1 2 DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü”
Ayşe Coşkun Ceyda Zeynep Koyuncu Fulya Karakaşlı İlker Cabi Kadriye Soysal Melis Mine Şener Şener Soysal
3
Yazanlar
Ayşe Coşkun
Ceyda Zeynep Koyuncu
Fulya Karakaşlı
İlker Cabi
Kadriye Soysal
Melis Mine Şener
Şener Soysal
Proje
Ceyda Zeynep Koyuncu
Şener Soysal
Düzelti
Başak Fulya Kumkumoğlu
Sayfa Tasarım
Şener Soysal
Çizimler
Burcu Sağlam
Kurraa! Projeci Yazanlar
Ekim 2009 / Öykü
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX___________________
DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü” 4
Yazanlar
Ayşe Coşkun
1977 İzmir doğumlu. İstek Özel Belde Lisesi ve ardından Mimar Sinan Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü'nü bitirdi. Bir sivil toplum kuruluşunda çevirmen ve proje asistanı olarak çalışıyor.
Ceyda Zeynep Koyuncu
1980 yılında Bursa’da doğdu. Ortaöğrenimini Bursa’da tamamladı. İTÜ Kimya Mühendisliği’nden mezun oldu. Halen bu alanda çalışmaktadır.
Fulya Karakaşlı
1988’de Çorum’da doğdu. Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde eğitimine devam etmektedir.
İlker Cabi
1980’de Amasya doğdu. Lisans ve yüksek lisansını Endüstri Mühendisliği bölümünde tamamladı. Lojistik sektöründe çalışmaktadır.
Kadriye Soysal
1981'de Kırşehir'de doğdu. Orta öğrenimini Kırşehir'de, lisansını İTÜ Bilgisayar Mühendisliği Bölümü'nde, yüksek lisansını YTÜ Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde tamamladı. İstanbul’da mesleğini sürdürmeye devam etmektedir.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX___________________
DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü” 5
Yazanlar
Melis Mine Şener
1980'de İstanbul'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Edirne’de, lisansını YTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nde, yüksek lisansını İTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nde tamamladı. YTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü Doktora programında öğrenimine devam etmektedir. 2008 Alt Kitap Öykü Ödüllerinde “Az Kullanılmış Hafifletici Sebepler Aranıyor” adlı öyküsüyle ikincilik ödülünü kazandı.
Şener Soysal
1988'de Kırşehir'de doğdu. Orta öğrenimini Kırşehir'de tamamladı. YTÜ Makine Mühendisliği Bölümü'nde öğrenimine devam etmektedir. “Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı” adlı çalışması Haziran 2008’de AltKitap’ta yayınlandı.
Çizen
Burcu Sağlam
1990’da İstanbul’da doğdu. Orta öğrenimi burada tamamladı. YTÜ İletişim Tasarımı bölümünde öğrenimine devam etmektedir.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX___________________
DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü” 6
Önsöz
Bir meydan… Meydandaki kısa yaşamında olduğu gibi, üçüncü sayfa haberleri kadar şaibeli ölümüyle de dikkat çeken bir kadın… Kadının yaşamını/ölümünü bildikleri kadar kendi yaşamlarıyla birlikte anlatmaya çalışan bir avuç mahalle sakini…
Yedi yazar, öykülerinde meydandan birer kimliğe büründü. Kasap, tuhafiyeci, nalbur, yufkacı, çiçekçi, postane memuru ve komşu kızı olup bu karakterlerin ağzından mahalleye taşındıktan iki ay sonra meçhul bir şekilde ölen Sevdiye’yi bir gözlemci olarak anlattılar kendi yaşam öykülerinde.
Her yazara Sevdiye’nin genel özelliklerinin yanı sıra Sevdiye’yle ilgili –ve yalnız bir yazarın bildiği- bazı küçük ip uçları verildi. Proje bitimine kadar kimse birbirinin ne yazdığını bilmedi. Böylece Sevdiye’nin farklı yönlerinin ve olası ölme nedenlerinin bulunduğu yedi öykü ortaya çıktı.
Sevdiye’nin Derdiser Meydanı’ndaki iki aylık yaşamının sonucunda nasıl öldüğünü bilen yok. Gerçek ölüm sebebini bulmak ise Sevdiye’yi ve Derdiser Meydanı’nı pek çok farklı gözden tanıma fırsatını elinde bulunduran okurlara kalıyor.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX___________________
DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü” 7
“Kasap Asım Anlatıyor”
Ayşe Coşkun
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX___________________
DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü” 8
KASAP ASIM ANLATIYOR
—Gülenay, Gülenaaay...
—Efendim, ne oldu yine?
—Gülenay, anahtarı atsana dükkânın, unutmuşum ben. Masanın üzerinde olacaktı.
—Dur getireyim ben, bekle sen biraz.
—Yok, yok getirme, at işte camdan.
—Ne getirdin yahu, atıverseydin camdan işte. Unutkanlık belası, kusura bakma.
—Ne kusuru yahu, olur öyle, dert etme sen. Üç adım merdiven inmekle de yorulmam ben. Hadi işin rastgele.
