zamanıydı.
Sanki binlerce yıldır bekledikleri gemiler yanaşıyordu yüreklerine. Kendi korsanını
yaratırcasına umutsuz bekleyişlerine son vererek dişleriyle tırnaklarıyla sahip
olmuşlardı o küçücük balıkçı kayığına.
Onunla denize açılmak, martıları, denizi yoldaş bilmek doyumsuzdu. Hep
en büyük balığın hayalini kurdular. Her defasında ağları umutla çektiler.
Yakalayamadıklarında ne küstüler denize, ne de küstürdüler denizi kendilerine. Hiç
nankörlük etmediler; çünkü o, güzel bir kadındı. Sonra gün görmüştü. Alay etmeye
gelmezdi. Kızarsa kendini bile boğardı. Hırçınlaştığı zaman yanına varılmazdı.
Durulması beklenirdi. Bir de yavrulamasına izin verilmeliydi. Bunun için de
beklenmeliydi. Zamanı gelince o kendisini sunardı. Cömert ve davetkâr olurdu.
Herkes nasiplenirdi.
Şimdi yeniden beklemek, her şeye yeniden başlamak, acıları ve umutları
yeniden büyütmek gerekecekti. Gücü yeter miydi tüm bunlara bilmiyordu. Surların
kenarında ölüm ve yaşam arasındaydı. Yuvarladığı taşın peşinden gidip bütün
bekleyişlerine son vermeyi istedi. Tüm güzelliklere ve erdemlere kapalı hayatın
kendisini hak etmediğini söyleyip durdu. Önünde yaşanacak zamanların
avuntusuna kapılmadı; böylesi hayalleri es geçti. Geleceğin de geçmişe
benzeyeceğini bu yüzden yaşamın tutarsız olduğunu düşündü. Fakat hayatının bu
anında yanlış yapmak istemiyordu. Bir yalnızlık ve çaresizlik beynini kemirerek
bütün bedenine yerleşiyordu. Yolunu kaybetmiş denizciler gökyüzünde gördükleri
bir martıya nasıl da sevinirlerdi; öyle bir martıya ihtiyaç duyuyordu. Onu bulsa, ona
sarılsaydı. Kollarını iki yana açsaydı. Martı ellerine konsaydı. Yalnızlaşan acılarına
son verseydi. Martı konuşsaydı. O dinleseydi. Yalnızlığı uçsaydı, uzaklara uçsaydı.
Yaşam neden bu kadar acıtıyordu. Ve neden sabrı acıyla sınıyordu. Geçmişi
yüreğinde taşıyamıyordu. Hatırlanası zamanlar ve mekânlar yitik silik bir siluetti.
Bir deniz kızı masalı uydurmuşlardı babasıyla. Olmayan deniz kızını
görmüşler ve sonra o civarda altın sarısı saçı denizden daha mavi gözleri olan
deniz kızı konuşulmuştu. Deniz kızını görenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Onu
yakalamak için güçlü ağlar örüp, teknesini sağlamlaştıranların halleri pek keyifliydi.
38
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Denize her açılan yeni bir hikâyeyle dönüyor, deniz kızının ağları parçalayıp
kaçtığını heyecanla anlatıyorlardı. Bir keşfe çıkmak kadar eğlenceli ve bir o kadar
da büyüleyiciydi. Sıradanlaşan yaşamlara farklı tatlar katmak gibiydi. Neler
söylenmiyordu ki deniz kızı için: güzel sesiyle balıkçıları sarhoş ediyor, kendine eş
ya da köle yapıyordu. Kimilerine göre de sesinden başka güzelliği olmayan çirkin
felaket bir yaratıktı. Ancak sesiyle etkileyip kandırıyordu denizcileri. Sevdiklerinden,
ailelerinden ayırıp öldürüyordu. İşte onlar tıpkı “ Ulyssus” gibi kulaklarını pamukla
mumla tıkayıp açılıyorlardı denize. Artık denizde kaybolanlar için deniz kızı
tarafından kaçırıldığı söylenir olmuştu. İşe iyi tarafından bakanlar en azından
kayıplarının yaşadığını düşünüp teselli oluyor, denizde boğulanların cesetlerini
bulmak istemiyorlardı. Gencecik oğullarının, eşlerinin şişmiş kaskatı olmuş ve
beyazlaşmış bedenlerini görmektense deniz kızına bırakmayı yeğliyorlardı.
Tuhaf olan uydurdukları masala bir zaman sonra kendilerinin inanmasıydı.
Bir hain, bir ispiyoncu gibi hissediyorlardı kendilerini. Deniz kızını gammazlamış,
peşine bütün balıkçıları takmışlardı. Baba oğul gizliden dua ediyor deniz kızından
af diliyorlardı: “Ne olur bizi lanetleme!”
Lanetlenmiş olduklarını düşündü. Kim bilir ne durumdaydı ailesi. Anası
yoksulluklarının acımasızca sürdüğü o yıllardaki gibi tavuk ayağına çorba mı
yapıyordu yine. Çorbanın ağır kokusunu taze kekikle mi bastırıyordu. Bir tutam da
kimyon katıyordu belki, olası karın ağrılarını önlesin diye, panzehir niyetine.
Ebegümeci, ısırgan otları toplardı anası. Mantarın hasını bilirdi. Öyle
herkes gibi zehirli mantar deneyleri yapmazdı: Mantarı tencereye dolduracak,
kaynatacak, içine metal kaşık koyacak sonra kaşığın rengi yeşile çalıyor mu diye
bakıp zehirli olup olmadığını anlayacak. Daha da neler uzun işti o. Masrafa,
zahmete gelemezdi. Mantarın bittiği yeri görmesi yeterdi. Şöyle toprağı avuçlasın,
dokunup koklasın tamamdı. Bir de yer elması çıkarırdı ki, hangi ağaç gölgesine
sinmiş, nerelere saklanmış arar bulurdu. Üretkenliği biraz da yoksulluktandı. Biraz
da yol yordam bilmesinden. Çalışkan kadındı anası. Sabah erken kalkar. Halk
ekmeği kuyruğuna girer. Kesimhaneye uğrar. Bin bir pazarlıkla çorbalık kemikleri
alır. “Şu tavuk ayaklarını da koy ver torbaya, hayvanlar için,” der. Marketin
hiperine, miperine gidip gelmez. Bilmediğinden değil, utanır fukaralığından. Yoksa
istemez mi? Mağazanın içinde salınsın. Selesini bir güzel doldursun. Kavanozları
incelesin, son kullanma tarihlerine baksın. Beğenmeyip yüzünü ekşitsin. Rafları
39
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
gözleriyle dolaşsın. Yürüyen merdivene ve yürüyen banda çıksın. Reyondan
reyona gezinsin. Gezinsin ama yapamazdı. Zavallı anası gözlerinin önündeydi. İyi
ağ örerdi. Ağ yasağı başlayınca parakete hazırlardı. Öyle hep ağ ile avlanmak
olmaz derdi. Yoksa denizi kurutur hepten aç kalırız derdi. Oysa az buçuk gün yüzü
görmeye başlamışken tekrardan yaşayacaktı aynı şeyleri. Kayıklarıyla beraber
hayalleri de sulara gömülmüştü. Hepsinden önemlisi bütün emekleri ve sevinçleri,
bütün umutları ile gelecek bekleyişleri dahası sahip oldukları her şey batmıştı.
Gözyaşları göz kapaklarını zorluyordu. Burnunu çekerek içine akıttı. Yaşlar asit
yağmurları gibi parçaladı yüreğini. Sol bacağı karıncalaşıp uyuştu. Garip bir sızı
müthiş bir baş ağrısı ile sanki kafasını parçalıyor, boğazından aşağılara inerek
dayanılmaz ağrılarla bütün vücuduna yayılıyordu. Ölüm yaramaz bir çocuk gibi
çekiştirirken eteğini avuçları arasından kayıp giden yaşama acıyla gülümsedi.
Bir an gözlerini, yuvarladığı taştan alıp bir yerlere yetişmeye çalışan
kalabalığa yöneltti. Mutlu yüzler aradı bulamadı. Bekleyişlerindeki çılgınlığa
şaşırıp, dolap beygiri gibi hep aynı günleri kovaladıklarını görmelerini istedi.
Birbirlerinden habersiz korkak, bencil insanlar olduklarına kanaat getirdi. Yaşama
böyle sarılmalarına anlam veremedi. Bir keşmekeş sürüp gidiyordu. Bu kentten
kimler geçmemişti. Haçlılar girmişti uykularına. Sultan Mehmet dövmüştü surlarını.
Sokaklarında kesik başlar dolaşmıştı. Karabasanlar çökmüştü gecelerine. Bu
ihtiyar katlanmıştı bunlara. İnsanların da İstanbul kadar güçlü olduğunu düşündü
ya da İstanbul kadar vurdumduymazdılar.
O sıra yuvarladığı taş yere çarptı. Tıp sesiyle irkilip aşağıya baktı. Tıp
sesiyle gökyüzüne çevirdi yüzünü. Hava henüz kararmıştı. Yedikule taraflarından
yükselen fişek belli belirsiz ışıdı. Ardından bir tane daha gücünün yettiğince çıkıp
büyük bir gürültü ile patlayıp parladı. Salkım söğüt saçıldı. Işıklı renk cümbüşü
beşgen, yıldız olarak yayılıyordu. Aralarındaki uyum muhteşemdi. Her renk bir
yenisini içinden çıkartarak büyüyordu. Tam söndü bitti derken aşağılardan bir tane
daha geliyor ve hemen hemen aynı noktada yetişip rengârenk şekillerle
tamamlıyordu cümbüşü. Onu yaşamda tutacak tatlı bir gülümseme gibiydi. Ölümün
kıyısından alıp hayata bağlayacak kadar gerçekti. Soluksuz tırmanıyorlar, sanki
karanlığa hapsolmuş gökkuşağına çarparak her yana renk dağıtıyorlardı.
Göğe savurduğu uçurtmalarını anımsadı. Karadeniz’e doğru özgürce
salınan, upuzun kuyruklarıyla tıpkı bir çingene kız gibi bel kırıp parmaklarının
40
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
ucunu çekiştiren uçurtmalarında aldığı hazzı duyumsadı. Doğduğu yerlere uçtu.
Sınırları aşarak Varna’ya ulaştı. Yarım yamalak hatırladığı sokaklarının üzerinde
dolaştı. Annesini gördü; taş yollardan denize doğru iniyordu. Ayvalık’ta ki mutsuz
annesi bacakları üzerinde yaylanarak uçarcasın gidiyordu. Kısa kestane saçları
denizden daha dalgalıydı. Annesini hiç bu kadar mutlu görmemişti. Ona sarılmak
istedi. Yumuşacık teninin sıcaklığını özledi. Göğsünde eriyip kaybolmak oradan
yüreğine akmak için can atıyordu. Uçurtmasının ellerinin arasından kayıp gittiğini
hissettiğinde kirpikleri ıslanmıştı.
Silik donuk bir fişek ıslık çalarak yükselirken o kendine geldi. Umulmayacak
bir parlaklıkla önce çatallaştı sonra her iki ucunda olağanüstü güzellikte kırmızı
güller belirdi. Gökyüzünün çehresinin birden bire değiştiğini görüp, bütün
kırmızıların ölümü çağrıştırdığını düşündü. Gözlerini kaçırıp uzaklara baktı.“Bu
hayatı beceremiyorum” dedi.
Çok ışıklı az umutlu bir İstanbul akşamı bütün hayallerini surlara bıraktı ya
da hayalleri onu. Ve taş Ali’yi izledi.
Annesi boğazlı siyah bir balıkçı kazağı işlemişti. Saç örgü…
41
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Melahat Yıldırım
1974 Karabük doğumlu. 1996 yılında Selçuk
Üniversitesi Kimya Bölümü’nü bitirdi.
Ankara’da öğretmen olarak çalışıyor. Öyküleri
Kül Öykü gazetesi ve 2008 Alt Kitap öykü
seçkisinde yayımlandı. ‘Aşağıdaki Ölüler’ adlı
öyküsü, 5. Gila Kohen öykü yarışmasında
üçüncülük ödülünü aldı ve ‘Zozan’ adlı
öyküsüyle birlikte Gila Kohen öykü seçkisi
‘Öykülerden Yansımalar’da yayımlandı.
GAHİR VE BEN
Odamda birisi vardı. Uyuyordu eski kanepenin üstünde. Belinden aşağısı çıplaktı.
Acımasız mırıltılar duyuyordu kulaklarım. Küçük bir sal, dalgalı bir denizin üstünde
ilerliyordu. Dağılmak üzereydi tomrukları. Saat tik takları, sessizliğin kirlettiği bir gövdeye
acıyı paslı bir çivi gibi saplıyordu. Bitmiş bir kâbusun içinde bir başka kâbusu
görüyordum. Bütün dünya uykudaydı. Herkes uzaktaydı ve ben yazgımın yalnızlığıyla
başbaşaydım.
Çıktım odamdan. Kapıyı sıkıca kilitledim. Anahtarı sakladım, salondaki vitrinin
arkasına. Yani o adamı hapsettim. Koltuğa uzandım ve avuçlarımı birleştirip, soktum
bacaklarımın arasına. O an hiç üşümüyordum. Dalmışım. Tedirgin bir uyumanın içine
gömülmüşüm yaralarımla. Sonra bedenime saplanmış bakışlarla tekrar uyandım.
Doğrulup, karanlıkta etrafıma bakındım. O adamı yine gördüm karşımda. Uyanmıştı ve
bana bakıyordu, gözlerindeki keskin ışıltılarla. Korktum. Hemen çıktım salondan. Kapıyı
kapadım. Anahtarı çevirdim, aceleci bir dokunuşla. Onu nereye saklayacağımı
bilemedim. Abimin odasına girdim telaşla. Kayıtsız bir denizde nefes alıyordu abim.
Köşeye büzüldüm ve sabahın olmasını bekledim.
Gün ışıdı, kayıtsız bir seslenişle. Sokakları insanlar doldurdu. Evin sessizliği
kendini terk etme kararı aldı. Duvarlar, dışarıdaki yaşamın gürültüsünü emdi usulca.
Işıklar, tedirgin bir ibrenin yayını kırarak, çekili perdelerin arkasındaki eşyaları aydınlattı.
Uyandım, kırık bir ok gibi. Herkesten önce açtım, yalnızlığıma gözlerimi. Kendi
sözlerinden kaçan bir kutsal kitap gibi içime kapandım. Adam yoktu. Işıkla birlikte
buharlaşmıştı sanki. İçimi bulanık bir huzur kapladı. Sonra, gözlerimin önüne yine bölük
42
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
pörçük görüntüler geldi. Hemen yok ettim onları. Ya da içimin karanlığına ittim. Şımarık
bir yalnızlığın içinde şuh kahkahalar atan, küçük bir orospu gibiydim. Müşteri olmayınca
kendimle oynaşıyordum. Çıplaklığıma bakıyordum küflü, sarı aynalarda. Bir aynanın
karşısına bir başkasını koyup, acılarımın görüntüsünü sonsuzluğa taşıyordum. Silinip
giden adam, gündüzleri erişemiyordu varlığıma. O, gecenin duvarlarına çarpan kör
yarasalar gibi sadece karanlıkta içimi emiyordu. Damarlarımdaki keder beni siyaha
boyamıştı. Ama aldatıcıydı bu görüntüm.
Annem uyandı sonra. Mutfak, çatal bıçak sesleriyle evdeki yerini abarttı. Sahana
kırılmış yumurtanın kokusu doldurdu ortalığı. Çaydanlık, içindeki buharları yavaşça
boşluğa tısladı. Koyu kahve gözlerim, ince belli bardaktaki çayın rengini kırmızı bir
şırıltıya boyadı. İçim, sade bir gülümseyiş gibi ısındı, yudumladığım çayla. Annemle
hiçbir şey konuşmadım. Sadece yüzündeki anlamsızlığa baktım. Annemin yüzünü
kocaman bir boşluk kaplıyordu. Sanki derin bir oyuk vardı gözlerinde. Mavi-gri
bakışlarının nefesi içime işleyemiyordu. Annemdi ama bana uzaktı. Hakkımda hiçbir şey
bilmiyordu. Aslında o hiçbir konuda hiçbir şey bilmek istemiyordu.
Evren kadar genişlemiştim. Işık içime düşmüştü, yağmur gibi. Adam, sabah
olunca iyi ki bana erişemiyordu. Bir kardan adam gibi eriyordu ışıkta. Bu, hayatımdaki
tek iyi şeydi.
Abim girdi mutfağa. Yüzünü yıkamamıştı. Masadaki her şeyi silip süpürdü,
kocaman ağzıyla. Sıkılmış bakışlarıyla annemden para istedi. Cebinde para olmadan
harcayamıyordu hayatını. Hiç konuşmadım sofrada. Kelimeleri bile ziyan ediyordum
çünkü. Kayıtsızlığım dengeliyordu beni. Sustum ve dudaklarıma götürdüm reçelli bir
ekmeği. Tadından eski bir mutluluğu emdim.
Çıktım mutfaktan. Koridorun derinliğine bıraktım, ruhumun eldivenlerini. Çamurlu
postallarımı giydim ayaklarıma. Ağır olmaları hoşuma giderdi. Hayatımdaki kancalı
yaraları hatırlatırdı, postallarım bana. Toprağın duyarsızlığında beni ölüm gibi
sürüklerlerdi. Aceleci adımlarla indim merdivenleri. Çıktım ışığa. Sokaktaki gürültüyü
acımış bir şarap gibi emdim. Kaldırımların kalabalığına karıştım, kendimi unutmak ister
gibi. Bir bulmacanın içindeki o siyah kareler gibiydim. Hiçbir işaret sığmıyordu benliğime.
Yoktu içim. Boşluğun sesiydi sözcüklerim. Bu yüzden çirkindim. Sesi olmayan bir şeyin
görüntüsü de eksiktir ya…
43
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Otobüse bindim, yalnızlığımı susturup. Eskimiş bir koltuğun turuncu boşluğuna
oturdum ve sığdırdım cüssemi bu boşluğa. Kiloluydum. Acı, lokmaların sınırsızlığını da
uzatmıştı bana. Üzüntüme yenildiğim anlarda, midemin boşluğunu tıka basa işgal
ederdim. Camlar soğuktu. Kirli görüntüler üzerinden akıyordu şehir. Bu şehrin içinde
unutulmuş en küçük ayrıntı bendim. İki büklüm olmuş yaşlı kadınları, varisli bacakları,
kirli yüzleri, anlamsız boşlukları izledim usulca. Sararan yaprakları uçuran rüzgâra
gülümsedim. Kahverengi, serin bir sessizlik vardı dışarıda. Sanki bütün sesleri
düşüncelerimle emmiştim.
Sonra, yalnızlığımı sürükledim duraklar boyu. İçimdeki çığlıkları duymayan
insanlarla, kısa bir süre seyahat ettim. Bakışlarım, acılarımı heceliyordu ve bu dünya
beni okumak istemiyordu. Sıkışmış bir karanlığın görüş alanını genişlettim.
Kaybedebileceğim bir şey yoktu. Kırıldı bakışlarım, olmayan duvarlarda. Her insan
kuşatılmış bir duvardı sanki. İki katlı bir çaresizlikti kimliksizliğim.
Otobüsten indim. İçimde, birkaç yüzyıllık kararsızlık biriktirmiştim. Okula doğru
yürüdüm, şaşkın adımlarla. Kapıyı yaşlı görevlinin açmasını bekledim. Adam, her
zamanki gibi sevimsizliğini örtünmüştü sıkıca. Yüzünden, kurallara olan tutkunluğu
okunuyordu yalnızca. Bahçede birkaç kız küme olmuştu. Kırıtıyorlardı. Dertleri, tasaları
yoktu. Onların acıdan bağımsızlıklarına imrendim. Gahir henüz gelmemişti. İçimdeki
boşluk, bir yaraya dönüştürdü kendini ve derbeder acılarımın içinden kayıp gitti. Siyah
kalemle boyamıştım gözkapaklarımı ve çaresizliğimin donuk ışıklarını bir bir
kapatmıştım. Kızlardan biri usulcacık işaret etti beni ve yanındakine bir şeyler söyledi.
Kendimi çırılçıplak hissettim. Bazen kalbiniz, sizi bedeninizdeki işaretlerle ele verir.
Benim bütün bedenim bir işaret, bu işaretler de kalbim gibiydi.
Sonra zaman, kirli bir sabun gibi kaydı avuçlarımdan ve yüzlerce öğrencinin
uğultusu yayıldı bulutlara. Hafif bir soğukluk doluştu damarlarıma. Beni içinden atmak
isteyen binanın içine girdim, yorgun adımlarla. Sınıfların kapısı açıktı ve koridorlar
çamaşır suyu kokuyordu. Bina, her türlü mikroptan arındırılmış gibiydi. Çocukların
beyinlerindeki mikroplar da çoktan yok edilmişti ya da bazı mikroplar yok edilirken
çocuklar da kaybolup gitmişti. Zihinler yasak tabelalarıyla doluydu; virajlar da oldukça
keskindi. Lanetlenmiş bir kıyıdan sürgün veriyordu hayat ve kuşların özgürlüğü,
kafeslerde büyüyen bir kimsesizlikti.
Fizikçi girdi sınıfa ve eğik atışı anlattı bir ders boyunca. Ben de kendimi atmak
istemiştim birkaç defa. Ruhumun isteğini geri çevirmişti bedenim. Kana bulanacaktım,
44
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
parçalanarak karışacaktım yokluğa. Kendime gücendim. Gövdemin acısı, ruhumdaki
yaraları unutturmasın istedim. Sonra zil çaldı ve düşüncelerim koparıldı benden, kesilmiş
bir kol gibi. Tuvalete gittik kızlarla ve onların gözkapaklarına da siyah kalem çektim.
Kalem, onların gözlerini hüzne bulamadı. Ben de kirli aynadaki yüzümü sobeledim.
Gahir sınıftaydı ve öptü beni yanaklarımdan. “İdare seni istiyor,” dedi, “Ben de
geleyim.” Yukarı çıktım. Odaya girdim, korkmadan. O dört gözlü idarecinin, beni
bakışlarıyla bir böcek gibi ezmesine izin verdim. “Devamsızlıktan kaldın,”dedi adam,
yaşlı gözlerindeki siyah bir hınçla, “Artık gelme istersen.” Yalvarmaya başladım adama,
sözümü dinlemedi. Zaten hiç sevmezdi beni. Hasta olduğumu söyledi kaç kez babama.
Hâlbuki iyiydim. En azından bu okulda, Gahir’le birlikte birazcık bu dünyaya aittim.
Mutluydum, eksik bir varoluşla. Gahir’in yanında, geçmişindeki lekeleri unutmuş sıradan
bir çocuk gibiydim.”Kötü örnek oluyorsun,” dedi arkadaşlarına. Diğer kızların yaptığı
taşkınlıkların tek nedeni sanki bendim. Sonra çıktım odadan. Gahir: “Boş ver,” dedi,
“Rapor ayarlarız her nasılsa.” O’nun beni düşünmesi hoşuma gitti. Sonra kaçtık okuldan.
Bir kafeye gittik, Lorena Mc Kennitt dinledik. İçimizi hüzünle yıkadık. Sonra ölüm gibi
sustu içimiz. Telefonu çaldı Gahir’in. Açmadı. Telefonunu sessize aldı. Korktuğumu
biliyordu çünkü telefon seslerinden. Garip bir cihazdı telefon. Tehlikenin sesini yanımıza
kadar taşırdı. Evde de hiç açmazdım telefonları. O adamın beni aramasından korkardım.
Beni arayıp yanına çağırmasından… Oyununa gelmekten, içimin uçurumlu koylarında…
Devasa kayalıklardan atlayan bedenimin, O’nun avuçlarına düşmesinden çok korkardım.
Bayramlarda eve gelirdi. Hiçbir şey olmamış gibi. Bedenimi emerdi bakışlarıyla. Gözleri,
aşinaydı kuytuluklarıma. Gözyaşlarım ona ayrı bir zevk verirdi. Sonra doldu içimdeki
kuyu. Çıldırdım. Bir düzlemden düştü sanki doğrularım. Bileklerimi kestim, bir bayram
sabahı. Bütün hikâyemi dünyaya fısıldadım: “Daha on yaşında… Tam dört yıl… Artık
bıktım…” Teyzemin oğluydu. Şikâyet etmedi ailem. Adım deliye çıktı ama. Kimseyi
sevmiyordum. Gahir dışında. Soğumuştu içim. Yorgundum. Ev yarı açık bir kodes
gibiydi. Geceleri uykusuzluk içimi kemirirdi. Adamın yarı çıplak görüntüsü, izlerdi
durmadan beni. Uyusam, soluğumu bile emecek gibi gelirdi. Bir kere, gecenin ikisinde
Gahir’in evine bile gittim. Adamı odamın içine hapsetmiştim. Zafer benimdi. Dışarıda,
sokak lambaları hazin bir sessizlikle yanıyordu. Sokak köpekleri, dev bir çöp bidonunu
karıştırıyordu. Onlardan bile korkmadım. Perdeler kapalıydı. Evler kendi karanlıklarına
gömülmüştü. İn cin uykudaydı. Gece de yadırgamadı beni. Sessizce yol açtı bana
karanlığında. Gahir’in evini buldum. Saat üç buçuktu galiba. Hiçbir şey söylemediler
bana. Uyudum Gahir’in odasında. Hiç kâbus görmedim.
45
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Gahir, benim söylediğim her şeye inanırdı. Bu yüzden O’na hiç yalan
söylemezdim. Derimin altında beslediğim huzursuzluk, O yanımdayken kaybolurdu bir
çırpıda. Geride hiçbir iz bırakmazdı. Acılarımı emen bir sıcaklığı vardı Gahir’in.
Kuşatılmışlığımın içine kapkara bir kedi gibi sokulurdu ve bana zerrece uğursuzluk
getirmezdi. Yarı çingeneydi. Kıvrılan bir bedeni vardı, hayatın içinde nabız gibi atan.
Sanki hüznü alt etmişti. Ya da doğuştan uzaktı bu duyguya. Belki de onu hayatın dışında
tutan, esrarengiz güçlerle işbirliği hâlindeydi. Gri bir muska taşırdı boynunda ve ne
zaman sıkışsa, parmaklarıyla okşardı o üçgenin kavislerini. Büyülere de inanırdı Gahir.
Hatta sevdiği çocuğu bir kara büyüyle kendine bağlamıştı ve bana durmadan erkeğiyle
arasındaki o görünmez iplerden söz ederdi. Birazcık martaval okuduğunu düşünsem de
inanırmış gibi yapardım Gahir’e. Çünkü bir dostlukta olmazsa olmaz tek şey, güven
duygusudur herhâlde. Gahir benim ailem. Gahir içine sığmadığım ceviz kabuğu. Gahir
dışlanışı eski bir hayatın, alt yazılı bir filmin esmer çocuğu.
Ben sessizliğimi taşırdım O’na. O bana Çingene masalları anlatırdı. Kaybolan
köpeklerin tılsımlı tasmalarından sallanırdı hayat. Avare bacaklar gibi toprağı eşeleyen
suya düşmüş bir ışıltı, kendi gövdesinin karanlığını arardı. Sapsarı anahtarlar, garip bir
ışık eşliğinde uçarak tozlu, tahta kapıları aralardı. Bir duvarın arkasına geçerdi Gahir,
gülümseyen bakışlarıyla. Bana, uzaktaki bir dünyanın efsunlu ormanlarından kurumuş
kozalaklar getirirdi. Sızlanırdım, O’nu okulda göremeyince. Varlığından galiba kuşku
duyardım. Sonra uzaklaştırırdım, bu saçma sapan düşünceyi. Parmaklarımı
kıpırdatırdım, büzüldüğüm meskenlerde. Gahir’in esmer, küçücük ellerini avuçlarıma
alırdım. Sonra sessizce anlatırdım: Dünyanın ne kadar kafamı bozduğunu ve bana
kafası bozuk bir insan muamelesi ettiğini her saniye, her dakika. Gahir, iyi bir
dinleyiciydi. Yargılamazdı beni. Galiba içindeki Çingene genleri, bir mesafe koymasını
kolaylaştırıyordu her türlü yargıya. Adalet, O’nun için sıkıntısızdı. Er geç tecelli edecek
bir intikam asılıydı, dünyanın mahzeninde. Sadece, bu mahzenin karanlığında kıpır kıpır
dönen görüntüler, gün ışığına çıkarılmalıydı. Beni her seferinde bu mahzene çağırırdı
ince, işveli sesiyle. Elindeki uzun mumları bana taşıtırdı. Gözleri kapalı girerdim, kadim
bir meskenin kimsesizliğine. Ağlayan çocuk sesleri, irin tutmuş pişmanlıklar, lanetlenmiş
şarkılar, huzursuz hırıltılar duyardım; içimin sessizliğinde. Bir köşeye büzüşmüş,
günahkâr insanların korkulu gözlerinde bazen pişmanlık okurdum, bazen de endişe.
Sonra birdenbire iyice kararırdı koridorlar. Gahir korkusuzca gülümserdi, karanlığın bir
avuç ışıltısında. Eski bir şarkıyı terennüm etmeye başlardı, kapkara bir kedinin hiç
kesilmeyen mırıltısıyla. Karanlıkta bir çift parlak ışık, kuyruğunu sallaya sallaya gittiğim
46
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
yöne aksi bir istikamette kaybolup giderdi. O zaman çığlık çığlığa geri dönerdim,
ruhumun olanca kuvvetiyle. Affedilmez suçların arasından ışık hızıyla geçerdim.
Günahlarını boyunlarında taşıyan, içlerindeki ızdırapları sırtına yüklemiş insanların
arasından ziyan edilmiş bir kız çocuğu gibi geçerdim ve Gahir’in tatlı bakışlarını
bulurdum tahta, yuvarlak bir kapının girişinde. “Dokunabildin mi O’na,” derdi Gahir.
“Hayır,” derdim kabuk bağlamış bir kararlılıkla. Sırtımı O’na dönerdim. Sanki bütün bir
dünyayı korkularımın içine hapsederdim. “Boş ver, sonra yine deneriz.” deyip, sarılırdı
bana. Asla ok atmazdı, cesaretsiz benliğimin kalkansız pişmanlığına. Denerdim, hep
denerdim; sonra hep vazgeçerdim o mahzenin karanlığında. Geri dönerdim. Kendimi,
beynimin koridorlarında kendimle lekelerdim. Sonra, aldırmazdım içimde büyüyen
korkuların sınırsızlığına; Matematik defterimi açıp limit problemleri çözerdim. Bu
problemlerin içine hapsederdim, aşılamayacağına inandığım her türlü sınırsızlığı. Teorik
anlamda da olsa sonsuzluğun ötesindeki bir sayıya ulaşırdı beyin hücrelerim. “Osmoz”
derdim ben bu sayıya ve beni zerrece anlamayan, kaz kafalı Matematikçinin tutucu
bakışlarından rahatsız olup, gömleğimi düğmelerdim. Gahir matematikten pek anlamazdı
ve benden kopya çekerdi, her sınavda. Ben iyi notlar alırdım. Nedense dört gözlü
Matematikçi Gahir’in ismini es geçerdi. Ama notunu hiç merak etmezdi Gahir. Benim
kâğıdımın aynısını verdiğinden, zayıf almadığını bilirdi. Zaten not kaygısı da yoktu
Gahir’in. Öğrenmek istediklerini öğrenir, sonradan bunları kullanırdı büyü yapımında.
Büyücülere inanmazdım aslında ama Gahir’in maharetlerine de bel bağlamışımdır her
zaman.
Birden içimden ağlamak geldi. Gahir’in soluğunu duyamaz oldum yanımda. Yer
yarılmıştı da içine girmişti sanki. Sonunda koridorlarını ezberlediğim, karanlık bir çukura
dönüştürmüştüm dünyayı. Yalıtılmış bir yalnızlıkta bir çıkış yolu arar gibiydim. Yeşil bir
çöp kutusu vardı, kafedeki tezgâhın sağ ucunda. Kuyruğu oldukça uzun, siyah bir
kedinin tavuk derilerini yediğini gördüm orada, keyifli bir mırıldanışla. Sonra bakışlarımı
üzerinde hissetmiş olmalı ki kısa bir an dönüp, şöyle bir baktı karanlığıma. Gözleri
Gahir’inkiler gibi pırıldadı usulca. O’nun, dostumun beni yalnız bırakmaktan çekindiği için
yanımda bıraktığı küçük bir emaneti olduğunu hemencecik anlayıverdim. İçimi, ışıltılı bir
huzurun teskin edici sessizliği kapladı. Lorena Mc Kennitt bile erişemiyordu artık, korku
dolu kapılarla içime açılan hüzünlü odalarımın raflara dizilmiş acılarına. Gahir’e hiç
kızmadım. Ne de olsa bir çingeneydi O. Üstelik karanlık ilimlerle uğraşıyordu bir başına.
Arada sırada kaybolup gitmesi acemiliğindendi. Ben de tam bir hayat acemisiydim
aslında. Her şeyi elime yüzüme bulaştırıyordum durmadan ve beni hırpalayıp duran
47
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
zamanın hızına yetişemiyordum. Kafam, düşüncelerden oluşmuş bir ateş topu gibiydi ve
beynimdeki hücreler yok edilmişti, kızgın lavların kuşatıcılığıyla. Eksik düşünüyordum.
Dâhil edemiyordum bir türlü dünyaya kendimi. Ya da aslında beni istemeyen, dünyanın
ta kendisiydi. Bu sorunun cevabını hiçbir zaman veremeyeceğim galiba. İçimdeki
ıssızlığın keşmekeşinde üşüyüp durdukça, burada, bulunduğum noktada zırhlara
bürünmüş yorgun bir savaşçı gibi sebat edeceğim. Ve benden eksik bir dünya, dönecek
durmadan ruhumun yanı başında.
48
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Melsen Tunca İşeri
1971 yılında Ankara’da doğdu. İstanbul Atatürk
Fen Lisesi ve Boğaziçi Üniversitesi Makine
Mühendisliği’nden mezun oldu. Boğaziçi
Üniversitesi’nde Biyomedikal Mühendisliği Yüksek
Lisans Programı’nı tamamladı. Özel bir hastanede
yöneticilik yaptı. Halen kendi işini yürütmekte ve
aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi Felsefe
Bölümü’nde öğrenciliğini sürdürmektedir. Evli ve
bir çocuk annesidir.
İYİ BİR HİKÂYE
Yıllık izinden döndüğüm günün öğleden sonrasında, aniden kalbim sıkışmaya
başladı. Klimaların uğultuyla püskürttüğü bunaltıcı hava soluk almamı engelliyordu.
Sahici bir havayı içime çekmedikçe ciğerlerimi dolduramayacakmışım gibi geldi birden.