—Sağ olasın…
Kepengi açıyorum. Her sabah uyanmakla bu kepengi açmak arasında geçen vakit, şu Gülenay olmasa vallahi de billahi de açamam ben bu dükkânı. Sırf iki lokma bir şey yerken onunla karşı karşıya oturuyoruz diye uyanıyorum sabahına günün. Adı gibi gülen gözleri var, her sabah benim gibi bir muşmula suratlıya bile nasıl böyle gülümsüyor, aklım ermiyor doğrusu. Sonra bütün günümüz ayrı geçiyor, o yukarıda, ben aşağıda. Bin türlü sevimsiz iş yapıyorum ki zaten yaptığım iş de beni buldu, musallat oldu. Bu sevimsiz mahallenin sevimsiz kasabıyım ben, hiç öyle “mahalle” lafı geçince hemen aklınıza Perihan Abla falan gibi televizyon dizileri gelmesin. 9
Ben geleli 40 yıl oldu, 40 yıldır aynı karanlık, ruhsuz, samimiyetsiz mahalle işte. Bir geveze Ayla Hanım’ı, ne bileyim sokakta oynayan çocukları, dilencisi falan, böyle uzaktan bakınca bir şeye benziyor belki ama, 40 yılımı geçirdim, bugün git deseler, bir dakika durmam. Öyle de haz etmiyorum işte. İyi de neden duruyorsun öyleyse derseniz, vallahi de o da çok keyfimden değil. Ev ve dükkân baba yadigârı. Satmaya kalksan beş para etmez, ancak böyle karnımızı doyuruyoruz işte. Bu yaştan sonra zaten tutup da taşınmaktı, eşyaydı da uğraşamayacağıma göre, oturuyorum işte oturduğum yerde ben de…
Kamyon gelir biraz sonra, karkasları hazırlamaya başlamalı. Bu karkasları önceden düzgün sıralamazsan hangi etin hangisine geçeceğini bilemezsin. Adam kamyonda beklerken sıkılır, bir ton laf eder, bir yandan adamın parasını vereceksin, bir yandan etleri olabildiğince hızlı içeri alacaksın. Dediler; kendine bir çırak tut da şu işin hamaliyesinden kurtul dediler ama güvenemem ki ben kimseye. Yok, hırsızlığından falan değil, avanağın biri gelir, yığılıverir elinde etle yere, koca hayvan mundar olur. Ya da ne bileyim, yıkamaz ellerini… Tamam, çok bayılmıyorum belki mahalleye ama tutup da kirli et satmam kimseye. İşte, kamyon da geldi, sırtlanmak lazım şimdi mübarek etleri. Haydi Bismillah…
Sabahın işi bittiğinde oturup bir çay içiyorum, gazete getiriyor bakkalın çırağı, önce haberlere şöyle bir göz atıp sonrasında mutlaka bulmacasına bakıyorum. Yıllardır çöze çöze artık usta mı oldum, üstadı mı oldum nedir, eskisi kadar keyif vermiyor bulmacalar, bitiveriyorlar beş dakikada. Sonrasında yapılacak bir şey de 10
olmadığından, gelip geçene bakıyorum, mahallelinin işe giderkenki sabah telaşını izliyorum. En erkencileri elbette bakkal çakkal oluyor. Hepsinden önce açtığım için dükkânımı böyle içimden tuhaf bir kıvanç yükseliyor. Sonrasında, böyle dokuz on gibi Ayla Hanım gelip dükkânını açıyor, biraz sonra çaycıdan az şekerli kahvesi geliyor. İlle gelip bir beş dakika halimi hatrımı soruyor. Bir yandan kızıyorum bu kadına, gerçekten patavatsızın biri ama bir yandan da her sabah gelip bir beş dakikasını olsun bana ayırması hoşuma gitmiyor değil. Sonrasında lokantanın etlerini almaya geliyorlar, Sabit Efendi hep ucuzuna kaçmak istiyor ama gene de en iyi etlerden veriyorum ona, aynı paraya. O ucuz etten yemek yapıyorum sansın varsın, benim hesabım yukarıdakiyle sonuçta, ucuz yemek diye en kral etleri yiyor mahalleli, içten içe seviniyorum yaptığım bu küçük düzenbazlığa. Evet, parası benim cebimden çıkıyor, varsın çıksın, zaten yetiyor yediğimiz içtiğimiz bize, “fazlası adamın aklını karıştırır” derdi rahmetli babam, o yüzden hiç tutmuyorum fazlasını.
Cumaları namaza gidiyorum, bizim meslekte bir başkadır tanrıyla ilişki. Onun sevmediği kullarından olduğumuzu biliriz, malum, üç işi mecbur kalmadıkça yapmayın demiş, işte o işlerden biri kasaplık. Ama mecburiyetimi de o görüyordur artık, yoksa kimin hoşuna gider daha sabahının boyunları alınmış güzelim sütbeyazı koyunları, koca koca güzel gözlü inekleri şu metal çerçevelere asmak. Ama elimiz mecbur işte, yapıyoruz, ekmek parası… Yalnız bu durumun halinden anlamayanlar da var, geçenlerde mesela, bir kadın geldi, sanırsam mahalleye yeni taşınmış, böyle, süzüle süzüle girdi dükkândan içeri. Alıp alacağı 250 gram kıyma, yok orasından kes, yok yağını al, yok bıçak öyle tutulmaz. Fesupanallah deyip geçiştirdim ama kafama da 11
takıldı doğrusu. Çok kişi bilmez gerçekten bu iş nasıl yapılır, etin yumuşağı nedir, serti ne anlama gelir, hayvan durmuş mu, koşmuş mu, hasta mıymış, doğum mu yapmış hep anlaşılır etinden kemiğinden. Sanki bu, böyle anlar gibi soruyordu. Hani ancak babası, kocası falan kasap olacak da oradan bilecek cinsten. Kırk yılda bir birine bir soru sorasım geldi benim de, “Bu işlerden anlıyor gibi görünüyorsunuz, babanız da mı kasaptı yoksa ?” diyecek oldum, “ne münasebet efendim, nereden çıkartıyorsunuz böyle şeyleri” diye tersledi beni. Bunca solgun, asil duruşlu, ne bileyim İstanbul hanımefendisi görünümlü bir kadından azar işitmek, şu yaşımda hem de, biraz ağırıma gitti doğrusu. Oysa bilirler, kimselerle öyle çok da hoş beşim yoktur, nedense bu kızcağıza bir iki kelam edesim gelmişti. Hemen sustum tabi ben de, kim bilir derdi ne, neden hiddetlendi bu kadar. İşimi yaptım, paketini verdim, geldiği gibi sessizce çıktı şıngırdayan vitrin perdesinin arasından.