Tuvalette koşup, yüzümü yıkadım; saçlarımdan sular, gözlerimden boyalar akarak ofise
döndüm. İçerisi anaokulu gibi rengârenk döşenmişti: Çalışanlar parlak mavi, yöneticiler
kıpkırmızı bölmelerde, lego benzeri plastik masa ve sandalyelerde oturuyorlardı.
Penceremsi oyukların ardındaki manzara ise tam tersi, son derece soluktu. Filmle kaplı
camlardan gökyüzü yeşilimsi, deniz grimsi görünüyordu. Başkasının ileri numara
gözlüğünü takmışım gibi başım dönmeye başladı, sahici bir renge bakmazsam görüşüm
hiç düzelemeyecek gibi geldi birden. Yazın ortasında takım elbiselerle bilgisayarın
başında saatlerce oturmak ya da toplantı odasında topluca zaman öldürmek dışındaki
işlerin normal sayılmadığı açık ofis ortamında, kapalı cezaevinden daha beter tutuklu
hissettim kendimi. Sabah dokuz akşam altı iş merkezi dedikleri gökdelenlerden birinde
tıkılmak son derece anlamsız hatta komik geldi birden. Her gün yeniden aynı oyunda,
acemi artistler gibi gülünç bir ciddiyetle rol alıp duruyorduk. Orada bir dakika daha
duramayacağımı anladım ve kısacık bir istifa mektubu yazıp, bir daha hiç dönmemek
üzere kendimi dışarı attım.
En yakın arkadaşlarım, işten ayrıldığımı üstelik kariyer defterini kapattığımı
öğrendiklerinde, depresyonda olduğum ya da tatil sonrası panik atak geçirdiğim
sonucuna vardılar. Acilen profesyonel yardım almamı tavsiye ettiler ısrarla. Yıllarımı
verdiğim akademik hayatı, büyük umutlarla evlendiğim adamı terk edişlerimle benzerlik
kuranlar oldu. ‘Gemileri yakarak nereye kadar gideceksin?’ dediler. ‘Çok bunaldıysan
49
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
ücretsiz izin ya da rapor alsaydın, belki dönerdin kararından’ dediler. Ablam, ‘Herkesin
çalışmak için sırada beklediği dolgun maaşlı bir işten bu kadar kolay vazgeçecek,
‘Ferrari’sini Satan Bilge’cilik oynayacak lüksün var mı senin?’ diye söylemediğini
bırakmadı. Eniştem hatırlatmakta gecikmedi; ‘Madem ayrılacaktın bari istifa etmek yerine
kendini attırtsaydın, tazminatını alırdın. Ne kadar dayanabilirsin üç kuruş birikmiş
parayla?’
Oysa hepsi işlerinden, eşlerinden, şehirlerinden, hatta hayatlarının topyekûn
gidişatından şikâyetçiydiler. Her şeyi bırakıp kaçmak, uzaklara çok uzaklara gitmek,
dünyayı dolaşmaktı çoğunun hayali. Benim böyle hayallerim bile yoktu, ne istediğimi
bilmiyordum, gerçekte neyi arzuladığımı… Sadece neleri istemediğimden emindim. Her
kafadan bir sesin çıktığı çılgın kalabalıkları istemiyordum etrafımda, kendi kafam zaten
karmakarışıkken… Ve başkaları için onları elde etmek ne denli önemli olursa olsun;
üzeri kat kat kostümler, makyajlar ve bin bir çeşit yanılsamalar ile süslenen içi bomboş
değerlerin beni mutlu etmediğini anlamıştım artık. 33 yıllık hayatımda hep bir yerlere
yetişmeye çalışmış, hep gösterilen havuçların peşinde koşmuştum: En iyi üniversiteyi
kazan! Yüksek puanlı diye sevmediğin bölümde oku! Aman, yurtdışında ihtisas yapmayı
ihmal etme! En ‘ideal’ eşi seç, en havalı şirkette çalış, terfi etmek için takla at! Topluca
oynanan yorucu bir köşe kapmaca oyununda en iyi köşeyi kapmak; ardından da o köşeyi
korumak için uğraş, didin dur! Ya oyundan çıkmak istersem?
En azından bir ara vermem gerektiği kesindi. Ben de öyle yaptım, hayatımın
ortasında mola verip, kocaman bir es işareti astım havaya… Belki de bu sessizlik
sayesinde tanıştık Hayri Bey’le.
Aslında iki yıldır onunla aynı apartmanda oturuyorduk ama en üst katta yaşayan
bu ufak tefek dağınık görünüşlü yaşlı adam hakkında, tiyatro oyunları yazdığı ve benim
gibi yalnız yaşadığı dışında hemen hiçbir şey bilmiyordum. Kapıcı dâhil herkesin kendini
şehir dışına attığı kavurucu Temmuz ayında, ıssız bir sokağın sonundaki koca binada
İstanbul nöbeti tutan bir ben, bir de o kalmıştık. Karşılaştığımızda ayaküstü kısa
sohbetler kaçınılmaz olmuştu.
Oturduğumuz semtte Boğaz’a bakan bir kat maddi gücümü aştığı için, bahçe
duvarından ve birkaç erguvan ağacından ibaret manzaraya nazır giriş katındaki küçük
daireyi memnuniyetle tutmuştum. Ama sadece birkaç kat farkıyla neler kaçırdığımı, Hayri
Bey’in beni evinin balkonunda çay içmeye davet ettiği o akşamüstü anladım.
50
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Hayri Bey, onun üzerinde sempatik duran bir resmiyetle karşıladı beni. Arka
planda çalan çello konçertosuna ait notaların, uçuşan tüllerin arasından gökyüzüne
ulaştığı rotayı izleyip balkona çıktık. Küçük bir çığlık kaçıverdi ağzımdan, böylesine
çarpıcı bir güzellik karşısında tepkisiz kalmak mümkün değildi doğrusu… Bir köprüden
diğerine gün batımı kızıllığında yıkanan tüm karşı yakanın, artık koyu mavilere dönen
sularına ilk yakamozların vurduğu bizim taraftaki kıyıların, akşam telaşlarını beyaz beyaz
köpürten vapurların, zarafetle boğazı seyreden yalıların, kubbelerin, Hisar’ların hepsinin
birden aynı bakışa sığması nasıl şaşırtmaz insanı? Deniz atlayacak kadar altımızdaymış
izlenimi verse de; eğilip bakınca, aşağıda dik yamaç boyunca yemyeşil inen koru vardı.
Tüm doğrultularda dopdolu açıklıkla kuşatılmıştı sanki balkon. Dakikalarca ayakta
dikilerek seyrettim bu nefes kesen manzarayı. Boğaz’a bu denli yakınken, bu denli geniş
bir görüş alanı ne inanılmaz bir sürprizdi!
Hayri Bey, sunduğu açık büfede aç misafirini ağırlayan cömert bir ev sahibi
asaletiyle gözümün doymasını bekledi. Oysa gölgeler, rüzgâr ve bulutlar değiştikçe, ay
yükseldikçe, ışıklar yanmaya başladıkça yeni lezzetler ekleniyordu bu göz ziyafetine.
Manzaraya dalıp gittiğim için bir süre hiç konuşamadık. Çaydan sonra şarap ve peynir
ikram etti. Belki de, şarabın tatlı sarhoşluğunun verdiği cesaretle kendimden söz etmeye
başladım. İlgiyle dinlediğini görünce geçmişimi ve yarınsızlığımı anlattım ona sabahın ilk
ışıklarına dek. İyi bir dinleyici bulduğumuzda hangimizin çenesi düşmez ki? Böylece
ilişkimizdeki rol dağılımı belirlenmiş oldu. Yaz boyunca süren balkon sohbetlerimizde;
ben anlatıcı oldum, o da sabırlı dinleyicim. Ben sunulanları kabul edendim, o ise daha
sorulmadan talepleri karşılama görevini üstlenen…
Söz onunla ilgili konulara geldiğinde fazla konuşmayı tercih etmiyor, ‘mesleki
araz’ diyerek özür diliyordu. Yıllarını harcamıştı; anıların soluk sahnelerindeki ayrıntıların
izini sürüp, duygu kırıntılarını hiç ziyan etmeden çoğaltıp sözcüklere dönüştürerek. Kim
bilir kaç defa kendini masaya yatırıp kesip biçip, tüm parçaları dağıtıp, sonra tekrar
toplamıştı. ‘Hem cerrah hem hasta, hem katil hem de kurban olur insan kendi hayatı
hakkında yazarsa derlerdi, doğruymuş’ diye iç geçirmişti bir seferinde.
Devlet Tiyatroları’nda dramaturg olarak çalışmış, daha sonra konservatuarda
hocalık yapmıştı. On yıl kadar önce emekli olmuştu. Onun hayatına dair ipuçları
yakalayabilmek için yazdığı oyunları okumaya başladım. Ama ne kadarının gerçek ne
kadarının kurmaca olduğunu belki hiç bir zaman öğrenemeyecektim, belki artık kendi de
bilmiyordu. Diyalogların derinleştiği az kadrolu oyunlar yazmıştı genellikle. Salonun bir
51
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
duvarını tavana kadar kaplayan muhteşem kütüphanesini karıştırıyor, kitapların sayfa
kenarlarına aldığı notları buluyordum. Hem dünyanın kitabını okuyup, hem de tüm
dünyayı gezecek zamanı nasıl bulduğuna şaşıyordum. Farklı ülkelerden topladığı değerli
eşyalar hakkında çocukça bir merakla sorular sorarak; geçmişte yaşadıklarını, nerelere
gittiğini ağzından almaya çalıştım. Paris Turnesi’nde eski taş plaklar satın almıştı ve
Hindistan’dan sedef kakmalı kutular. Çin’de porselenler, Küba’da özel üretim purolar
hediye edilmişti ona. Kütüphanenin karşı duvarını; yağlı boya orijinal bir tablo, Afrika
seyahatinde aldığı kabile maskeleri ve Arjantin’den dökme kurşunlarıyla birlikte getirdiği
gümüş kabzalı el yapımı bir tabanca süslüyordu. Hiç evlenmemişti ama gençliğinde
tutkuyla bağlandığı kadınlar olmuştu elbette. En büyük aşkını Buenos Aires’li bir kadınla
yaşamıştı sanırım.
Çocukluğumdan beri yazmaya heves duymama karşın, uğraşmak için hiç fırsatım
olmamıştı. Bundan sonra edebiyata yönelebileceğimi söylediğim andan itibaren, Hayri
Bey beni yetiştirmeyi kendine görev edindi. Eğitimci olarak zaten tecrübeliydi. Temelleri
sağlam atmak için Rus Klasikleri’nden başlayarak, kendince bir müfredat oluşturdu.
Gündüzleri bana tavsiye ettiği metinleri okuyarak geçiriyordum. Akşamları ise balkona
kurulup, onunla bu eserler hakkında tartışıyordum. Sıkı ama eğlenceli bir yaz kampına
girmiş gibiydim.
‘İyi bir hikâyenin sırrı nedir biliyor musun? Uzlaşmaz bir çelişki… Dış kaynaklı
olabilir ama ben en çok iç çelişkileri severim. Büyük Rus ustalarda bunun en iyi
örneklerini görebilirsin. Hah! Yeri gelmişken, üstat Çehov’un meşhur bir tavsiyesi vardır
yazarlara: Sahnenin duvarında bir silah asılıysa, oyunun sonunda mutlaka patlamalıdır.
İyi bir hikâye yazmak için klasik yöntemlerden şaşma. İskeleti sağlam kurduktan sonra,
üstüne istediğini koyabilirsin.’
Neden bana bu denli zaman ayırdığını sorduğumda ‘Bu balkonda güzel bir
hanımefendiye eşlik etmeyeli ne kadar uzun zaman oldu, tahmin edemezsin.’ deyip göz
kırpıyordu. Şiddetli fırtınanın ardından adasının kıyılarına vuran bu sığınmacıyı, şefkatli
özenini esirgemeyerek sağaltabileceğine inanıyor gibiydi. İşin doğrusu da buydu zaten:
Balkonuna sığınmıştım ve onun sahici sıcaklığına... Edebiyatla avunuyor, şarapla
uyuşuyor, manzaranın hipnotize eden güzelliğiyle oyalanıp, her şeyi unutabiliyordum.
Ama hüzünlerin hâkimiyetine boyun eğdiğim akşamlar da yok değildi. Gemilerin lacivert
sularda sessizce kayışına, martıların daireler çizerek aşağı süzülüşlerine dalıp gittiğimde
beni neşelendirmek için uğraşır; ‘Kendini martı zannedip atlamazsın inşallah balkondan’
52
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
diyerek işi şakaya vururdu. ‘Sezon açıldı. Hadi iki lüfer söyleyelim balıkçıdan, temizleyip
getirsin! Izgaraya attık mı tamamdır. Sen de salataya yardım edersin.’ Yemekten sonra
baktı ki yine yaklaşıyor gri bulutlar, derhal dağıtmak için girişimde bulunur; pikapta
gençliğinin Latin şarkılarını çalarak, salon çapkını edalarında beni dansa davet ederdi.
‘Tango öğreteceğim’ diye tutturduğunda, ısrar edecek olursa kendimi gerçekten aşağı
atmakla tehdit ederdim, ben de onu. ‘Siz zamane gençleri romantizm nedir bilmez
misiniz?’ diye hayıflanmaktan başka bir şey gelmezdi elinden.
Kapıcı köyünden dönüp; beni Hayri Bey’in evinde, kendi evimdeymiş gibi rahat
dolaşırken gördüğünde, neye uğradığını şaşırdı. Hayri Bey’le sohbeti koyulaştırıp
sabahladığımız bir gün kapıyı çalıp, böyle bir duruma suç ortaklığının verdiği utançla
gözlerini kaçırarak ‘Dün gece geç saatte telefonunuz çaldı durdu da rahatsız etmeyeyim
dedim. Bir de kapınıza bu kâğıdı sıkıştırmışlar.’
Notu bırakan bir arkadaşımdı: “Telefonlara cevap vermiyorsun. Cebin kapalı.
Nerede olduğunu kimseye haber vermemişsin. Ablan seni çok merak etmiş, boyuna bizi
arayıp duruyor. Kapını kırıp girmemizi istiyor. Onu arasan iyi olacak.”
Belli ki, ablam intihar etmiş olmamdan korkuyordu. Hele öğrenciyken bir kez
denediğim düşünülürse, endişe etmesi pek de yersiz sayılmazdı. Bir daha böyle bir şeye
kalkışmayacağıma hâlâ ikna edememiştim onu. Oysa ben çoktan unutmuştum bu olayı.
Arayıp sakinleştirmeye çalıştım, ama nafile. Mutlaka beni görmek istediğini söylüyordu.
Aksi halde kalkıp, o Bursa’dan gelecekti. Birkaç günlüğüne de olsa Hayri Bey’le olan
muhabbetimize ara vermem ve derhal ablamın yanına gitmem şart görünüyordu.
Bursa’da geçen günler işkence gibiydi. Karşı karşıya olduğum tüm maddi
gerçekler, ablam ve kocası tarafından yüzüme teker teker vuruldu. Kalan paramla bir
süre sonra kiramı bile ödeyemez hale gelecektim. Derhal bir işe girmem ve asla boş
hayallere kapılmamam gerekiyordu. Oysa kendime gelebilmek, hayatımın geri kalanına
yeni bir yön verebilmek için biraz daha zamana ihtiyacım vardı.
Ablam bizimkilerden bayrağı devir almış, iki çocuğunu aynen bizim yetiştiğimiz
şekilde büyütüyordu. Küçük olan bayağı beni andırıyordu. Ve tabii ki, benim gibi
olmaması için şimdiden tedbirler alınmıştı. Kızı durgun hallerinden dolayı psikologa
başlatma sebebini; ‘kolej sınavına hazırlanırken çok yoruldu galiba’ diyerek
geçiştiriyordu.
53
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Çok küçük yaşlarda mutlu olabilme yeteneğimizi yitirirsek, tekrar kazanma şansı
olabilir mi bir gün? Beynimizdeki mutluluk merkezi işlev görmez hale gelip, melânkoli
merkezi fazladan çalışırsa? Hüzünlerin içinde yaşayıp, hüzün soluyup, hüzünle
beslenerek ortaya hüzünden başka ne çıkartılabilir?
Kendimi feribota yeniden attığımda; İstanbul’a döndükten sonra ne yapmam
gerektiği hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. İçimde bir şeyler huzursuzca
kıpırdanıyor, kaybolmuşluk hissi gittikçe artıyor, Marmara’nın bulanık renkli suları
alabildiğine tekinsiz geliyordu. İstanbul’a yaklaştıkça, önce adalar göründü, denizin
ortasında yüzen tehlike şamandıraları gibi. Açıklara demirlemiş paslı gemiler ise sanki
birer mayındılar. Aralarından tedirgince geçerek yanaştık limana ve karaya ayak
bastığımda yüreğimde korkular yürürlükteydi.
Eve döndüm ve posta kutumda bir zarf buldum. Zarfın içinde bir mektup ve
anahtar vardı. Bir şeyler gerçekten yolunda gitmiyordu. Koşarak yukarıya çıktım, Hayri
Bey yoktu, gitmişti…
Balkondaki taşların üzerine çöküp, mektubu açtım. Karşıdan görkemli bir dolunay
doğuyordu.
“Gelmiş geçmiş en müstesna talebeme,
Ani bir kararla seyahate çıktım. Uzun müddet buralarda olmayacağım. Senden
benim yokluğumda evime göz kulak olmanı ve çiçeklere bakmanı rica ediyorum.
Nereye gideceğimi söylemememin esrarengiz olmaya uğraşmakla alakası yok,
esasen ben de bilmiyorum. Herhalde, bir süre gezerim bir yerlere yerleşmeden önce. En
azından hangi şehirleri yeniden görmek istemediğimi biliyorum. İstanbul; şu anda
yaşamak istemediğim şehirlerin başında geliyor, çünkü çok güzel. Artık dışarıdaki değil,
içimdeki manzaraları seyretmek istiyorum.
Sen gittikten sonra, nasıl bir bağ kurduğumuzu anlamaya çalışıp durdum.
Birbirimizden ‘art niyetli’ beklentilerimiz var mıydı? Mesela, acılarımıza karşılıklı bir
tanıklık… Kendi suretimizi görebilmek için birbirimizin aynasından mı yansımak
zorundaydık? Dışarıda akıp giden hayat ve tüm diğer insanlar hain bir yanılsamanın
oluşturduğu fondan ibaret olabilir miydi? Acaba iki âşık mıydık, mutlak aşkın özlemiyle
yanıp tutuşan? Hangi kapıların kilitlerini açmaya çalıştık mütevazı çilingir sofralarımızda?
Danışıklı dövüşle birbirini eğleyen iki işgüzar yahut çocuk kalmış iki oyun arkadaşı
olabilir miydik? Hoşça vakit geçirmekten başka dertleri olmayan…
54
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Bir gün senin hakkında yazma ihtimalim yüzünden, kendini sürekli kameralara
gülümsemek zorunda olan aktrislere benzetmiştin. Haklıydın, ben hep kayıttaydıü_ü_ü_ü_ü_m.
Hâlbuki yazmayalı o kadar uzun zaman olmuştu ki… Kendi kendime hikâyeler anlatmak
için hikâyeci olduğumu idrak ettiğimden beri, elim kaleme gitmiyordu. Senin varlığın her
nasılsa, artık muhitime pek uğramayan ilhamıma beni tekrar kavuşturdu, teşekkür
ederim.
Benim yaşımdaki birinin, gençlerin mutsuzluğu karşısında iç burkan bir ziyan
hissine kapılıyor olması normal değil mi? Lütfen mutlu olmaya çalış. Hoşçakal!”
Ayağa fırladım. Zor durumda olduğumu düşündüğü için evini bana bırakıyordu.
Oysa benim asıl ona ihtiyacım vardı! Karanlık salonun ortasında, çaresizce dört
dönüyordum. Ağlamaktan şişmiş gözlerim duvardaki bir yansımaya takıldı. Orada hep
öylece asılı duran tabancaya... Dolunayın şeytani ışıkları, Hayri Bey’in Buenos Aires’ten
getirdiği tabancanın gümüş kabzasında oynaşıyordu…‘Ah!’ dedim kendi kendime.
‘Acaba bu iyi bir hikâye mi?’
55
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Özlem Özyurt
1980 Ankara doğumlu. Galatasaray Üniversitesi
İktisat Bölümü’nü bitirdi. Milliyet Sanat Dergisi'nde
çeviri ve derleme haberleri; Varlık, Kaçak Yayın
Dergisi ve http://www.altzine.net internet sitesinde
öyküleri yayımlandı. 2005-2009 yılları arasında
Mario Levi, Murat Gülsoy ve Semih Gümüş’ün
Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri’ne katıldı. 2006-2008
yılları arasında Yazı Değirmenleri
(http://www.yazidegirmenleri.com) adını koydukları
sanal edebiyat dergisini hazırladı. Şu anda
İstanbul’da bankacılık yapıyor.
BİR ŞEHİR VARMIŞ, BİR ŞEHİR YOKMUŞ
Bir bahar ertesinde, vakit ikindiye varmışken, ötedeki şehirler küçük gelir olmuş,
dam üstüne dam çıkmak helâl sayılmışken, bir bulut indi yeryüzüne, yaz da bitti, gölgeli
günler başladı. Uzaklardaki şehirler boşaldı, mucize şehir insan doldu taştı. Kuruluşunu
zaten ilk baştan beri mucize saymışlardı. Toprağı bereketli denen şehir, çok uzaklardan
çalışmak üzere gelen insanlara kapılarını açmakta gecikmedi. Çoluk çocuk, tası tarağı
toplayıp geldi. Nerede aç oradan kaç, nerede aş oraya yanaş diyenler soluğu mucize
şehirde aldılar. Çoğu hamallıkla ya da kazma kürekle çalışarak işe başladı. Bazılarınınsa
ne hamallık yapmak için ipleri, ne de amelelik yapmak için kazma ve kürekleri vardı. Bir
ip veya tutacak bir sap sahibi dahi olmayan bu adamlar için ‘ipsiz sapsız’ demeyi uygun
gördü yeni şehirliler. Bunun yanında doğuştan şanslı olup, her gün bal kaşıklayıp buzlu
hoşaf içenler de yok değildi. Unu çok bulanlar bazlama yedi, yağı çok olanlar börek etti.
Bunu duyup herkesin canı can da benimkisi patlıcan mı diyenlerse, çok ya da az
uzaklardan şehre gelip yerleşti. Esastan mucize olan, ya da az önce saydıklarımdan
ötürü mucizeymiş gibi gözüken şehirse sessizliğini bozmadı. Heriflerden tembel çıkanlar,
geceleri kahvehaneleri mekân edindi. Kahve, tütün; keyifler oldu bütün. İş başa düşünce
kadınlar sabahları her zamankinden erken kalkar oldu. Ağlayan bebeleri emzirip
çocukları okula hazır ettikten sonra yeni kondularından çıkıp zengin mahallelerin
otobüslerinde aldılar soluğu. Portakal Yokuşu, Peri Çıkmazı, Bağdat Çeşmesi tabelalı
otobüsler pek seyrek geçti nedense. Bazısı tek tük geçen otobüsleri kaçırdıklarından geç
kaldılar işe, azar işittiler hanımlarından. Büyük işler gören hanımlarını işe yolladıktan
sonra yapacaklarını gözden geçirdiler. Aman gömlekleri ütülemeyi unutmadılar. Manşet
56
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
nedir öğrendiler. En çok da yakalardaki kırışıklıkları açmak için uğraştılar. Tuvaletleri
portakal renkli ovucuyla iyice ovdular. Neyse ki tuz ruhunu yasakladı hanımlar. Ciğerleri
bayram etti kadınların. Camın önündeki yadigâr vazoyu kırmamak için tembihlendiler
telefonda. Kışlıkları yazlıklarla değiş tokuş ettiler. Hanımların ayırdığı fazlalıkları evlerine
götürdüler. Kızlar kot pantolonlara sevindi, oğlanlarsa ışıklı spor ayakkabı edindi.
Buzdolabının içini pırıl pırıldattıktan sonra yeni usul bal kabağı çorbası hazır ettiler,
karaciğere iyi gelir diye. Brüksel lahanası neymiş öğrendiler. Buharda brokoli pişirdiler.
Yazlarıysa iki dirhem bir çekirdek işe giden hanımlarının gönlü olsun diye zeytinyağında
sebze öldürdüler. Sarımsağı gelin etmişler, kırk gün kokusu çıkmamış tabii. Şehir buram
buram sarımsak koktu, bir de sızma zeytinyağında yanmış soğan. Akşam olup evlerine
gittiklerindeyse analarının usul patates oturtma yanında cacık yapıp afiyetle yediler,
yedirdiler.
Kazayla merdivenlerden yuvarlanan hanımlarının nazara geldiğini görünce şeker,
gül suyu ve safrandan nazar şerbeti kaynattılar. Önce hanımlarına içirttiler. Sonra da
düştükleri merdivene bir parça döktüler, cinlerin perilerin ağzı tatlandı. Kalan şerbeti de
konu komşuya dağıtsın diye kapıcıya verdiler.
Ellerindeki sihirli değneği salladıkça salladılar. Sabahlar akşama, kışlar yaza
döndü. Kadın gelecek diye temizlenmeyen evler pırıl pırıl oldu, sonra tekrar kirlendi.
Bazısının bel ağrısından yüzü safran kesildi, yine de kimseye belli etmedi. Sadece
arkalarından ‘kadın’ denmesine azıcık içerlediler. Şehir şahit oldu aralarında
konuşmalarına. Hanımlarına ‘abla’ dediklerinde ekşiyen suratlar gibi surat
ekşitemediklerinden, içlerinde biriktirdiler bunu da. İçlerinden bir tanesinin kırılan
gönlünün sesi kırk gün kırk gece şehirde yankılandı: “Bir gün hanımıma dedim ki, bulaşık
makinesi aldım. Bravo yani, dedi. Neyine güvenip de makina alırsın ki!”.
Gazitepe, Sarıgelin, Fenerpaşa semtleri dolup taşmaya devam etti bu arada. Tek
gecede kondurulan yuvalar çiçek oldu. Hanımlardan gelen çiçekli porselen tabaklar,
köşelerindeki çatlaklara bakılmadan masalara kondu. Kirlendiklerinde, bileklere kuvvet
yıkanıp tel dolabın dibine kaldırıldı. Güç bela alınan bulaşık makineleriyse ancak
bayramlarda açıldı. Üzerilerindeki sararmış dantellerden bir kaç gün de olsa
kurtulduklarına sevinemeden harıl harıl çalıştılar. Erkekler her zaman olduğu gibi işin
kolayını buldu. En çalışkanları ancak mevsimlik işçi oldu. İnşaat mevsimi gelip iş
bulduklarında, kahvehaneler boşaldı. Buna en çok kadınlar sevindi. Çocuklarsa tek odalı
evlerde hep beraber büyüyüp gitti. Memlekette olsalar, belki daha fazla kardeşleri olurdu,
57
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
kim bilir. Şehirde her şey zor olduğu gibi çocuk büyütmek de zordu. Onlar da öğrendi
sonunda üçüncüden sonra bir dur demek gerektiğini. Oğulları büyük adam olsun, kızları
da hayırlı koca bulsun diye uğraşıp durdu kadınlar. Oğlanların çoğu ortaokuldan terk etti.
Meslek lisesine devam edenlerse bir işin ucundan tuttu da, analarına bir ‘oh’ çektirdi.
Şehirdeki eşitsizlik bazı delikanlıların gün geçtikçe kanına dokundu. Toplanıp birbirlerini
doldurdular. Mahalledeki liseyi bitirip bir iş tutanlar tarafından yatıştırılmaya çalışılsalar
da işe yaramadı. Mahalleler çete doldu, küçük kardeşler büyüdüklerinde çeteye dahil
olmak için sonsuz dileklerde bulundu. Tüm evlerin yıldızı beyaz camdaki görüntüler
çeteleri yücelttikçe, silahlar her şeyin çözümü oldu.
Büyük analarsa kar yağmasın, don olmasın diye dualarını eksik etmedi.
Çocuklarına, torunlarına bir zeval gelmesin diye çörek otu, pirinç okuyup gizliden gizliye
ceplerini doldurdu. Soğuk sabahlarda ellerini soktukları ceplerinde, tırnaklarının arası
bembeyaz pirinç doldu ve kapkara çörek otu... O sayede kimisi iş buldu, kimisi imtihanını
verdi. Aralarına pislik dolduğunu düşünüp utandılar tırnaklarından, o yüzden ceplerinden
hiç çıkartmadılar.
Kar zaman zaman felç etti şehri. Koca tekerlekli cipler bile kalakaldı on iki tepeli
şehrin yokuşlarında. Narin kadınlar ne yapacaklarını bilemediklerinden içlerinden
çıkmadan yardım beklediler saatlerce. Zaman zamansa kayak takımlarını hazır edip kar
yağsın diye iç geçirdiler. Yaz gelip okullar kapandığında, bir de şubat olup kayak vakti
geldiğinde şehir azıcık boşaldı da; rahat bir nefes aldı.
Bütün bu hareketten en az şehir kadar rahatsız olanlarsa, kendilerini dışarılara
atmakta buldular çözümü. Şehrin yeni misafirlerinin yaşadığı semtlerin kenarları
rengârenk binaların, cicili bicili bahçeli evlerin doldurduğu yüksek duvarlarla örülü, bekçili
mekçili şehirciklerle doldu. Her birine bir isim buldu şehrin esas sahipleri: Tekno-Şehir,
Hiper-Yuvam, Babil Bahçeleri, Pera Kent... Akşam iş çıkışındaysa, boğazdaki birkaç katlı
kulüplerin önünde aldılar soluğu. Smokinli kulüp çalışanları, kara gözlüklü sürücüye ve
yüksek ökçeli kırmızılı kadına otomobilin kapısını açmak için nöbetteyken, içerideki
sayısız hoparlörden yayılan sesler karşı kıyıya vurdu.
Kulübün hemen çaprazındaki mütevazı lokantanın garsonu, beyaz ceketini
çıkararak on iki saatlik bir iş gününü daha bitirdi. Tam çıkacakken, lokantanın önündeki
kaldırımda, adamın biri ağzından köpükler saçarak yere düştü. Garson, yerdeki adamı
tekmeleyip arkasından bağırmaya başladı; “Bu hastalık numarasını hep yapıyorsunuz.
Adam gibi çalışsanız olmaz mı!”. Sahilden geçen her parlak Porsche'ye karşılık, çöp
58
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
bidonlarından toplanmış metal atıkları ile dolu ağır bir arabayı itekleyen bir ihtiyar çarptı
göze. İş çıkışı binlerce insanın geçtiği diğer bir caddede, soğuktan morarmış yaşlı bir
adam duruyordu. Bir manav yakıp ısınması için boş meyve kasalarını verdi. Gece
olduğunda çevredekiler, çığlıklarını duydu. Esnafın verdiği battaniye, yaktığı ateşten
tutuşmuştu. Polisler, onu marketten aldıkları pet şişe sularla söndürmeye çalıştı.
Arka sokakları ot bağlamış şehir, önce görmezden geldi olanları. Sonra içi
elvermedi, haksızlık var bunda dedi. Herkes eşit olsun istedi. Düşündü, taşındı, keçileri
kaçırdı. Toprak ana işe karıştı. “Ben alırsam içime, herkes bir olur, meraklanma sen”
deyince içi azıcık rahatladı. Derken önce toprak çatladı, sonra yarıldı. Kurumuş yapraklar
kırıldı. Toprakla beraber gökler can çekişti ve ardındaki sular boşaldı. Yarıklardan
yılanlar şehre yayıldı. Su ve toprak karıştı; çamur oldu. Evlerin çatıları çöktü. Ağaçlar
birbirine yaklaşıp uzaklaşmaya başladı. Ortalığı toz duman kapladı. İnsanlar, hayvanlar
ayakta duramadı. Yarılan toprak yaladı yuttu onları. Böylece Adem'in işlediği toprak yer
yer Yer'in yüzünden silindi gitti. Gökler kapanıp ardındaki suları sakladıktan, yer durulup
toprağı sakinleştirdikten sonra, şehirlilerin aklı başına geldi. Şık caddelerdeki koca koca
binalardan, denize nazır evlerden hasbelkader sağ çıkanlar, tek gecede kondurulan
evlerin yanlarında tek gecede kurulan derme çatma çadırlara yerleştirildiler. Kimisi
bebeği için ağladı, kimisi yarık toprak içinde kocasını aradı. Herkes eşit oldu mu bilinmez
ama ondan sonra şehir bir daha adam olmadı.
59
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Remzi Karabulut
1963 yılında Sarıkamış’ta doğdu. Bir dönem soyut
resimle ilgilendi ve etkisinde kaldığı metinlerin
resimlerini yaptı. Yaptığı resimlerle ikisi kişisel, üç
sergi açtı. Yazılarını Edebiyat 81, Çağdaş Türk dili,
Yeni Düşün, Uç, Damar, Aratos, Kül Öykü, Notos
gibi dergilerde yayınlayan Karabulut’un ilk kitabı
Hep Doğruyu Söyleyen Yalanım Ben (Günce),
2002 yılında Kültür Bakanlığı yayınları arasından,
ikinci kitabı Kadınlar Gülmemeli (Öykü) 2005
yılında Can Yayınları’ndan çıktı.
YILDIZLARIM
1./
Babam tırpanla ot biçer,
ben de peşinden tırmıklardım.
Tam bir tırmıkçı sayılmazdım o zaman.
On uç yaşımı yeni bitirmiştim.
Onun ince ince biçip yatırdığı otları tırmıklamak ve
bir yerde toplamak bazen gücümü aşardı.
Belki de babam bunu bildiğinden
tırpanı ağır ağır çeker, arada bir dönüp bana bakardı.
Babamın ardından gitmek,
ona yardımcı olmak,
taze salatalık gibi kokan ota
tırmığı atıp ayaklarıma doğru çekmek,
yığılanları ayaklarımla da iteleyerek öbekler oluşturmak,
yorulduğumda yeşil ve nemli ota sırtımı dayayarak
tırmığın dişlerini kontrol etmek,
günlerce sürmesini istediğim bir işti benim için.
60
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
yenisi yanıyordu.
Kayanları vardı.
Kayanları babama işaret etmek istiyor,
ama yapamıyordum.
Gözaltından bakardım,
acaba babam da gördü mü diye.
O da benim gibi bakıyordu.
Yıldızları izlerken
hep uzaktaki bir kenti düşünüyordum.
Parlak ayakkabıları,
ütülü siyah pantolonları ve
beyaz uzun kol gömlekleri olan çocukları.
Kentli kızları düşünürdüm.
Kısa düz saçları vardı onların.
Türkçe gülüyorlardı.
Dişleri daha beyazdı onların.
Etekleri havalanırdı gözümde.
Havalanan eteklerine irili ufaklı yıldızlar karışırdı.
Aileleri kızmazdı hiç.
Erkekler yolda yürürken
kızların omuzlarına koyarlardı ellerini.