Hoş geçenlerde de görmüştüm onu, gene bir Cuma, camiye gittim namazımı kılmaya ki mahallenin eski bir dedesi vardı, seyyar bir şeyler satardı, esans, tırnak makası, tespih falan. Görürdüm de camiye girip çıkarken, işte o ölmüş de, cenazesini kaldırıyorlarmış. Güçlü kuvvetli adamım, bir omuz da ben vereyim dedim tabuta. Cemaatle birlikte mezarlığa gidiyoruz, baktım, yanımızdan geçti. Böyle şık mı şık giyinmiş, boynunda bir fular, elinde bir buket çiçek, biz yavaş yavaş ilerliyoruz tabi. Dedim biz çıkmadan gitmese bari. Vardık mezarlığa, defnediyoruz ölüyü, şöyle göz ucuyla bir taradım mezarlığı ve biraz ilerde bir mezar taşının başında gördüm bu kez de, çiçekleri bırakmış, bir yandan bir eliyle mezar taşını okşayıp diğer yandan diğer elindeki mendille gözlerini siliyor. İçim acıdı bir an, hani 12
bıraksalar yanına gidip ne olduğunu soracağım, hani belki teselli ederim diye, ama bu mahallelinin diline düşeceğine kendini direklere as, kargalar gelip etlerini deşsin daha iyi. Hiç sesimi çıkarmadım tabii ben de, mahalleliyle birlikte ayrıldım mezarlıktan. Akşam eve döndüğümde Gülenay’a anlattım, hani belki o bir şeyler duymuştur diye ama o da öyle çok bir şey bilmiyormuş hakkında. “Adı Sevdiye gibi bir şeydi” dedi. Ayla Hanım geçenlerde bütün mahallenin kadınlarını dükkânına toplamış çay içerken girmiş dükkâna, makyaj malzemelerine falan bakmış Gülenay’ın söylediğine göre. Aslında öyle çok makyaj yapan biri de değil ama Cuma günleri bir hal geliyor, böyle süslenip püslenip çıkıyor mahalleden. Sanıyorum önce mezarlığa uğruyor, sonrasında nereye gittiğini Allah bilir.
Bizim hanım da meraksızdır, bunca yıllık evlilikten sonra birbirimize mi benzedik, ne… Bir o bir ben dura dura aynı evin içinde... Aslında çocuğumuz olsun da istemiştik başlarda ama olmadı işte, kısmet değilmiş. O gene bir ara tedaviye mi gitsek bir şey mi yapsak diyecek oldu da, ben istemem öyle şeyleri. Demek ki hayırlısı olmayacakmış bizim için diye düşündüm. Ne bileyim, neler neler duyuyoruz. Gençler ölüveriyorlar, savaşlarda ölüyorlar, kavgalarda bıçaklanıyorlar, ne bileyim işte uyuşturucu kullanıyorlar… Tövbe tövbe… Ama aklıma da gelmiyor değil, sanki yaradan, böyle bir şeyden korumak ister gibi vermedi işte bize çocuk. Hiç de öyle “Benim çocuğum yapmazdı” da demeyeceğim. Yapan çocukların annesi anne, babası baba değil mi? O en kötü adamları bile, hani filmlerde falan da oluyor, böyle tepeden tırnağa kötülük akıyor suratlarından, işte onları bile bir ana dünyaya getirmedi mi? Kabullendim böyle olmasını, ne yapalım. Ama bir yandan, elbette 13
ben de isterdim, ben şöyle şuracıkta otururken dükkânın içine fişek gibi girecek, okul önlüğünün yakası sarkmış kenardan, çantası kolundan düşmek üzere bir çocuk. İşte bazen de bu yüzden hiç sevmiyorum kasap olmayı. Hiç çocukla işimiz olmuyor ki bizim. El kadar çocuğun öldürülmüş hayvanların ortasında ne işi var. Hoş, hâşâ, böyle dedim diye de yaradanın gücüne gitmesin, nimetimiz o bizim ama… Ne bileyim, hani bizim de kasap değil de bir kırtasiyecimiz olsaydı, ne bileyim, çocukların şu “Eko Abi” si gibi. Dükkân çocuk sesleriyle dolup taşsaydı. Hani ben de biraz daha genç olsaydım, belki ben de onun gibi meydanda top oynardım çocuklarla. Ama kasap olunca böyle biraz köşeye itilmiş kalıyorsun; ihtiyaç duymadıkça kim niye girsin ki bizim dükkâna yahu… Neyse ki ara sıra Ekrem’le sohbet ederken ben de nasipleniyorum çocukların seslerinden…
—Amca, Asım Amca, lokantadan çağırıyorlar seni…
Dalmışım. Hayırdır inşallah, ne oldu ki? Dünkü etlerden yana bir sıkıntı mı var acaba? İyisi mi gidip görmek…
—Hayırdır Selahattin Usta, bir sıkıntı mı var?
—Yok, yok Asım Efendi, ne sıkıntı olacak… Haftaya özel bir yemek
organizasyon edeceğiz de, menüyü hazırlamadan önce seninle sipariş işini konuşayım dedim. Haftaya şöyle iyisinden bize on-on beş kilo et getirtirsin değil mi?
—Sübanallah!
—Bir şey mi dedin usta? 14
—Yok, ne diyeceğim, bir şey demedim. Hayırdır, ne yemeği bu böyle? Merak ettim.
—Sevdiye Hanım uğradıydı geçenlerde, mahallenin sakinleri, daha çok da hani geçim zorluğu çekenler için böyle hayrına bir yemek düzenlemek istediğini söyledi. Birinin anısına mıymış, neymiş, ben de pek anlamadım doğrusu. Eti bol olsun, pilavı az yağlı olsun, ekmek hem kepekli hem normal, ikisinden de alınsın diye de bir ton istek belirtti. Benim de kafam karıştı, aslında biraz canım da sıkıldı.
—Neden ki?
—Hayır, durup dururken işimi bana öğretmeye kalkıyor. Zaten taşındığından beri hiç anlamadım kimdir, nedir, kimin nesidir. Böyle gezip duruyor ortalıkta ama…
—Tamam, Selahattin Usta.
—Ne tamam?
—Eti getiririm işte, dükkânı kapatıp da geldim, döneyim, müşteri gelirse kaçar.
—Tamam, o zaman tutmayayım seni ben. İyisinden olsun etler olur mu ustacım, mahçup etme bu kadına.