Yaklaşır koklarlardı onları.
Otomobillere,
trenlere,
gemilere birlikte binerlerdi.
Yan yana yürürlerdi,
67
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
bizdeki gibi erkek önde kadın ardından yürümezlerdi.
Bir sigara yaktı babam.
Sigara dumanı
ay ışığına doğru kıvrıla kıvrıla yükseldi.
Yıldızlara bulaştı babamın soluğu.
Sonra kalk oğlum, dedi,
sigarası bitince,
deden bizi merak ediyordur şimdi.
Aydınlık gökyüzü,
yanıp sönen yıldızlar,
parlayan ay ışığında unutturuyordu yorgunluğumu.
Babamın tırpanını omzuna aldığı gibi
ben de tırmığımı aldım.
Hiç konuşmadan köye doğru
ağır ağır yürümeye başladık.
68
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
69
Senem Dere
1975 Ankara doğumlu. Ankara Üniversitesi Hukuk
Fakültesi mezunuyu. Kültür ve Turizm
Bakanlığında avukat olarak çalışıyor. Öyküleri,
Özgür Edebiyat, Varlık, Kitap-lık, Patika, Koridor,
Kül Öykü Gazetesi, Eylülce, Hayal gibi dergilerde
yayımlandı. Özgür Pencere Kadın Öyküleri
Yarışmasında mansiyon ödülü aldı. Uğur Mumcu
Araştırmacı Gazetecilik Vakfı tarafından
düzenlenen yazma, öykü ve felsefe seminerlerine
katıldı.
BEKLERKEN
Kargalar, bekleşip durdukları ağaçlardan çığlıklar atarak havalanıyor, gökyüzünü
siyah bir ağ gibi kapladıktan sonra kümelere ayrılıp dalgalanarak yeniden ağaçlara
konuyordu. Balkonda oturuyorduk. “Neden hep şu cılız ağaca konuyorlar? Baksana hiç
yaprağı kalmamış” dedi. Yüzünde kargaları da ağaçları da ilk defa görüyormuş gibi
şaşkın bir ifade vardı. Sonra çayından bir yudum aldı. “Kargalar çok uzun yaşarlarmış”
diye ekledi.
Balkon, balkondan görünen deniz, arka bahçe, bahçedeki ağaçlar, ağaçlardaki
kargalar ve üzerimizdeki gök… Sanki yeryüzünün hiç değişmeyen, donup kalmış bir
parçasında yaşıyor gibiydik. Oysa bunların ötesinde kasaba; insanları, yolları, binaları,
parkları, marketleri, büyük otelleri, kısacası her şeyi ile bize yabancıydı artık. Belki de bu
yüzden sadece burada kendimizi iyi hissediyor, bu balkonda saatler geçiriyorduk. Hiçbir
şeyin değişmediği duygusunu uyandırdığı için…
İçimde kargalara karşı bir yakınlık, bir ortaklık duygusu uyanmıştı. Yüzüne
baktım, “Çünkü oradan bizi daha rahat görebiliyorlar. Bak, şu iri olanı yanındakine neden
hep bu balkonda oturduğumuzu soruyor” dedim. “Aman! Zaten ürkerim
mendeburlardan...” diye cevap verdi gülümseyerek.
Uzaklarda, denizi yararak ağır ağır ilerleyen iki gemi, karşılaştıkları noktada
birbirlerine değercesine yakınlaştı. Gemidekilerin kısacık buluşma ânını; bir çocuğun
heyecanla yerinden kalktığını, diğer gemidekilere el salladığını, farklı yönlerde giden iki
gencin, daha sonra her vapura binişlerinde hatırlayacakları kısacık bakışmalarını, seyyar
satıcının kalabalık olan diğer gemide olmadığı için hayıflanışını görür gibi oldum. Karım
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
yakın gözlüklerini takıp masadaki bulmacayı önüne çekti “Evliliğin diğer adı” diye
mırıldandı.
Gemiler çoktan birbirinden kopmuştu, bakışlarımı denizden çevirdim. O, yazmayı
bırakmış, benden bir cevap bekliyordu. Duymamış gibi yaptım. Omuzlarını silkti.
Yazmaya devam etti. “Tarihi mezar?” dedi bu sefer. “Beş harfli!” Uzun süreli sessizliklere
tahammül edemeyeceğimiz yaştaydık. “Lahit” dedim. O sırada kargalar yine karşı
konulmaz bir çağrı duymuş gibi aynı anda uçup gökyüzüne dağıldı. Aynı anda
başlarımızı kaldırıp onlara baktık. “Bu kargalar eskiden de bu kadar çok muydu? diye
sordu. Gözlerinde nedenini çözemediğim korkuya benzer bir ifade vardı. “Tabii, dedim.
Bu mevsimde hep böyle olur ya!”
Telefonun sesiyle sıçradık. Her telefon yaşamımızdan bir parçayı alıp
götürüyordu. Ayağa kalktı, “Hayırdır!” dedi endişeyle. “Ben bakarım” dedim. Yüzü
sararmıştı. Yığılırcasına sandalyesine oturdu. Telefonda, hayattaki tek arkadaşımızın da
öldüğünü öğrendim. Gerçi bekliyorduk. Yine de yaşlandıkça, küçüleceğini,
kavrayabileceğimi sandığım dünyanın, her ölümde daha da belirsiz, uçsuz bucaksız bir
düzleme dönüşüp önümde uzanmasına alışamamıştım. Onun kıyısında kalmış, küçücük,
işe yaramaz bir nokta gibi hissettim bir kez daha kendimi. “Son gördüğümde ne kadar
iyiydi” deyip telefonu kapattım. Balkona döndüm.
“Mehmet mi?” dedi yılgın bir sesle. “Kurtuldu” dedim. “Bir tek biz kaldık” dedi.
Titreyen elleriyle bir sigara yaktı. “Öldüğümde mezarıma çiçek istemiyorum, unutma!”
dedim yutkunarak. Gözleri ıslanmış, iyice gerilere kaçmıştı. Zoraki bir gülümsemeyle “Ne
biliyorsun, belki de önce ben giderim” dedi. “Hem senin bu çiçek saplantın nedir kuzum?”
diye sordu ölümü uzaklaştırmak istercesine, telaşla... Üşüyordum, hırkamı omuzlarıma
iyice çekip anlatmaya koyuldum: “Küçükken dedemi çok severdim. En yakın
arkadaşımdı. Öldüğünü bana demediler. Sonra bir bayramda mezarına götürüp ‘Deden
burada yatıyor’ dediler. Ben ağlamaya başladım. O zaman halam yanıma geldi, mezarın
üzerindeki eflatun, beyaz çiçekleri gösterip ‘Bak deden çiçek olmuş, gel sulayalım’ dedi.
O ânda aslanağızlarının görünüşünü, dedemin yüzüne benzettim. Çok korktum. Uzun bir
zaman çiçeklerin ölü insanlar olduklarına inandım...” Bitirdiğimde derin bir nefes aldım.
Ama nefes alan sanki ben değil içimi kaplayan boşluktu. “Dedem artık ne kadar yakın”
dedim. “Daha önce hiç anlatmamıştın” dedi ilgiyle. Elimi tuttu. Göz göze geldik.
“Anlatmadım mı?” dedim hayretle. Yanıt vermedi. Uzaklaşmış, kendi içini
dinlemeye başlamıştı. “Garip” diye söze başladım, “Hâlâ birbirimize anlatmadığımız
70
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
şeyler olması...” Elimi sıktı. Konuşulmamış bir şeyler duymaktan memnun gibiydi.
Gökyüzünde iki büyük bulut birleşip güneşi kapattı. Karşı apartmanda çamaşır asan bir
kadın balkondan uzanıp havaya baktı. Bir ân tereddüt ettikten sonra çamaşırları asmaya
devam etti. Başka bir evden ağlayan bir çocuk sesi duyuldu. Kargalar sanki birdenbire
kaybolmuştu. Ne ağaçlarda ne de gökyüzünde görünmüyorlardı.
“Bir şey daha var” dedim. Merakla doğruldu. Devam ettim: “Halil’i hatırlıyor
musun? Hani uzun süre özel ders vermiştim. Uzun boylu, mahcup bir oğlandı.
Üniversiteden...” Anımsamak istercesine gözlerini kısıp bakışlarını uzaklara çevirdi.
Sanki eli birden katılaşıp soğumuş, yüzüne düşüncelerini gizleyen bir perde çekilmişti.
“Kemer’deki tatilden erken dönmek zorunda kalmıştım. Sen ablanlarla yazlığa geçmiştin
hani... Eve geldiğimde onu yatak odasında, senin giysilerini koklarken, onları okşarken
buldum. Kapıda beni fark edince donup kaldı. Sonra ‘Ben karınızı seviyorum hocam’
deyip odadan fırladı. Bir daha karşılaşmadık ama onu hiç unutmadım.” Dalgın dalgın
başını sallayıp “Kediye bakması için anahtarları vermiştik...” dedi. “Bilmiyordum...
Gençlik işte!” diye mırıldandı. “Allah Allah” diye birkaç kere söylendi. O ânda iri bir karga,
gökyüzünden fırlatılmış siyah bir leke gibi hızla uçup balkonun demirlerine kondu. Bir
kapı sertçe kapandı. Bahçede oynayan çocuklar bağrışarak bir yerlere koştular. Denizde
kocaman bir yelkenli ufuk çizgisinde kaybolmak üzereydi. Uzun, upuzun bir sessizlik
oldu. Dizlerini ovuşturarak ayağa kalktı. İçeri girdi.
71
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Sofya Kurban
Çin’in Shing Chan ( Doğu Türkistan) eyaletinin
Gulca şehrinde doğdu. 1980’de Türkiye’ye
göçmen olarak geldi. 1994’de Hacettepe
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Maliye bölümünden mezun oldu. 1996 yılından
beri BOTAŞ Genel Müdürlüğünde çalışmakta.
Yazı yazmaya; Çin Kültür İhtilali Dönemini
anlatmak için başladı, sonra konular kendiliğinden
geldi. Öyküleri Lacivert, Özgür Pencere ve Patika
dergilerinde yayımlandı.
TOPAL KEDİYİ NASIL YAZDIM?
Önce bir el oluştu. Son derece tanıdık. Duruşu, üstündeki çizgiler, yıpranmışlığı,
tırnağın kesiliş biçimi, hepsi bildik. Bir an durup baktım. Birkaç gölgem birbirine çarpıp
devrildi. Odanın içindeki sessizlik benimle birlikte ayağımın altında dolanıyor, dolandıkça
kendini yeniden var ediyordu. Birbirine ulanan sessizlik uzadıkça dayanak noktasını
kaybedip üzerime çöktü. Doğrulabilmek için; minik sokağımın ötesinde, uzaklardan gelen
arabaların belli belirsiz seslerine kulak kabarttım. Voltalarıma ara vererek pencere
kenarında, ağırlığımı yorulan sağ ayağımdan alıp sola vererek duraksadım. Bakakaldım.
O an, elin varlığı sezginin ötesinde bir gerçek oldu. Bir de; gece, dört duvar ve ben.
Perdeyi aralayıp, her zaman yaptığım gibi dışarıya baktım. Parmaklarım iki kanatlı
perdeyi araladığında, sokak lambasının sarımtırak ışığı, ıslak yolda hepten hüzünlü
görünüyordu.
İnsanların çekildiği bu saatte her şeyin yeni anlamlara büründüğünü bilmiyor
değilim. Bazen bir kedi geçer. Onun benden habersizliği, ikimizin arasında onun yürüyüş
süresince ince bir ip gibi uzar. Tutunup o ipe, “Derin bir nefes al; bir, iki, üç, dört, beş.
Şimdi. Ver nefesini; bir, iki, üç, dört, beş. Boşalt zihnini.” diyerek kendime yollar ararım.
Önce zifiri bir karanlık çöker düşünce sınırlarıma. Odaklana odaklana karanlığı iğne
deliğine sığdırırım. İşte oradan tutunup kendi içime yolculuğa çıkarım. Neleeer neleeer
yok ki. Gün olur serin bir orman patikasında süzülürüm, devran döner bir kelebeğin sol
kanadında gökyüzünü özlerim. Kimi zaman; benden önce geçip gitmiş veya benden
sonra gelecek olan bir varlığın bıraktığı parçaya takılır kalır, kendimi onda yenilerim.
Karanlıktan çıkıp gözümü açtığımda, zamanın devinimini durdurarak beni beklediğini
72
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
görürüm. Yeni bir ben yaratmanın sevinciyle yükselen haykırışım, zamana hız vererek
saniyeleri dakikalara iter…
Gerçi bu durum mevsime göre de değişir. Kış gecelerinde, beşinci kattaki
penceremden, insanların karda bıraktığı ayak izlerini de izlediğim olur. İzlerin üzerinden
yürür, ipi milim milim kendime çeker, yumak yaparım. O yumakla yuvarlanır, sonunda
ben kar olurum.
Kimi durumlarda, bakılacak bir şey olmaz, zihnim beni dışlar, zaman beklemez.
Dilsiz gecede, kalemin beklediği masada, kafamda dolanan tilkilerle birlikte, öylece, kâğıt
bana, ben ona bakarım. İşte gene böyle bir gece… Mevsim ilkbahar.
Odanın boyu on bir, eni yedi adım. İkisi de asal sayı. Bir anlamı var mı?
Toplasam çift eder, çıkarsam da. Yedi defa en boyunca gelip gittikten sonra boy
boyunca üçüncü kereyi tamamlamak üzereydim. Düştüğüm sayılar karmaşasının
içinden, masanın üstünde öylece duran, artık görmezlikten gelemeyeceğim ele dikkatlice
baktım. El yalnız değildi, bir de ağız oluşmuştu. Dönüp kendime baktım, bir gölgem
diğerlerinden ayrılıp o bildik patikaya saptı. Ağaçların arasından gözüme ilişen varlığa
takılıp düştü. Yerdeki cansız kedinin sakat ayağından bir parça bulaştı üstüne. Bir şeyler
yakalamak üzere yaklaştım.
İlkbahar olduğunu hatırlatırcasına kızgın bir kedi bebek ağlamasına bürünerek
bağırdı. Hatırlıyordum. Bu Vicdan adındaki tekir kedinin bir dergiden çıkıp hayat bulmuş
olduğu rivayet ediliyordu. O anda benim bir parçam oldu…
Bu kedi, yedi yavrusunu doğurabilmek için yeşil gözlü, kuzgun rengi soydaşından
gebe kalmak üzere. Yavrulardan kuyruğu siyah, gözü yeşil, sol ön patisi kısa, namı diğer
Topal olan üç yıl yaşadıktan sonra neon farları parlayan bir arabanın tekerlekleri
arasında can verecek. Sağ gözü derin bir tırmık sonucu kapanacak ama cesur olduğu,
kendi avladıkları dışında pek bir şey yemediği, sıcak kanın tadını sevdiği de bilinen bir
gerçek olacak. Kısacık üç yılın ilk kışı çok zor geçecek. O sene Ankara’ya kış erken
gelmiş, inanılmaz yağan karda, geçmişte yaşanan zemheri soğuklar yeniden anılıp “Ha
şu sarkıtlar oluşan sene vardı ya.” diye kurulan cümlelere rastlanacak. Gerçi o kış doğan
çocuklar okula bile başladılar ya. Anne kedi bir gece gidip geri dönmeyecek. Doğdukları
kömürlükte yeterince bekledikten sonra diğerlerini geride bırakan bizim Topal, henüz
topal olduğunu bilmeden içgüdülerine uyup ilk avını yakalayacak. Gerçi soğuktan kanı
uyuşmuş bir fare ne kadar zafer işareti sayılır ama bu ona gelecekte yürüyeceği yolu
gösterecek. Sonra bahar gelip de Emek Mahallesinin ara sokaklarında dolanırken
kulağına gelen alaycı “Topal, şu haline bak!” gibi sözcükler yüreğine ulaşmadan geçip
73
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
gidecek. İkinci yaz kediler onun yanından geçerken değil böyle sözler söylemek, başları
önde, kuyrukları yerde, tüyleri inmiş, sessizce, varlıklarını sezdirmeden geçip gidecekler.
Üçüncü yaz gelmeden, spermlerini dişi bir kedinin içine boşalttıktan sonra, hovardalığın
mahmurluğunda dağılan dikkati ona ölümü getirecek.
Bu veya buna benzer hikâyeler, söylenceler, masallar, olmuş ile olacağın
karmaşası sıra sıra sıralanmış beni bekliyordu. Bunları yakalamak için yapmam
gerekenleri not ediyorum:
1. Başımın yeterince dönmesi için bolca volta atmalıyım,
2. Çevrenin karanlık olması yeterli değil, sağlanan sessizliğin de
çoğaltılması gerekli görünüyor,
3. Bir şeyleri kaybetmiş olmalıyım ki aramam söz konusu olsun. Sözgelimi
yüreğimin bir parçasını ödünç verip unutmalıyım,
4. Uzun, ucu eğik bir sopa bulmam şart. Bu önemli, çünkü içimdekini
yakalamam gerekiyor. Sopa yeterince uzun olmazsa, bir önceki seferde olduğu
gibi içeriye girip çekemem,
5. Çok dikkatli olmalıyım, bunlar tuhaf şekillere girip insanı yanıltabiliyor,
olmadık yere saklanmak gibi bir özellikleri var.
Geceyi tekrar düşündüğümde, voltalarıma başlamadan önce, öylesine yorgun
düşmüştüm ki. Dört duvarın üçünü kaplayan kitaplar bana yüz çevirmiş, hiçbiri ipucu
vermiyordu. Yol göstericilerim olan Dali’nin resimleri de yollarını kaybetmişti. Masa ve
sandalyeye mıhlanmış, kâğıt kalemin açmazında, içimde yürüyen, çıkış bulamazsa beni
boğacak olan hikâyenin kıskacındaydım. İlham perilerine rüşvet olsun diye, yirmi yıllık,
kol ağızları yıpranmış, bir zamanlar yakası olan ama şimdi yalnızca sarkan kumaş
parçalarının göründüğü kırmızı ceketime iyice sarılmıştım. FABER CASTELL TK-FINE
9717 0,7 uçlu kalemim peşine düştüğüm kelimelerin kuyruğunu kaçırmıştı. Sözcükler
kelebeklere dönüşmüş, pır pır odanın içinde uçuyor, ara ara bir yerlere konuyorlardı.
Sessizce yaklaşıp tam avucuma alacakken kanat çırpıp gözden kayboluyorlardı. Belki
daha rahat yakalarım düşüncesi ile ayağa kalktım. Üzerime üzerime gelen duvarları
genişletmek için yanlarından, ellerimle hafifçe iterek yürümeye başladım. Ayağımdaki
bez pabuç sürtünme seslerini yutuyordu. Mutlak sessizlik. Madde ve zaman yeni
gerçekliğe uyum gösterdi.
Şimdi, elin yanında oluşan göz ile göz göze geldik. Pencere kenarından
masadaki kendime şüpheyle baktım. Bir çığlık, işte, kedi hamile kaldı. Doğrusu hangisi
74
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
daha önce oldu bilmiyorum. Belki de eş zamanlı oluştu. Zevk geceyi sardı. Masadaki
kalem titredi. Dünya kocaman bir gel-git halinde. Ay, deniz, okyanus, ıslanan kumsal,
çekilen dalga, ağlayan denizkızı... Hepsi ben oldu.
Kalemi tutan el bana döndü ve “Önce bir el oluştu…” diyerek yazmaya başladı.
Nisan Eylül/2009
75
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Timur Alkanoğlu
1979’da İstanbul’da doğdu. Anadolu Üniversitesi
Kamu Yönetimi Bölümünden mezun oldu. Askere
gitmeden bankacılık sektöründe çalışıyordu. Şu
sıralar ekonomik krizin bitmesini beklerken can
sıkıntısından yazıyor.
SİLAH SENİN AVRADINDIR!
Peri Suyu’nun ay ışığı vuran kıpırtılı yüzeyi, bir yılanın pullarla kaplı derisi gibi
parlıyor. Kıvrıla kıvrıla akarak, Telkaşin Dağı ile aramızdaki doğal sınırı oluşturuyor.
Gökyüzünün canını acıtacak kadar yüksek olan bu koca dağ; içinde bize karşı beslediği
öfke ve garezi, eteklerinden aşağı doğru süzülen yoğun sis perdesi altında saklar gibi
adeta. Bu yapış yapış ve boğucu yaz gecesine hakim olan sadece sessizlik… Uğursuz,
tekinsiz bir sessizlik. Çatışmalarda birbirlerine ağza alınmayacak küfürleri, hakaretleri
savuran silahlar suskun. Hep süregelmiş lanetli bir gelenek olan taciz ateşlerini birkaç
gündür yemiyoruz. Merak ediyorum; Peri Suyu’nun uzun yolculuğunun sonu, masalsı
“Periler Diyarı”na varıyor mu? Bildiğim; benim yolculuğumun, sınırın ıssız bir köşesinde
kendi haline bırakılan Şehit Dursun Boz Karakolu’nda sonlandığı.
Bulunduğum yerden karakolun solgun ışıklarını görebiliyorum. Karakolun etrafını
çevreleyen yüksek tepelerdeki mevzilerimizde pusu kurmuş bekliyoruz. Fakat; pusuda
beklerken pusuya düşmek olağan bir durum buralarda, yadırganmıyor. Buraya geleli bir
sene olmadı, askerliğimin ortalarında olmalıyım. Gün saymadığımdan dolayı emin
değilim; fakat çok uzun zamandır buradaymışım gibi geliyor. Sanki daha önce başka bir
hayat yaşamamışım gibi. Ölümün pençeleri hep yakamızda olduğundan, onu pek
umursamıyorum. Beni asıl korkutan, bu diyardan ayrılamamak düşüncesi. Hiç
bitmeyecek! Ölsem bile… Ruhum bu toprakları asla terk edemeyecek. Sonsuza kadar
bu sarp dağlarda, yakılmış ormanlarda dolanıp duran; huzur bulamamış divane bir
hayalete dönüşeceğim. Oysa kızgın ayrılmıştım İstanbul’ dan… Bir daha geri dönmek
istemeden, lanetler okuyarak ayrılmıştım. Onu böyle çıldıracak kadar özleyeceğimi, asla
tahmin edemezdim…
Dört, beş yaş büyük olduğum Giresunlu Recep’le aynı mevzii paylaşıyoruz.
Doğduğu kasabadan sadece bir kez, o da askere gelmek için ayrılmış. Kısa boylu,
76
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
kavruk, cevval bir çocuk. Anladığım kadarıyla babasını pek sevmiyor; hayırsızın biriymiş.
Arada bir anasından, kardeşlerinden söz ediyor. Hayatına dair anlattıkları daha çok
mesleğiyle ilgili. Askere gelmeden evvel, bir mermer ustasının yanında çalışıyormuş.
Taşa şekil verip, neler yarattığını heyecanla anlatıyor. Onu dinlerken -sadece
yaratıcılığıyla övünen bir tanrıya ait olabilecek- mağrur gurur duygusunu
hissedebiliyorsunuz. Televizyonda izlediği dizilerden, filmlerden gördüğü İstanbul’u çok
merak ediyor. Onun için İstanbul; bana zorla anlattırdığı hikayelerin geçtiği bir masal
kenti. Bu yüzden, her gece sıkılmadan hep aynı soruyu soruyor:
“Eeee! Anlatsana abi. Başka neler yaptın İstanbul’da?“
Daima, hoşuna giden bir şeyler uyduruyorum. Yatmadan önce çocuklara
anlatılan masallar gibiler.
Elinde tuttuğu kocaman silahını, giydiği yıkanmaktan rengi kaçmış kamuflajını,
üzerine kuşandığı tüm o savaş teçhizatını bir kenara bırakırsanız; daha yirmi yaşındaki
Recep zaten çocuk sayılmaz mı? Çoğunlukla; hiç yaşamadığım, yapmaya asla cesaret
edemeyeceğim şeyleri; bazen de başımdan geçen ama sıradışı bir yanı olmayan
olayları, allayıp pullayarak ona anlatıyorum. Hayranlıkla dolan iri ve kara gözleri sonuna
kadar açılıyor.
“Vay be! Sen de az değilmişin ha!”
Tüm anlattıklarım masallardan ibaret değil elbette! Bazı geceler gözlerimi
kapatıp, onun da aynısını yapmasını istiyorum:
“Kapadın mı gözlerini? Şimdi kafanda şunu canlandır: Bir akşam vakti… Boğaz’ın
hemen kenarındaki bir parkta; yeni sulanmış çimlerin üzerine uzanmış İstanbul’ u
seyrediyorsun. Yosun kokusu ciğerlerine doluyor. Rum kayserlerinin gözdesi Ayasofya
sana iffetsizce göz kırpıyor. Hasmına topuk gösteren bir külhanbeyinin edasıyla, yaşlı
Rum dilberinin karşısına dikilmiş Sultan Ahmet Camii’ne ve onun göğe yükselen
minarelerine takılıyor gözlerin… Kıymetli taşlarla süslü iki değerli gerdanlık var öte
yanında…Şehrin efkarla dolu başını taşımaktan yorgun düşen, o upuzun boynuna
takılmışlar… Üzerlerinden hiç durmaksızın geçen araçların ışığı, inci taneleri gibi
parıldıyor. Eşlik eden martıların çığlıkları arasında, bir şehir hatları vapuru süzülüyor
denizin üzerinden. Sonra…”
Sessizlik uzayınca Recep meraklanıyor: “Evet, sonra?”
77
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Sonra… Gözlerimi kör eden parlak bir ışık kaplıyor şehrin üzerini… Kocaman,
pençe gibi bir el; bedenimi hoyratça yerden kaldırıp havalandırıyor. İçim çekilmiş gibi
hissediyorum... Bulutların, dağların, ovaların üzerinden geçtikten sonra, aniden
parmaklarını gevşetiyor ve aşağı düşüyorum. Ufacık bir çukurun içine… Kendi ellerimle:
İki dirsek genişliğinde, koltuk altı derinliğinde ve kasatura takılmış G3 piyade tüfeği
boyunda kazdığım; müstahkem mevziime.
Bu son, Recep’ e göre değil!
“Sonra mı? Sonrası artık, yarına!”
“Beni yemiyon değil mi abi? İstanbul harbiden o kadar güzel mi? Sen de o biçim
yerde yaşıyon, çok şanslısın anasını satayım!”
Şans!... Keşke, sana anlattığım tüm bu masallara kendim de inanabilseydim
Recep. Belki o zaman kendimi şanslı hissedebilirdim. Ama artık biliyorum ki: Kırılan
hayallerinin parçaları yüzüne çarptığında; bir şarapnelden, bir kurşundan daha fazla
yaralar, canını daha fazla acıtırmış.
Recep kirli elleriyle gözlerini ovuşturuyor. Belli ki uykusu gelmiş.
“Şu köşeye kıvrıl dinlen biraz. Hadi! Ben ayaktayım, gerekirse seni uyandırırım.”
Nöbette uyumak! Adeta günahla özdeşleşen, en ağır suç. Ama kimsenin buna
aldırdığı yok. Recep derinden bir “Offf!” çekip, mevziinin bir köşesine çöküveriyor. Bu
gece dinlediklerinden bayağı etkilendiği açık. “Türk Dili ve Edebiyatı” üzerine, yarım
bırakılmış bir eğitim ve okuduğum onca kitap; en azından burada bir işe yarıyor. Büyük
şairlere ve yazarlara özenerek kurduğum cümleler, acemice de olsa etkili oluyorlar. Bir
kirpinin dikenlerini andıran sert ve gür saçlarını yolarcasına kaşırken, sanki ölümün
duymamasını istermiş gibi fısıltıyla soruyor:
“Bizim de başımıza gelir mi?”
Neyi kastettiği çok açık olsa da, bu uzmanlık sorusunu anlamamazlıktan gelmeyi
tercih ediyorum:
“Ne gelir mi?”
“Anladın işte…”
Buralarda, bu sorunun tek bir yanıtı var:
“Kader, Recep. Kader!”
78
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Kader… Son zamanlarda, en sık duyduğum kelime. Acemi birliğinde “Eğitimde
merhamet, vatana ihanet!” felsefini benimsediğinden dolayı, bize tüm acemiliğimiz
süresince kan kusturan Kıdemli Kademeli Başçavuş Karaduman; ayrılık günü geldiğinde
şöyle demişti: “Gençler! Evvel Allah biz size ne biliyorsak öğrettik. Amma! İlla başınıza
gelecek varsa… Allah yazdıysa? Ne diyelim? Kader... Siz şimdiden hakkınızı helal edin
emi!”
Kader!... Adanalı İlyas ise şunu demişti: “Hoca, yeminlen burda öyle şeyler
görmüşüm ki, gel de kadere inanma! Biz de kendi çapımızda feleğin çemberinden
geçmişiz icabında amma; olucak varsa, illaki olur. Hani kaderimse düzülmek, neye yarar
üzülmek hesabı, anladın mı?”
Sonra, öldü... Terhisine kırk altı gün kala, intikal halindeyken mayına bastı. Ağrılı
Seyfettin’in on-on beş adım önünden yürürken -artık aklına ne geldiyse- birden geriye
dönmüş. Bu sırada hala yürümeye devam ediyormuş. Tam ağzını açmış ki… BOMMM!
Sözleri havada asılı kalmış, bedeni bir yapbozun parçaları gibi toprağın üzerine
dağılmış. Kader; burada bir yanıt olmaktan çıkıp, bir soruya dönüşüvermiş. Sahi! Sadece
yirmi bir yaşındaki İlyas, böyle feci bir şekilde sonlanacak kaderini nasıl hak etmiş?
Tabi, kaderde yalnızca kurban olmak yok. Bir de; doğan güneşin şafağını
aydınlatmasını hasretle bekleyen Ankaralı Ramazan Asteğmen gibiler var. Aynı yaşlarda
olmamız ve benzer hayat görüşlerine tutunmamız nedeniyle samimi olduğum Ramazan
Asteğmen…
Tezkeresini almadan önce ki son konuşmamızda: “Ne garip!” demişti. “Hani, o
kadar okudum, ettim… İnsan doğumunun iyi bir amacı olsun istiyor. Tamam! Dünyayı
kurtaracak halimiz yok ama… Ne bileyim?… Ben doğdum, bir başkası doğdu. Hiç
karşılaşmadan, birbirimizden habersiz, başka başka yerlerde büyüdük… Bir gün tesadüf
eseri karşılaştık… Yüzünü sadece bir kez gördüm… Tetiği çekmeden hemen önce … O
son görüşüm oldu. İşte! Bu yüzden dünyaya gelmişim; bir başkasının Azrail’ i olmak
için… Kaderim böyle yazılmış…”
O kendini buna inandırmış, bunu kabullenmişti.
Peki ya bana bahşedilen kader neydi? Kendi adıma girdiğim tüm savaşlardan,
kesin bir yenilgiyle ayrılmama rağmen; hiç umursamadığım bu savaşa sürüklenme
nedenim neydi?
79
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Yanıt: Sırf korkaklığım yüzünden becermekte aciz kaldığım bir işi, bir başkasına
yaptırabilmek. Buraya, şahadetin kutsallığına hiç yakışmayan, zavallı bir sebep uğruna;
hem de gönüllü olarak geldim. Fakat gördüm ki başkalarının bana verebileceği tek ölüm;
zehirli bir elmayı andırıyor. İçi acı ve ke…
“ÇATTT!” diye arkamdan gelen, ani bir gürültü; beni dünyaya geri döndürüyor.
Kafam karmakarışık…
Çoktan uykuya dalmış olan Recep’in kucağından kayıp, yere kapaklanan
silahının sesi bu.
Recep’ in dudakları yavaşça kıpırdarken; büzülmüş alt dudağında biriken salyası,
çenesine doğru akmaya başlıyor. Uyanır gibi olup, salyayı ağzına geri çekiyor ve kaldığı
yerden uykusuna devam ediyor. Ayakta dikilmekten yorulan dizlerimin ağrısıyla, diğer
köşeye de ben çöküyorum. Tam karşımdalar. Toza bulanmış silah, öylece duruyor.
Recep’ in namusu yerlerde sürünüyor.
Hatırlasana Recep; bize öğretilen ilk şey neydi?
“Silahın senin avradın, namusundur! Onu canın pahasına koru ve asla terk
etme!”
Bunu öğrettiler… Ama şunu öğretemediler: Peki ya bir gün, O senden ayrılmak
isterse; seni bırakıp giderse? Amansız bir umutsuzluğa düşüp, kendini öldürmek ya da
öldürtmek dışında ne yapabilirsin?...
Kadıköy’ deydik. Öğlen vaktiydi. Sokaklarda gezinen serin bir esintinin rüzgarına
kapılıp, Bahariye Caddesi’ni dolduran kalabalığın arasına karışmış yürürken; birbirimize
de en az bu kalabalık kadar yabancıydık artık... O, hiçbir şey söylemeden birkaç adım
önümden yürüyordu. O gün elimi tutmadı…
Tüfeğimin kayışını, elime iyice doluyorum. Şarjörü dolu, emniyeti açık. Daha bu
sabah tüm parçaları tek tek söküldü, temizlendi ve yağlandı. Üzerine sinmiş yağ
kokusunu içime çekerken, namlusuyla yanaklarımda ufak daireler çiziyorum. Cennet
bahçelerinde yetişen çiçeklerin özünden elde edilen bir parfüm bile, bundan daha güzel
kokamaz. Etrafına ölümcül öpücükler dağıtan namlusu dudaklarıma değiyor. Namlunun
alevliği geceden daha soğuk. O’nun: “Böylesi ikimiz içinde daha iyi olacak…” diyen
dudaklarından da…
80
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Parmaklarımla, gez ve arpacığın arasındaki düzlüğü okşuyorum. Aynı; O, bir
zamanlar yanımda sere serpe uzanmış yatarken, çıplak sırtını okşadığım gibi. El
kundağını sıkıca kavrayıp, kendime doğru çekiyorum. İyice… Etime batırırcasına ve hiç
bırakmak istemeden…
Beşiktaş’ taydık. Gecenin bir yarısıydı. Denizi göremeyen kör, yaşlı bir binadaki;
mütevazı öğrenci evimizdeydik. Pencere camından süzülen sokak lambasının donuk
ışığı odamızı aydınlatıyordu. Güneş altında kalmaktan sararmış saçları, yüzünü bir peçe
gibi örtmüştü. Cehennem ateşini kıskandıracak alevler parlıyordu gözlerinde. Bedeninin
her yerinde parmak izlerim vardı. Alnında biriken ter damlaları, tatlı bir nektardan daha
serindi. Baş döndüren bir mutluluğun saydam gölgesi, bedenlerimizin kusurlarını ipek bir
çarşaf gibi örtmüştü. Odamızın bütün duvarlarını kaplayan posterlerdeki – hep başkaları
tarafından izlenmeye alışmış – tüm o ünlü yıldızların meraklı bakışları altında… Benim
oldu. Koyu kızıl rengi kanı, nemli parkelerin üzerinde yavaşça yayıldı. Bu, döktüğüm ilk
kandı. O fakir ev var ya… Artık benim için bir mabet, bir tapınaktı. O an ölebilseydim; bu
benim mutlu sonum olacaktı. Zamandan tek bir şey çalabilsem, o anı çalardım…
Ay bulutların arasından sıyrılıp, Recep’ in çocuk yüzünü aydınlatıyor. Şarjörü
yokluyorum. Tam yerine oturmuş, bir milim bile kıpırdamıyor. Beynimin bir köşesinde
hep pusuda bekleyen o lanet düşüncenin zehri, kanıma yavaşça karışıyor. Ürperiyorum.