—Tamam dedik ya, tamam…
Bunu da bıraksan sabaha kadar konuşur işte. Bir de bu huyunu sevmiyorum işte mahallelinin, öyle meraklılar ki birbirlerine laf anlatmaya. Yahu işin gücün yok mu senin adam… Bir de, sanki kötü et veriyormuşum gibi, ille de iyisinden deyip durdu, asabımızı bozdu. Sersemin haberi yok tabi… Ama bir yandan bak benim de içime kurt düştü. Hazır şu dükkân kapalı, saat de öğle vaktini bulmuş, eve gidip bir karnımı doyurayım. Hem bizim hanıma da sorarım ne işmiş bu yemek işi… 15
—Kadıncağız iyi bir kadın, içine kapanık, sessiz biri ama böyle gözlerinin içinde bir hüzün var. Seviyorum aslında ben onu.
—İyi de Gülenay, sen zaten herkesi seversin. Hayır, sana zararı olmayanı seversin, anlarım da sen, sana zararı dokunanı da bir süre sonra affedip, gene seversin.
—Öyle be Asım Bey, öyle işte ama, hayat da geçip gidiyor bir yerde, kızgın kalsan ne olacak, kendine zarar ediyor insan. Yemek verecekmiş ha, e iyi işte, mahallenin fakir fukarasının karnına da üç lokma ekmek girsin.
—Yok, öyle üç lokma ekmek deme. Bildiğin ziyafet gibi, tatlısından tuzlusuna, açılış çorbasından etli yemeğine kadar hepsini düşünmüş vallahi. Belki de sen haklısın, belki de ben huysuzluk ediyorum, kadının günahını alıyorum. Ama garibime gidiyor doğrusu o cumaları makyajı, süsü, öyle gidip gelmeleri… Geçenlerde de mezarlıkta gördüm, sanki bir mezarın başında böyle dua ediyor gibiydi.
—Vardır onun da bir üzüntüsü be Asım Bey, ama kim bilir nedir… İyilik yapacak insandan sual etmemek lazım. Niyedir, nasıldır, bilemeyiz. Hani en fazla halini hatrını sorarız, bir derdi varsa anlatır değil mi?
—Haklısın, her zamanki gibi. Hadi, ellerine sağlık, yemek çok güzeldi. Akşama bir şey istiyor musun gelirken?
—Yok, ben zaten çıkarım bugün herhalde. Nazlı’nın kızı hasta olmuş, bir geçmiş olsuna gidemedimdi. Ona uğrarım, dönüşte de çarşı pazardan alırım yiyecek bir şeyler. Dükkâna da uğrarım zaten, görüşürüz o zaman.
—Tamam o zaman, haydi bana eyvallah… 16
Öğleden sonraları müşteri azalır. Hep böyledir bu. Et geç pişen bir meret ya, sabahtan alıp ateşe vurmazsan akşamına aç kalırsın. Gene sakinken dükkân şu Eko ve çocukları seyredeyim diye kapı önüne attım tabureyi. İçeride et kokularından bana da sıkıntı basıyor doğrusu. Bir yarım saate dolar bak meydan, çocuklar başlar okuldan çıkmaya, Eko dediğin zaten onları bekler gibi, ne heyecanlı çocuk, ne genç çocuk. Şu mahallede en çok imrendiğim hakikaten de o. Kan ter içinde kalana kadar top koşturur bunlarla. Bazen bakarım, gofretine falan oynarlar. Hoş hepsi de bilir oyun sonunda bütün gofretlerin parasını Eko’nun vereceğini. Ama böyle suratları pancar gibi kızarana kadar koşarlar. Koşmak ne güzel şeydi yahu, şimdi iki adım atınca nefesleniyorum ben.
—Asım Abi, nasılsın?
—O, Ekrem’cim, sen nasılsın? Gene çocuklara mı?
—He ya, gidip iki vurayım şu topa, hımbıllaşıp kalıyorum dükkânda oturdukça, spor oluyor bana da.
—E iyi madem. Arada uğra soluklanmak için, bir çay içeriz beraber.
—Tamam Asım Abi, önce şunların gofretlerini vereyim de…
—Haydi iyi eğlenceler madem size.
Gene Yerimdar sokağa doğru gidiyorlar. Karakoldan yasak geldi meydanda oynayamazsınız diye, sanırsın gösteri yapıyorlar. Alt tarafı oyun oynuyor çocuklar, başlarında bir de kazık kadar Eko Abi’leri. Keh keh, alem adam şu Eko… Ben de dükkana girip ortalığı süpüreyim. Cuma ya bugün, çocuklar daha bir heyecanlı olur. Malum havalar ısındıkça bunların da kanları bitleniyor. Aslında şu baharla birlikte mahallenin havası değişiyor sanki. Böyle iki çiçekti, biraz 17
güneşti, okullar da tatil olacak ya yakında, çocukların sesleri falan. Değme huysuzları bile gülümsetebilecek bir hava geliyor. Ben de neşeleniyorum elbette, insan değil miyiz sonuçta. Böyle bizim kasabın önündeki sürüyle kediden biri gibi, o yemek yiyip de üstüne dükkâna vurduğumda, şöyle hafiften bir güneş ılındırıyor ya ortalığı, gerine gerine uyuyasım geliyor kediler gibi. Çocuklaşıyorum, çocuksulaşıyorum. Ama mahalleli bilmez bu hallerimi benim, dininde imanında, namazında niyazında bir orta yaşlı adamcık görüntüsü yerleşmiş ya üzerime yıllar içinde, bilmiyorlar bezen benim de içimde nasıl hayta, neşeli, genç bir delikanlı geziniyor, beni baştan çıkarmak için türlü numaralara başvuruyor. Mesela ben tam dükkâna yürüyorum ağır ağır, o içimde hadi balığa gidelim diyor, Sultanahmet’te dolaşırız diyor. Türlü türlü oyunlar ediyor da ben de dükkana zor varıyorum işte. Daha ayakkabılarımı bağlarken başlıyor içimdeki sokak azgını. Ama yaşımız başımız gelmiş, yakışır mı koca adama haytalık deyip tutuyorum kendimi. İyi mi yapıyorum, onu da bilmiyorum aslında. Yoksa mesela alsam Gülenay’ı, şöyle çıkıversek bir dışarılara, Taksim’e gitsek mesela, İstiklal’i böyle boydan boya bir yürüsek, tatlı yesek, çay içsek, o eski zaman şarkıları çalan dükkanın önünde dursak, vitrininde kendimize baksak...
Ama şimdi ben Gülenay’a desem ki hadi gidelim, o bile delirdi herhalde bu adam diye bakar. Keşke bir kere bana öyle baktığını görsem, öyle sıkılıyorum ki bazen üzerimdeki bu ciddiyet halinden…
—Asım Abi, Asım Abi!
—Ne oldu be Ekrem, nedir bu telaş, hayırdır?
—Duymadın mı Asım Abi, Kısmet Apartmanı’nın önü polis kaynıyor. 18
—Yok yahu, duymadım be Ekrem, arka taraftaydım, ortalığı süpürüyordum. Hayrola, ne oldu ki acep?
—Valla ben dükkânı kapadım gidiyorum şimdi, merak ettim yahu.
—Allah Allah. Haydi sen git madem, ben de gelirim belki.
—Gülenay, evde misin?
—Hayırdır Asım Bey, daha yeni gitmedin miydi sen?
—Ha, ya gittimdi de, Kısmet Apartmanı’nın önünde polis arabaları falan varmış hep, Ekrem söyledi. Senin haberin var mı diye önce sana sormaya geldim.
—Yok, nereden olsun. Çıkamadım ki dışarı bir türlü, makinayı bekliyordum, çamaşırlar bitsin de asayım diye ama.
—Boş ver makinayı madem. Şimdi ben dükkanı kapamayayım, sen bir gidip bak istersen. Hani bir şey olmuştur, yardım falan gerekliyse haber verirsin bana.
—Tamam madem, hadi gideyim ben. Aslında Ayla Hanım falan da bilir, bir arasa mıydım? Ama yahu boşver, alıp hırkamı çıkarım ben de şimdi.
Ne oldu ki acaba? Daha sabah Sevdiye Hanım’ı konuşuyorduk, Melike’ye falan bir şey mi oldu acaba? Ama olsa duymaz mıydık? Ama şimdi olduysa nereden duyacaksın ki? Benim de içime dert oldu şimdi bak. Gideyim desem, dükkânı bırakıp gitmek de istemiyor canım, daha siftah yapamadan. Bak bak, berber de geçiyor o tarafa doğru şimdi, dönüşte denk gelse de sorsam madem. Yahu, yoksa kadıncağıza mı bir şey oldu? Bak, şimdi mezar başındaki hali geldi aklıma, öyle mahzun duruyordu da sormamıştım, nedir derdin diye. İnsanın aklı hep sonradan geliveriyor işte başına. İster misin kadıncağız derdine dayanamayıp intihar etsin. Bir de şu yemek 19
meselesi var, belki de hani kendini öldürmeye niyetlendi ise günahını baştan ödemiş olsun. İstenir mi böyle şey, istenmez elbet. Benimki de laf şimdi. Ben bu gencecik insanların ölümünü hiç anlayamamışımdır zaten. Hani hastalıktan falan olanları anlıyorum diyeceğim ama, Allah’ın gücüne gitmesin ama, onu da anlamıyorum esasında. Yani sen öyle güzel bir canlıyı yarat da sonra kalk 20 sene ömür biç, onu da aklım almıyor. Yaşayan, hastalığı falan olmayanların kendi canlarına kıymasına ise hiç aklım ermiyor. Hakikaten anlamıyorum, yaşamaktan daha önemli ne olabilir ki? Sevgili desen, üzülürsün elbet ama geçer işte bir zaman sonra. Para desen, kimsede olmayınca kimsenin kimseden ayıbı gizlisi de kalmıyor, hele de bizim mahalleden bahsediyorsak, alayımız çulsuz… Başka bir derdi olsa gerek. Ama diğer yandan, hastalık hali de var, hani bazen biri hasta oluyor, şöyle hafiften bir üşütse bile yatak döşek yatıyor. Ama bazısı var, misal bizim Gülenay, sen gidip ateşine bakmasan ateşi olduğunun bile farkına varmaz. Geçen kıştı, apar topar hastaneye götürdüm ki o da zorla, o doktora gitmem diye tutturdu. İnanmazsın, ateşi olmuş 39, ben eve geldiğimde hala odalardan birini süpüremedim, bu baş ağrısı da nereden çıktı diye şikâyet ediyordu. İşte böylesinin haline aldanmamak lazım. Ben, kolay hasta olurum bak, oldum mu da yatarım, yormam kendimi. Hayır, ölümlü dünya zaten, bir gün yatmışım bir gün de hastalığımın derdine yanmışım, ne var yani… Ambulans sesleri geliyor bak. Kesin bir şey olmuş ama… Hayırlara inşallah… 20
“Nalbur Mümtaz Göktenindi Anlatıyor”
Ceyda Zeynep Koyuncu
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX___________________
DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü” 21
NALBUR MÜMTAZ GÖKTENİNDİ ANLATIYOR
Hoş geldiniz Beyefendi. Buyrun, ne arzu etmiştiniz? Dükkân büyük, çeşit bol, başınız döner. Bana söyleyin yardımcı olayım. El aletlerine baktıysanız solda, boya çeşitleri girişte, fırçalar hemen yanında, lavaboydu, klozetti, tuvalet taşıydı dükkânın arka tarafında durur, inşaat malzemeleri için hiç içerilere bakınmayın, alçısı sıvası her yanı batırıyor, tamamını kapının dışına koyduk. Size diyorum Beyefendi, bana söylerseniz daha rahat bulursunuz diyorum aradığınızı. Duydunuz mu beni? Ne! Ben işime mi bakayım! Siz beni de kendiniz gibi müşteri sandınız galiba, ben dükkânın kapısındaki o tabelada koca koca harflerle yazan nalbur oluyorum Beyfendi. Burası da süper market değil, yok haftalık mutfak alışverişine çıkmış gibi bir haliniz var da; güzellerinden 2 tane kuğu musluk, bir 3’lü merdiven, aman çürük olmasın 11 tane inşaat çivisi… Girişten bir el arabası kapıp içine koysaydınız aldıklarınızı rahat rahat dolaşırdınız, neyse, bi dahaki sefere artık, yalnız çivileri taneyle değil kiloyla veriyoruz, kasada tarttırmayı unutmayın, 3’lü değil de 5 ‘li merdiven tercih etseydiniz ya, stoklarla sınırlı kampanyamız vardı. Ne mi veriyoruz? Akıl, ihsan Beyefendi, akıl ihsan! Aaaah çıldırtmayın beni!