Bu kez gelgitlerde boğulmayacağım. Biri bana şöyle sesleniyor: “Hadi! Bekleme, yap
artık şu işi!”…
Dalgalar kıyıdaki kayaları acımasızca döverken, güneş neredeyse batmak
üzereydi. Denizi sağ yanımıza alıp, amaçsızca sahil boyunca ilerledik. Cesaretini
toplamasını bekliyordum. Ne söyleyeceği belliydi ama bunu kendi söylemeliydi. Birden
duruverdi. Sırtını denize döndü. Cesaretini toplamıştı, gözlerimin içine bakabiliyordu. O
an sağır olmak istedim. Söyleyeceklerini duymak istemiyordum. Pembeleşmiş omuzları
üzerinden denize takıldı gözlerim. Dalgalar kalp atışları gibiydi; ritmini hiç bozmadan
yükselip, alçalıyorlardı. “Bitmeli!” derken, gözleri ardında oynaşan deniz kadar sakin
değildi. Ruhunu kemirip, kangrene dönüşen bir yaraymış bana duyduğu sevgi. Kesip
atması gerekiyormuş. Bunları söylerken yanaklarından süzülen iki damla yaşla attı
sevgimi içinden. Bu irin dolu damlalar yere aktı ve kim bilir kaç kişi basıp geçti onların
üzerinden?...
İşaret parmağımla silahımın en mahrem bölgesine dokunup, hafifçe yokluyorum.
Namlu, sabırsızlıkla ağzıma boşalmayı bekliyor. Parmağımın ağırlığını yavaş yavaş
81
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
tetiğin üzerine veriyorum. Aynı bana öğretildiği gibi, nizami bir şekilde. Sana, hoşça kal
demediğim için kusura kalma Recep…
Gök gürlemesini andıran bir ses, gecenin ince bir tül kadar narin sessizliğini yırtıp
attığında; Recep derin uykusundan sıçrayarak uyanıyor. Daha tam kendine
gelemediğinden, şaşkınlık ve korkuyla harmanlanmış gözleri; ne olup bittiğini anlamak
istercesine etrafına bakınıyor.
“Ateş! Ateş edildi… Abi, ateş ediyorlar…”
Ölüler görüp, duyabilir mi?
Recep, yerde duran silahını tek hamlede kaptığı gibi -tüm kainatın gelmişini
geçmişini şöyle güzelce bir anarak- ayağa dikiliveriyor. Namlu ağzımda ve hâlâ ne olup
bittiğini anlamaya çalışıyorum. Recep benimle ilgilenmiyor. Dinliyor… Sessizce, tüm
dikkatini toplamış bekliyor. Başka bir kurşun… Tek başına, yolunu kaybetmiş kör bir
kurşun… Tam üzerimizden geçip arkamızdaki kayalara çarpıveriyor. Günlerdir sıkıntıdan
patlayan orkestra, konsere çoktan hazır. Senfoni başlıyor. Enstrümanlar tüm hünerlerini
ortaya sererken; kimi kalın, kimi ince perdeden çalıyor. Recep’te çoktan bu gösterideki
yerini almış, bağırıyor: “Ya abi! Kurban olduğum… Sen n’apıyosun orada? Hadi daaaa!”
Kaderimin bana bir oyunu mu bu?
Verdiği bu emre itaat etmekten başka şansım yok. Başımı - biraz önce
kalkıştığım işe tezat - ihtiyatla yukarı kaldırıp, gecenin içinde yanıp sönen namlu
alevlerini görüyorum. Suratından boşalan teri, kolunun tersiyle silerken Recep’le göz
göze geliyoruz. O bir çift gözün ağırlığı altında eziliyorum. Kader, yaşam, ölüm, aşk ve
tüm o varoluş sorunları… Havaya karışan sigara dumanı gibi dağılıyorlar. Biz, ikimiz…
Bekleyeni olmayanlar… İzbe bir çukurda birbirine sığınanlar…. İki meçhul asker. Merak
etme Recep! En azından bu gece, seni kimse terk etmeyecek.
Silahım, üzerime zimmetlenmiş aşkım. Silahım benim avradım! Namlusundan
yayılan öfke dolu melodi; dağlara, taşlara çarparak yankılandığında; çatışma daha da
alevleniyor. Aydınlatma fişekleri de atıldı. Gökyüzüne fırlatılan rengarenk havai fişekler
gibiler. Şu anda; ölümle yaşamı ayıran bu derin vadinin tam ortasından akan Peri Suyu’
nun yüzeyinde, İstanbul’ un silueti yansıyor. Tekrar, boğazın kenarındaki o parktayım…
İstanbul, orada... İşte! Tüm ihtişamıyla karşımda dikiliyor…
82
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Tülay Marchand
1976 yılında Manisa'nın Salihli ilçesinde doğdu. İlk
ve orta öğrenimini Salihli'de tamamladıktan sonra,
Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde Sosyoloji lisans
diplomasını yaptı. Ardından Viyana
Üniversitesinde 'Avrupa Çalışmaları' yüksek lisans
programını tamamladı. Halen Viyana'da
yaşamaktadır.
ZAMAN VE SONSUZLUK
Yağmur, penceresinin pervazına vuran yağmur, ses olup gecedeki havanın
içinden odasına süzüldüğünde uykusuzluk denen olgunun sadece kendisine değil aynı
zamanda gecenin bu saatinde gökten boşalan yağmur damlalarına da musallat
olduğunu düşünmüştü Benjamin. Gecenin sessizliğinin ve yağmur damlalarının odasının
içinde böylesine kendilerine yer edinip uykusuzluğunun bir parçası olduğuna nedense
inanmak istememişti. Gözlerini karanlık tavandan bir türlü alamayınca, yataktan kalkıp
pencereden yağmuru seyretmenin daha ilginç olabileceğini düşündü. Odasının
penceresinden gecenin karanlığında belli belirsiz görünen birkaç evi ve onun arkasındaki
gecenin içine oturmuş neredeyse siyaha yakın bir renge bürünmüş ormanı gördü.
Gecenin bu saatinde evden çıkıp yağmur altında ormana tek başına dalsa ne olurdu
acaba? Annesinin ona anlatmış olduğu masallardaki gibi bir kurt önüne çıkıp onu kendi
kötü emellerine alet etmek ister miydi? Gerçi köyde kimse ormanda kurt gördüğünü
söylememişti. Ama annesinin ağzından yaşamla ilgili dökülen her kelimenin, yaşamla
ilgili yapılan her yorumlamanın doğru olmaktan başka şansı yoktu Benjamin için. Yağmur
yağmasaydı eğer, bu siyaha bürünmüş bulutlar gökyüzünü esir almasaydı bir süreliğine,
apaçık gökteki yıldızlara bakıp hayata dair belki daha sıradan şeyler düşünebilirdi.
Yağmur, penceresinin pervazına vuran yağmur, bu küçük bedeni için taşınması
zor olan düşünceler getirmişti Benjamin’e gecenin bu saatinde. O hep bir şekilde
kaçmaya çalıştığı, ama kendisine bir çıkış bulamadığı, hiç kimseyle paylaşamadığı,
bazen ikisinin korkusundan gözlerini iyice kısıp yorganın altına saklanıp birkaç gözyaşı
döktüğü, sadece annesinin ona okumuş olduğu masallarla etkisi azalan ama evin
merdivenlerinden yukarıya çıktığında büyüyen, gecenin sessizliği içine çöreklendiğinde
kalbinin ve zihninin her köşesine yerleşen, gecede açık kalmış gözleri tavana bakmaktan
83
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
yorgun düştüğünde, Benjamin’in küçük bedeni için taşınması zor olan uykusuzluk gibi
kendisine musallat olmuş olan o korku...
Benjamin ormana bakan gözlerini geceden aldıktan sonra yavaşça yatağına
uzandı. Uykusuzluktan yorgun düşmüş olduğu bu gecede tekrar gözlerini tavana dikti.
Ve son bir kez uykuya dalmadan o korkunun hâlâ bütün yoğunluğu ile orda olduğunu
hissettiğindeyse yatağından kalkıp annesine koşup yardım istemenin bir anlamı
olmayacağını biliyordu. Bazen gün içinde, bazen aynen gecenin bu saatinde olduğu gibi
küçük bedeni üstüne çöreklenen bu korkunun ne olduğunu tam olarak nasıl
açıklayacaktı. Bunu birkaç kez babasına anlatmaya yeltenmiş ama sonrasında korkunun
nedenine somut herhangi bir şey gösteremeyeceğini sezinlediği için kendince içine
kapanmayı seçmişti. Annesiyse kimi zaman oğlu ile ilgili yolunda olmayan bir şeyler
sezinlediğinde, yavaşça hissettirmeden yardımcı olmaya çalışmış, korkusunun nedeni
her ne ise bunun anlamsız olduğunu, çünkü hayatla ilgili korkuların çoğunu insanoğlunun
kendisinin yarattığını söylemişti. O ansa yine Benjamin’in iç huzursuzluğunun odasının
duvarlarını aşıp, annesinin başını koyduğu yastıkta kendine bir yer edindiğinde gelmişti.
Annesi bir çırpıda Benjamin’in odasına koşmuş ve yorganın altında sessizce ağlamakta
olan oğlunu gördüğünde hemen yatağın yanı başına oturmuş, onu kucağına almış,
başını yavaşça okşamış ve her şeyin birazdan geçeceğini yarın güneş açtığında ve
sahile gittiklerinde bütün bunları unutacağını söylemişti. Ve ardından Benjamin’e bir ninni
söylemişti. Annesinin göğsünden gelen sıcaklığın hayatına o andan sonra girecek tüm
yağmur damlalarıyla birlikte kendisini bu dünyaya ait korkuların olmadığı başka bir yere
götürmesini dilemişti Benjamin.
Kendisine o andan bırakılmış olan sıcaklığı düşündü, gözlerini yine iyice kıstı ve
annesinin göğüslerinin arasına yerleşmiş olan başını, sırtında gezinen sıcak ellerini,
kendisine söylemiş olduğu ninniyi ve o rahatlama anını gözlerinin önüne getirdi. Kendi
kendini yavaşça telkin etmeye başladı: “Yarın bahçeye oynamaya çıktığında bunların
hiç birisini düşünmeyeceksin, annen pencereden beş çayı için ‘Benjamin’ diye
seslendiğinde geceyle ve yağmur damlalarıyla birlikte üstüne çöreklenen bu
düşüncelerden hiçbir iz kalmayacak.” Biraz sonra gözleri iyice kapandığında her ne
kadar henüz tatmamış olsa da, ölüme yakın bir sakinlik duygusunun bedenine
yerleştiğini belli belirsiz hissedecekti. Tam olarak uykuya daldığındaysa, ölümün başka
bir adının onu kollarına alıp ninniler söylediğinin farkına varmayacaktı.
84
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Sabah annesinin yapmış olduğu kahvenin ilk kokusu burnuna geldiğinde gecenin
götürdüğü yağmurun artık pervazda olmadığını ve rengi yeşile bürünmüş ormandaki
ağaçların dallarının neredeyse odasındaki pencereden yatağına uzandığını fark etti.
Annesinin “Benjamin kahvaltı hazır!”diye bağırması dün gece yorganın altında
gözlerini kısıp gözyaşlarını iyice içine gömdüğü o yoğun korku anını birden
unutturmuştu. Merdivenlerden aşağı indiğindeyse mutfakta bekleyen annesinin sıcak
gülümsemesinin kendisini kovalayan bu korku anının sonu olduğunu düşündü. Ardından
babasının her Pazar kiliseye gitmek için giymiş olduğu takımlarıyla mutfağa girdiğini
gördü.
Hızlı yapılan bir kahvaltının ardından hep birlikte kiliseye gittiler. Köyün taşlı
yolunun sonundaki küçük tepeciğe kondurulmuş kiliseye vardıklarında, köyün öteki
yakasında oturan ama çok nadir köyün içinde oynamaya çıkan, ailesiyle birlikte kiliseye
gelen Marlen’i görmüştü Benjamin. Onu görmekten çok mutlu olmuştu ama elbette
bundan kimseye bahsetmedi. Marlen ile ilgili hissettiklerini Tanrı’nın evinde açıklaması
hiç uygun kaçmazdı. Biraz sonra rahip ortaya çıkıp Tanrı sevgisinden, onun her yerde
olduğundan ve kudretinin her şeye yettiğinden bahsedecekti. Tahta sıra üstünde oturup
küçük bakışlarla annesiyle babasını gözlemlerken, tek bir ses çıkarmadan rahibin bütün
dediklerini dinlemesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Tanrı sevgisiyle ilgili sözcükler ve İsa’ya
dair tüm kelimeler rahibin nefesinde son bir kez demlendiğinde, tahta sıralarda
oturanların buraya gelmeden önce içlerine akıtmış oldukları son kahvenin yudumları
kendilerini daha fazla uyanık tutmaya yetmediğinde, birazdan çalınacak olan kilise
orgundan çıkacak olan müziğin notaları kilisenin pencerelerinin pervazlarında sinsice
bekleşirken büyük bir coşku ile üfledi rahip duanın son sözcüklerini tahta sıraların
üstünde oturan ahalinin üstüne: “Tanrı hep bizimle olsun... Sonsuza dek...” Kelimeler
başını öne eğmiş ve hâlâ sıkıca anne ve babasının elini tutan Benjamin’in kulaklarında
bir kez daha çınladı ve o tek kelimenin yankısıysa devasa bir korku kasırgası gibi yine
içine çöktü: ‘Sonsuzluk...’
Kelimelerin dünyası kendi dünyasının içine yavaşça girmeye başladığında, anne,
baba, kedi, köpek, yemek, su, akşam, sabah, gece gündüz için kullanılan sesler ve
onların anlamları yavaşça bilincine yerleştiğinde bütün bunların anlamını hiçbir şekilde
düşünmeden, sözlüğe bakmadan çocuk olmanın vermiş olduğu rahatlık içinde öylesine
kendiliğinden öğrenmişti. Annesi ile babasının onu kiliseye götürmeye başladığı
zamanlarda rahibin ağzından her duanın sonunda dökülen sonsuzluk kelimesinin ne
85
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
anlama geldiğini kesinlikle sorgulamamıştı Benjamin. Bu kelime de diğer kelimeler gibi
öylesine kendiliğinden öğrenilecekti.
Kilise orgunun çalmaya başlamasıyla Tanrı için söylenen ilahilere anne ve
babasının eşlik ettiğini görünce o da hemen aynı şeyi yaptı. Buraya her Pazar
geldiğinden kilisede okunan ilahilerin çoğunu hemencecik ezberlemişti. Kilisede yakılmış
mumların ışığının ve ilahilerin göğe yükselen tınısının kendi çocuk kalbinde yarattığı
etkinin hep Tanrı ile ilgili bir yönünün olduğunu düşünmüştü. Tören bitip insanlar tek tük
kiliseden ayrılmaya başladığında, Benjamin de aynen diğer çocukların yaptığı gibi tekrar
anne ve babasının elini tutup köyün tepesine oturtulmuş kiliseden, onun içinde oturan
Tanrı’dan ve İsa’dan bir süreliğine de olsa uzaklaşıp köyün taşlı yolundan evlerine doğru
ilk adımını attı. Pazar güneşinin taşlı yolda bırakmış olduğu gölgeleri izlerken papazın
söylemiş olduğu son söz ‘sonsuzluk’ hâlâ kulaklarında çınlıyordu.