Bırakın gitsin canım, müşterinin ukalasından hiç hazzetmem. Sanki senelerin nalbur Mümtaz’ından daha iyi bilecek neye ihtiyacı olduğunu. En az şu dükkândaki mal kadar çeşidi var dışarıdaki insanın da. Çeşit çok da elle tutulur bir şey yok. Kalmadı! Uzun 22
zaman oldu, gözlerine bakınca bir hastanın doktoruna duyduğu saygıyı göreceğim bir has müşteri girmedi şu kapıdan içeri, girmez de artık. Sevgiliye kaçıncı ayda hangi çiçeği götürmek uygun düşer?, En iyi bonfile hayvanın neresinden çıkar?, Çocuk yeleği kaç numara şişle örülür?, Banyo için hangi tip bordür alınır? Basit şeyler mi bunlar canım? Haa diyelim gugıl gibi adamsınız, her şeyden haberdar, yerine göre çiçekçi yerine göre kasap yerine göre tuhafiyeci hatta ve hatta nalbursunuz, insan yine de nezaketen olsun bir fikrini alır değil mi ilgili esnafın, nerdeee! Ooof inanır mısınız, ense kökümdeki ter damlası kuyruk sokumuma indi sinirden. Bu aralar bana öyle bir kızgınlık hali dadandı ki sormayın. Bizim deli kızın tabiriyle her şeye ”gıcığım”. Hanımın akşamları artık 3 yerine tek kap yemek yapmasına mesela. Neymiş efendim yaşımız ilerlemişmiş, bundan böyle lokmamızı sayarak yemeli, adımımızı sayarak atmalıymışız. Vallahi bilmiyorum nasıl olacak o, paradan başka bir şey saymadım ki ben şu yaşıma kadar, yeri gelmişken piyasalardaki bitmez tükenmez med-cezirler de canımı sıkmıyor desem yalan olur. Ama en çok meydana senelerdir Yerimdar Sokak’tan giren çöpçünün bir süredir Namzet Sokak’ı kullanması çıldırtıyor beni. İşin en yoğun olduğu saatlerde birden kapının önünde bitmesini hoş göreyim hadi, o patlamış egzoz kılıklı sesini, hatta oldu olacak Allah günah yazmasın o tipsiz tipini de ama haftada bir iki uğradığı mahalledeki insanların dedikodusunu yapmak ona mı kalmış canım! Anlatırken de bir keyif, keyiften suratının şekli sizin benim gibi adama benziyor valla. “Mümtaz Abi bi bak hele yav, bizim zarf gibi giyinen postacı var ya sen onu bi de istasyon meyhanesinde gör diyorlar; zarfı yırtıp atıyormuş da ne mektuplar çıkıyormuş içinden” “Yufkacının yanındaki bakkal iflasın eşiğindeymiş ha Mümtaz Abi, kapatıp 23
gidecekmiş, aslı var mı?” “Tuhafiyeci Ayla’yı biriyle görmüşler, aşığıymış, tövbe be abicim, iftira kim ben kim, anlatanların yalancısıyım ben.” Son günlerde ise varsa yoksa bu soru; “Kısmet Apartmanı’ndaki şu kadıncağız, hani ölü bulunmuş geçenlerde, neydi adı be abicim, sen bilirsin?” Birincisi bu tip sahte duygusallıklardan hiç hazzetmem, yaşarken kadındı da ölünce mi kadıncağız oldu! İkincisi bana ne! Ölmüş ya da öldürülmüş adı Necla’ymış, Berrin’miş, Sevda’ymış bana ne!kime ne! Rahmetli dedem ki ustam da olur aynı zamanda ne vakit bir olay olsa da babaannem ortalığı velveleye verse “ A be kadın” derdi, “Hiç çalışmıyor şu kafan, şimdi senden fersah fersah uzakta olan bir iş için kendini yordun da ne oldu? Cebine giren çıkan var mı, sen ondan haber ver” Ah nur içinde yatsın rahmetli, üstümde çok emeği vardır. Kambur Çıkmazı’ndaki babadan kalma o kuytularda çürümeye yüz tutmuş izbeyi şimdi mahallenin en büyük, en merkezi dükkânı haline getirdiysem dedemin çerçevelenip asılası öğütlerine harfiyen uymamdır tek nedeni. Şu önümde duran defter mesela, bu dediğimin en önemli, en somut kanıtı. Şimdi efendim, dükkânınız böyle küçük bir mahalle meydanında değil de çarşının göbeğindeyse olay net ve basittir. Alışverişin 3 temel, değişmez öğesi vardır: Satan, alan ve para. Ama mahalle esnafıysanız işler karmaşıklaşır. Satan, alan, hatır-gönül, eş-dost, tanıdık, konu-komşu, rica-minnet arasında paranın lafı olmaz, olursa ayıp olur, komşuluğa yakışmaz. Ee nasıl çıkacaksınız bu işin içinden? Rahmetli dedem derdi ki, “mahalleliyi küstürmeyeceksin, onlar istemezse ne yaparsan yap buralarda tutunamazsın ama kime neyi verdiğini de iyi bileceksin.” İşte ödünç almanın çokça yaşandığı bizim meslekte alın size altın bir öğüt daha; “ki me ne yi ver di ği ni i yi bi le cek sin!” Hatta bence bilmek de 24