Birkaç yıl önce anne ve babasıyla birlikte arşınlamış olduğu bu yolda o zamanlar
duymuş olduğu bu kelimeye kendince bir anlam vermeye çalışmıştı. Gelecek yıllar
içindeyse bu sözcüğe bir anlam verme çabasının kendisini içinden çıkılmaz bir korku
labirentinin içine sürükleyeceğini bilemezdi. Kilise ziyaretlerinin ardından geldikleri
evlerinde odasına çekilip sonsuzluğu düşünürken aynı anda onun içinde yüzen zamanı
da kendince anlamaya çalıştı. Bir başlangıç yoktu, aynı zamanda bir son da yoktu,
sonsuzluk o doğmadan önce oradaydı ve öldükten sonra da orada olacaktı. Başlangıcı
ve sonu olmayan noktada iki tarafa da uzanabiliyordu ve bu iki tarafa uzanan boşluk
içindeki bir anda, hayattaydı. Bu sonsuzluk dehlizinin içinde kendisinin asla bir anlamı
olamazdı. Küçücük bir noktadan ibaretti. Ama bu henüz küçük bir bedene sahip olduğu
için değil, daha çok iki tarafa uzanan ve hiç bir yönü olmayan korku dolu sonsuzluk
dehlizi kendisini çok küçük ve önemsiz bıraktığı içindi. Anne- babasının elini sıkıca tutsa
da, yorganın altına saklansa da kendince anlam vermeye çalıştığı bu sonsuzluk içinde
yapayalnız olacaktı. Gece olduğunda, gündüz olduğunda, güneş ağaçlarda ve
dalgalarda farklı gölgeler bıraktığında zaman denen bilinmezliğe de bir anlam verme
çabasının kendi küçük bedeni için beyhude bir çaba olduğunu dehşet içinde fark
edecekti. Etrafını çevreleyen bu sonsuzluk içinde kendi durduğu yer neresi olacaktı? Her
şeyin bir anda büyük bir noktadan, küçücük bir noktaya, küçücük bir noktadan devasa
evrenlere dönüşebileceği, evlerinin arkasındaki ormanın bir anda beş yüz metre ötedeki
denize karışıp önce ormanın arkasındaki dağları, ardından üstlerindeki güneşi kendi
içlerine çektiği ve ansızın ortaya dökülen karanlığın, anlam verememenin kendisini
86
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
yıllarca kovalayabileceğini düşündü. İçinde doğmuş olduğu bu sonsuzluğun anlamadığı
bir oyunun parçası olmuşçasına, öldükten sonra da devam edeceği ve o noktadan sonra
kendisinin nerede olacağı, içinde saklanmış olduğu bu bedenden bir nefes dahi
kalmayacağı, özellikle her nesneyi kavrayıp ona somut bir varoluş kazandıran
parmaklarının görünmez bir toz bulutuna dönüşeceği korkusu yoğun bir biçimde içine
çöktü. O anda evlerinin kapısından çıkıp beş yüz metre uzakta olan sahile inip dalgalara
vuran akşamüstü pembesini gördüğünde bütün sahil boyunca arkasına bakmadan koşup
dalgaların üstüne bir çığlık bırakıp ve tekrar bir anlık da olsa nefesini tekrar içine çekip,
adımlarını daha da hızlandırıp ufuk çizgisini belli belirsiz gördüğü sahil boyunca hızla
koşup, dalgalar kat kat çoğalıp son yorgunluklarını sahile bırakırken, sahilde dolaşan tek
tük insanlara, yaşamla ilgili kelimeler bilincine kazınmaya başladığından beri onu
kovalayan o özel kelimenin yarattığı korkudan bahsetmeden o çok uzakta belli belirsiz
gördüğü denizle akşamüstü pembesinin birleştiği noktanın içinde eriyip kaybolduğunu
hayal etmek istedi. Çünkü sadece yok olduğunda kendisini dehşete sürükleyen o duygu
da ortadan kalkacaktı. Oysa yaşam yeni açıyordu yedi yaşındaki bu çocuğun küçük
dünyasında. Hatıralar vücudunun her köşesinde yavaşça yer ediniyor, göğe açılan mavi
gözleri ise, sonsuzluk ve zaman korkusu bir anlığına ortadan yok olduğunda, merakla
onu beklemekte olan hayatın yolunu gözlüyorlardı.
O gün kiliseden döndüklerinde annesinin hazırlamış olduğu yemek bir anlığına
da olsa her şeyi unutturmuştu Benjamin’e. Daha sonra, çay saatinde, babası bahçede
oturmuş Pazar gazetelerine göz gezdirirken, annesi çay fincanlarını ve bisküvileri
masaya yerleştiriyordu. Bisküvinin ağzında parçalara bölünen bütünlüğünün, çayın
burnunda bıraktığı kokunun, annesinin sıcak ve bakımlı ellerinin sonsuza kadar sürecek
anlar içinde hep onunla kalmasını istedi. Ya da babasına bir bakış fırlattığında kendisine
dönen babasının gülümsemesini somut bir varlığa dönüştürüp hep yastığının altında
sakladığı bir oyuncak yapabilirdi. Etrafında görmüş ve algılamış olduğu bütün somut
varlıklara olabildiğince tutunmak ve göremediği, algılayamadığı nereden gelip nereye
gittiğini bilemediği anlam veremediği soyut olanıysa tamamıyla aklından çıkarmak istedi.
Akşam karanlığı yavaşça ağaçların üstüne düşmeye başladığında annesi ve
babası televizyon seyretmek için salona geçti. Benjamin biraz daha oynamak istediğini
söyleyip bahçede kaldı. Bahçedeki salıncakta sallanmaya başladı. Sallandıkça zeminde
belli belirsiz hareket eden gölgesini gördü. Sokaktan yavaşça evlerine çekilmeye
başlayan insanların gürültüleri geliyordu. Annesi birden mutfaktan “Benjamin!” diye
87
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
bağırdı. Salıncaktan atlamaya çalışırken yere düştü. Bir an hiç kalkmadan boylu
boyunca zemine uzandı. Yaklaşmakta olan gecenin kendine özgü bir sesi olup
olmadığını düşündü ardından boşluğun bağrından çıkmış gibi çok derinden gelen bir
uğultu duydu. Etrafına bakındı kimsecikler yoktu. O bilinen panik bir anda içine boşaldı
ve her şeyin kapalı olduğu yaz mevsiminin içine oturmuş tipik bir pazar gününün içinde
duymuş olduğu bu uğultunun sonsuzluğun sesi olduğundan kesinlikle emindi.
Adımlarını bir anda hızlandırıp eve koştu. Yatağın içine iyice gömülüp hemen
kilisede duymuş olduğu ilahiyi söylemeye başladı:
En çorak çölü geçeceksin
Ama susuzluktan ölmeyeceksin
Yolu bilmesen de
Uzaklarda selamet içinde dolaşacaksın
Yaban ellerde kendi sözcüklerini konuşacaksın
Ve seni herkes anlayacak
Tanrı’nın yüzünü görecek
Ve yaşayacaksın
Korkma
Ben her zaman önünde olacağım
Yanıma sokul
Huzuru bende bulacaksın.”
Sonraki zamanlarda aynı korku içine düştüğünde hep bu ilahiyi okudu Benjamin.
İlahiyi okudukça o gün bahçede duymuş olduğu uğultunun sesi gittikçe azalıyordu ve
daha az düşünür olmuştu zaman ve sonsuzluk kelimelerinin getirmiş olduğu görünmez
korku dünyasını.
Zamanla yaşamına daha fazla kelime girdiğinde, başka uğraşlar buldu Benjamin.
Önce kuşlara merak saldı. Eve bir papağan ve bülbül alındı. Kuşların bütün sorumluluğu
Benjamin’e aitti. Hatta öyle anlar geliyordu ki Benjamin onlarla kendince iletişim kurmayı
bile başarabiliyordu. Ardından bir köpek aldılar. Köpeği her gün sahilde yürüyüşe çıkaran
da Benjamin’di. Bunun yanı sıra komşularının hayvanları ile ilgilenmeye başladı. Onların
88
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
kedilerine tavşanlarına bakıcılık yaptı. Yeni yeni arkadaşlar edindi. Onlarla mahalledeki
kızların dedikodusunu yaptılar. Özellikle kızlarla ilgilenmeye başladıkça da, içinde
oturmuş olduğu evren, dünya ve hayat, zaman ve sonsuzluğun bir parçası oldu. Ve bir
yaz akşamı Marlen’le evlerinin duvarlarının önünde otururken “çocukken saçma sapan
korkularım vardı” diye anlatmaya başladı, bedeninde yeşermekte olan genç erkeği
göstermek istermişçesine...
89
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Zeynep Öykü Üner
1992, İstanbul doğumlu. Robert Kolej’de lise
üçüncü sınıf öğrencisi. 10 senedir piyano çalıyor.
Özgür Pencere’nin dergisinde “Cennette Miyiz?”
adlı öyküsü yayımlandı. “Şeker” adlı senaryosu bir
Kısa Film Öyküsü yarışmasında birincilik
kazandı. “Kırmızı Ruj” adlı öyküsü 4. “Hişt Hişt,
Genç Sait Faik!” Öykü Yazma Yarışması
seçkisinde yayımlandı.
OKUMA ALIŞKANLIKLARI
“Gerçeklik yalnızca bir yanılsamadır; ama sürekli bir yanılsama.” 1
Albert Einstein
Dışarıdan gelen korna sesiyle irkildi üçü de. Kaldırdılar kafalarını kitaplarından ve
göz göze geldiler. Uykusuzluktan gözleri torba torba olmuş kız, saçı sakalına karışmış
bir üniversiteli, kumaş pantolonu ve gömleğiyle tipik bir işadamı. Otobüste giderken kitap
okumak herkesin yaptığı bir şey değildi. Birbirlerine ne kadar benziyorlardı!
Bu sıcak Haziran günlerinde okula final sınavlarını vermeye gitmek işkenceydi
âdeta Elif için. Tüm okul yılının yorgunluğu bu hafta çökmüştü üzerine. Şu finaller bir
bitseydi! Bir haftadır doğru düzgün uyuyamıyor, geç saatlere kadar ders çalışıyordu.
Tüm bir dönemin konularını çalışmak zaman alıyordu tabii. Yedi finali için de bütün yılın
açığını kapatmak, haliyle gözlerinin altında torbalar oluşturuyordu Elif’in. Bir haftadır
girdiği finallerin sonuncusuydu gittiği: Edebiyat finali.
Saat 8’di ve otobüs tıklım tıklım doluydu. Ayakta durmak zorunda kalan Elif, bir
yandan düşmemek için kenara tutunuyor, bir yandan da kitabının son sayfalarını
okuyordu. Bir haftadır diğer sınavlarına çalışmaktan Edebiyat finalini ihmal etmiş,
sınavda sorulacak kitabı okumayı son ana bırakmıştı. Alışkanlıktı ya, hep son âna
bırakılırdı böyle şeyler. Uykusuzluğunun sebebi biraz da buydu. Önceki akşam
neredeyse sabaha kadar oturup kitabı okumuş; ama bir türlü bitirememişti. Yaşar Kemal
90
1 “Reality is merely an illusion, albeit a very persistent one.” Albert Einstein
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Al Gözüm Seyreyle Salih’i nasıl, niye yazmıştı? Hiç düşünmüş müydü öğrencilere bu
kadar eziyet edeceğini?
Elif yine de direnmiş ve kitabın sonlarına gelmişti. Okula varana kadar okuması
gereken on iki sayfası vardı ve dikkatini hiç dağıtmamaya çalışıyordu. Sürünüyor da
denebilirdi. Ne yapsın! Zorundaydı, okumalıydı, okuyordu.
En son sayfadaydı. Dışarıdan gelen korna sesiyle irkildi. Kafasını kaldırdı ve
onlarla göz göze geldi.
En sevdiği şeydi kitap okumak Rüzgâr’ın. Otobüste, asansörde, vapurda; her
yerde okurdu kitabını. Bazen üniversitede sıkıldığı derslerinde bile çıkarırdı kitabını
çantasından. Orhan Kemaller, Dostoyevskiler, Paulo Coelholar, Poelar... Yalayıp
yutmuştu hepsini. Annesi hep şakaya vururdu bu alışkanlığını: “Kardeşinin gözünde
yaprak sarma neyse kitaplar da senin için öyle oğlum. Bırak artık elinden şunları!”
Babası da şöyle derdi oğlu için: “Kitap okuyabilmek için saçını sakalını kesmediğini
düşünüyorum artık!”
Oysa Rüzgâr bu halinden gayet memnundu. Hem kitap okuyor diye ders
çalışmıyor ya da dışarılara çıkıp eğlenmiyor da değildi. Sadece televizyon izlemek,
öğlene kadar uyumak yerine kitap okumayı tercih ediyordu. Bazı şeyler onun için vakit
kaybıydı, kitap okumaksa bu kaybolacak vakti değerlendirecek bir şey; bir hazineydi.
Otobüse ilk durak olan Bahçeşehir’den bindiği için oturacak yer bulabilmişti ve
neredeyse yarım saattir durmadan okuyordu. Daha geçen gün başladığı Baba ve Piç
bitmek üzereydi.
En son sayfadaydı. Dışarıdan gelen korna sesiyle irkildi. Kafasını kaldırdı ve
onlarla göz göze geldi.
Ömer Bey, tezcanlı bir adamdı. Sabırsızlığıyla ün salmıştı; işyerinde herkes ona
“Tezcan” derdi. Hatta işe yeni alınan çaycı, Ömer Bey’in ismini “Tezcan” sandığından
ona her sabah çayını getirdiğinde “Buyrun Tezcan Bey” derdi.
Arabası bozulduğu için birkaç gündür işe otobüsle gidiyordu; fakat bu trafik
çekilmiyor, hele Ömer Bey için beş dakikadan sonrası işkenceye dönüşüyordu. Kolu
bacağı sürekli oynuyor, sürekli saatine bakıyor, yerinde duramadan edemiyordu.
Otobüsün müdâvimleri de son günlerde ortaya çıkan bu adam için içlerinden “Amma
sabırsız ya!” diyorlardı.
91
Sığınak – 2009 Öykü Seçkisi
Otobüse bineli tamı tamına on iki dakika geçmişti ve Ömer Bey gömleğini
pantolonunun içine üçüncü kez doğru düzgün sokmaya çalışıyordu. Hepsi de sıkıntıdan!
Bir an önce işyerine varsaydı da işlerine başlayabilseydi ne iyi olurdu! Şu otobüs
yolculuğu hiç bitmeyecekti sanki. Böyle durumlarda durup hep aynı şeyi düşünürdü:
“Ben annemin karnında dokuz ay nasıl beklemişim acaba?”
Bu sabah evden çıkarken aklına güzel bir fikir gelmişti: Yanına bir kitap alacak ve
sonrasında çok sıkıldığı ilk on beş dakika geçtiğinde kitap okumaya başlayacaktı. Ömer
Bey çantasından kitabını çıkardı: Sineklerin Tanrısı. Belki de vaktini böyle geçirebilirdi
sıkılmadan.
Ömer Bey sabırsızdı ya! Merakını, tezcanını yenemedi. Daha kitaba başlamadan
açtı sonlarını ve okumaya başladı. Her okuduğu kitapta yaptığı şeydi bu, alışkanlığı.
En son sayfadaydı. Dışarıdan gelen korna sesiyle irkildi. Kafasını kaldırdı ve
onlarla göz göze geldi.
Üçü de aynı sandı kitabın son sayfasını okuma sebeplerini, birbirlerine
benzediklerini düşündüler.
Meğer Einstein haklıymış.
Sığınak
“Türk kitap evi” sayfasına dön
Geçiş yap
- Agar.io
- Lak Lak Köşesi
- ↳ Sohbet
- ↳ Tanişma Yerimiz
- ↳ Anket Odası
- International Discussions
- ↳ Language: German
- Aşk Köşesi
- ↳ Aşk duygunuzu burada paylaşın
- ↳ Güzin abla
- ↳ Güzel Aşk Sözleri
- Ezoterizm Köşesi
- ↳ Fal ve Burçlar
- ↳ Rüya tabirleri
- ↳ Büyüler
- ↳ Cinler
- Spor Köşesi
- ↳ Voleybol
- ↳ Futbol
- ↳ Basketbol
- Video ve Resimler Köşesi
- ↳ Videolar
- ↳ Resimler
- ↳ Videolar 18+
- ↳ Korkunç Resimler +18
- Edebiyat Köşesi
- ↳ Türk kitap evi
- ↳ Şiirler
- ↳ Sms Sözleri / Güsel Sözler
- ↳ Fıkralar
- ↳ Amatör Aşk Şiirleri
- ↳ Komik Yazilar
- ↳ Şairler
- ↳ Öyküler / Denemeler / Hikayeler
- ↳ Ilginç Haberler
- Moda
- ↳ Moda ve Güzellik
- Magazin Köşesi
- ↳ Film, Dizi ve Şarkı Sözleri
- ↳ Kim KiminLe Nerde ? Napıyor ?
- Okul Köşesi
- ↳ Ödevler / Sınavlar
- ↳ Okullar
- İslami Köşesi
- ↳ Dini Konular / Dini Hikayeler
- ↳ TÜRKÇE KURAN-I KERİM
- ↳ Dualar Bölümü
- ↳ Peygamberimiz
- Hobi Dünyası
- ↳ Hobi Dünyası
- Mutfak Köşesi
- ↳ Türk Mutfağı
- ↳ Çin Mutfağı
- ↳ Arap Mutfağı
- ↳ İtalyan Mutfağı
- Modifiye Bölümü
- ↳ Tuning
- ↳ Motorlu Araçlar Dünyası
- ↳ Teknik Bilgiler
- Sağlık-Sağlıklı Yaşam Köşesi
- ↳ Şifalı Bitkiler
- ↳ Çocuk Sağlığı ve Bakımı
- ↳ Gebelik ve Annelik
- Msn nickleri Güzel Nickler
- ↳ Aşk-Sevgi Nickleri
- ↳ Yabancı Nickler
- Tarih Köşesi
- ↳ Mustafa Kemal Atatürk
- ↳ TARTIŞMA MEYDANI
- ↳ Türk Dünyası
- ↳ Osmanlı Tarihi
- ↳ Dünya Tarihi
- Fan Köşesi
- ↳ Tarkan
- ↳ Videolar
- ↳ Yıldız Tilbe
- ↳ Videolar
- ↳ Sezen Aksu
- ↳ Videolar
- ↳ Serdar Ortaç
- ↳ Videolar
- ↳ Ibrahim Tatlıses
- ↳ Videolar
- ↳ Ebru Gündeş
- ↳ Videolar
- ↳ Diğer Sanatçılar
- ↳ Karışık Videolar
- Hayvanlar Alemi
- ↳ Akvaryum Dünyası
- ↳ Malawi Cichlidleri
- ↳ Canlı Doğuranlar
- ↳ Tanganyika Cichlidleri
- ↳ Köpekler Köşesi
- ↳ Kediler Köşesi
- ↳ Arşiv
Kimler çevrimiçi
Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 6 misafir