yetmez, akıl şaşırmaya müsaittir çünkü. Bu yüzden ben hep yazarım, hem de verir vermez, anında. Haftada bir de kontrol ederim şu bizim kara kaplıya yazılanları. Aldığını geri getirenlerin üstünü boydan boya çizerim, getirmeyenlerin yanına kalın kırmızı bir tik atar bizim Kazım’ı yollarım istetmeye. Bu hafta, bakın mesela, Pazartesi 13.50, Dalbudak Sokak Vicdan Apartmanı’ndan Melahat Hanım, 10 inçlik kurbağacık. Şimdi Kazım’a git evladım iste gel desem basacak yine kahkahayı “Ya usta kızma ama, napayım tuhafıma gidiyor, koca kadının kurbağacıkla ne işi olur?” diyecek. Bazen yorumlarında ölçüyü kaçırsa da, sakarlıkları, geç ve yanlış anlamaları olsa da esasında severim Kazım’ı, özellikle de neşeli hallerini. Kendi çıraklık dönemlerimi aklıma getirir. Kazım gibi 11 yaşındaydım. O zamanlar bizim dükkânın olduğu yerde üç katlı bir apartman vardı, biz de üçüncü katında otururduk. Babam sabahları dükkânın anahtarlarını elime tutuşturur. “Sen hele bi aç, ben bi çay içip hemen geliyorum” derdi. Kendimi bildim bileli nefret ettim Kambur Çıkmazı’ndan, onun yüzünden her sabah meydanı dolanmak zorunda kalıyordum. Meydan sabun kokulu yatağından yeni kalkmış küçük bir çocuk gibi gerinirdi sabahları; kepenk sesleri, tren düdükleri, istasyondan çıkıp koşturanlar, dükkânını açan esnaflar, simitçilerin simitlerini tablaya dizişleri ve bunca hareket arasında gecenin sessizliği sürermişçesine uyumaya devam eden gamsız kediler. Çocuk halimle bu renkli ortamı arkamda bırakıp da Yerimdar Sokak’a dönmek suratımı düşürürdü. Hele Çıkmaz’ın başına gelip de bizim dükkânın alçak biçimsiz kapısı görününce yine o ne olduğunu bilmediğim ama işlediğimden emin olduğum günahı aramaya başlardım. İçinde bulunduğum durumun bir tercih değil de bir bedel olduğu çok açıktı çünkü. Zaten eğer benim fikrim sorulsaydı ben bütün günümü bu 20 25
metrekarelik hapishanede geçirmek yerine Derdiser Meydanı’nda gönlünce dolaşan bir sokak köpeği olmayı yeğlerdim. O zaman canım sıkılsa da başka mahalleye bile gidecek olsam, kimse “hoop dur bakalım nereye?” demezdi. Benimse müşterilerin aldıklarını taşımak ve siparişleri götürmek dışında dükkândan ayrılma iznim yoktu. Tabi o vakitler 2 ay sonra bu halimi de mumla arayacağım aklımın ucundan geçmiyordu. Babamın dükkâna gelme süresinin bir çay içiminden uzun sürmeye başladığını fark ettiğimde Nisan’ın başlarıydı. Bir daha hiç gelmeyeceğini anladığımda ise çoktan Haziran gelmişti.
Şimdi niye anlattım ki size bunları? Az kaldı çuvalın dibini döküyordum ortaya. Sen de ağzını açmış bakıyorsun Kazım. “Usta işimiz var, ne konuşup duruyorsun” desene be evladım. Bak hala bakıyor, oldu olacak yüz gram çekirdek al gel bakkaldan, iyi gider filmin yanında. Kime diyorum! Kalk kalk kalk haydi fırla git iste gel şu kurbağacığı. Dur bakayım gitmeden, başka istenecek bir şey var mıymış bi’ göz atalım. Ulan Kazım çırak Kazım, yakarım çocuk seni! Bu ne ha bu ne! Bir öğlen yemeğe gidecek oldum gitmez olaydım “Çarşamba 12.30 Yerimdar Sokak, Gonca Apartmanı, Fevzi Bey sünger zımpara.” Sünger zımparanın ödünç verildiği nerde görülmüş ha Kazım? Fevzi’nin düşüncesizliğini geçtim hadi, sende de mi akıl yok be oğlum? Oldu olacak verseydin hayrına, gerçi öyle de olmuş ya. Geri istesen ne olacak, al at artık onu. Şıp şıp şıp, bak terler yol yol akmaya başladı sırtımdan aşağı. Git mahalleyi bi dolaş gel Kazım, ne bileyim ben nereye gideceksin, yeter ki kaybol gözümün önünden hadi durma. 26
Bu terleme, bu sinir, bu gereksiz çıkışlar… Annemin dediği gibi hayatla inatlaşmak sadece yoruyormuş insanı. Keşke burda olsaydı da duysaydı beni, geç de olsa nihayet onu anladığım için mutlu olurdu ya da kimbilir geçmişin nerelerinden neler bulup getirir yine hüzünlenirdi. Bunca zaman sonra bunu itiraf etmek neye yarar bilmiyorum ama haklıydı; ne olduğunu anladığımız an gitmeliydik buralardan. Paraysa başka yerde de kazanılırdı, düzense başka yere de kurulurdu. Körü körüne bir ısrardı benimki. ama dönüp baktığımda kendimi de suçlayamıyorum. On bir yaşındaydım, kendini koca bir adam gibi davranmak zorunda sanan küçücük bir çocuktum aslında. Birilerinin açlığı başka birilerinin tokluğu olabiliyormuş, ah dedikodu illeti! Kulağıma gelen laflar çocuk yanımı parça parça kırıyordu, geceleri Kısmet Apartmanı’nın karanlık yüzüne bakıp ağlıyordu çocuk yanım, gerçek yanım. Koca adamsa sinirleniyordu, hırslanıyordu. Burada kalıp herkese nasıl ayakta kaldıklarını ispat etmeleri gerektiğinde direten, annesini hiçbir şeyi unutamadan yaşamaya mahkum eden de yine bu vaktinden çok önce büyümek zorunda kalan koca adamdı.
İnsan sevinebilir mi annesinin öldüğüne? Sevdiye denilen o kadınla ilk karşılaştığımda ben sevinmiştim. Bakmayın hiç öyle şaşkın şaşkın, her şeyin doğrusunu çöpçüye anlatacak değilim ya. Evet, kadının adını hatta otuz yedi yaşında olduğunu, her gün saat birde evden çıkıp eve beş gibi döndüğünü de biliyordum. Unutmam mümkün değil, nisan ayının ilk cumasıydı, Dükkâna bir altmış beş boylarında bir kadın girdi. Bana doğru yaklaştıkça, sanki dikenli bir bahçe teli dolandı boynuma. Kumral dalgalı saçlarını gördüm, daraldı boynumdaki tel. Ela gözlerini seçtiğimde gırtlağıma dayandı, paslı 27
dikenleri etime battı, kanımı yaktı. Hele de tatlı bir edayla eğilip “Ben Kısmet Apartmanı üçüncü kata yeni taşındım.” dedi ya sonrasını hatırlamıyorum. “Bi acayip oldun be usta!” diyor Kazım “İki elinle kazağının yakasına yapışıp ileriye doğru öyle bir asılışın vardı ki ellerinin damarlarındaki kanın akışını gördüm vallahi!”
Sadece o cuma değil ondan sonraki cumalar da hep geldi Sevdiye. Hiçbir zaman ilk seferki gibi olmadım, yalnız tek bir ter damlası aktı sırtımdan aşağı. Her seferinde bir kiloluk bir çekiç ödünç alıp gitti. Deftere yazdım. Bi tek bunu değil onunla ilgili öğrendiğim her şeyi, hangi esnaflardan alışveriş ettiğini, geliş gidiş saatlerini, hangi gazeteyi okuduğunu, ayakkabı numarasını… Hepsini bu deftere yazdım. Şimdi şu anda karakola alsalar, “Niye yaptın bunu?” deseler inanın verecek cevabım yok. Belki geçmişi anlatırım onlara. Sevdiye’nin her ayrıntısıyla babamın 44 sene önceki aşığına ne kadar benzediğini, Babamın Kısmet Apartmanı üçüncü katta oturan o dul kadınla birlikte olduğunu mahalleliden duyduğum ilk gün neler hissettiğimi, o uğursuz daireye “Kiralık” ilanı asılışıyla babamın gidişinin aynı güne denk geldiğini, annemle nasıl bi’ başımıza kaldığımızı, sonraları yanımıza taşınan dedemi her ne yaptıysa da bir türlü babamın yerine koyamadığımı, hem kızıp hem özlemenin ne menem bir şey olduğunu… Ben tüm bunları anlatırım da onlar anlayıp inanırlar mı acaba? Zaten konu ölümle ayrılık olunca insanlar gerçeklerden çok inanmak istediklerine inanmıyorlar mı?
Yine dağıttım gittim konuyu, Kazım da nerde kaldı? Hah işte orda. Allah aşkına bakın şunun gelişine, beyefendi sanki sahilde akşam yürüyüşüne çıkmış. Kazıııım, devinsene evladım biraz! Şehrin öbür 28
ucuna mı gittin? Mahallenin bütün esnafına fahri çıraklık mı yaptın naptın anlamadım ki bunca vakit? Herkes Sevdiye denilen kadının başına ne geldiğini konuşuyormuş da, dayanamamışmış, dinlemişmiş, zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmamışmış da. Peki o kolundaki ne burma bilezik mi ha Kazım? Delirtme beni! Hem sana ne elin kadınından! Nasıl öldüyse ölmüş! Kim bilir kimin kocasının, kimin babasının aklını çeldi de hangi günahsızı babasız, hangi tazeyi kocasız bıraktı. Allah’ın her kulu bir değil ki! Herkes sineye çekecek diye kanun mu var! Beni de kendine uydurdun Kazım! Bir olay varmış gibi öyle bölertip koca gözlerini bana bakacağına karakola git de sor bakalım, bizim bir kiloluk çekici ne zaman salıvereceklermiş? Ha dönerken uğra bir çift de atlet don alıver yengenden, değilse bu ter hasta edecek beni. 29
“Çiçekçi Fulya Anlatıyor”
Fulya Karakaşlı
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX___________________
DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü” 30
ÇİÇEKÇİ FULYA ANLATIYOR
“Aldatılmak ne kadar da koyuyormuş insana. Hayatım aldatılmakla geçti resmen. Önce babam, sonra direk niyetine sarıldığım annem terk etti ablamla bizi. Sonrasında da ablam yaşamını yitirerek aldattı beni öbür dünyayla, annemin evi terk edişinden yaklaşık iki ay sonra. İnanır mısınız annemle babam, ablamın mezarına bile gelmedi! Sonra bir de sevgili vurdu ardından. Kaprisliymişim, bir de çok içiyormuşum, içince korkuyormuş benden. Tam düğün arifesi ebeveynsiz fakir bir gelin olacaktım ki, ulan gelinliği almadan terk etseydin bari! Nakitin yoktu da benim karttan çekmiştik gelinliği!... Ama çok sevmiştim seni gerçekten Namık, çok...
Kimsem kalmamış, param pulum da yok, annem babam da çürük çıktı: terk ettiler evlatlarını, adam değildir bu da, anası babası gibidir, diye düşündüler de yapayalnız geçirdim yıllarımı. Yapayalnız kahvaltılar, yapayalnız yolculuklar… Ulan kavgalarımı bile hep kendi kendime ettim ben! Pişt, kazma Fulya, o bez hiç temiz tabakların üzerine bırakılır mı, diye diye kendimle çatıştım hep evin içinde sağa sola tokatlar atarak. Çünkü yalnızdım. Çaresiz, ve alkol bağımlısı… İçeceğim tabi! Ben içmeyeceğim de kimler içecek?!
Daha da fazla içiyorum artık. Kim korkuyormuş içince benden? Korkun ulan, korkun tabi! Yapayalnız büyüdüm ben. Bunaldım yalnız çeperlerimden de geldim bu hiç bilmediğim, adını bile duymadığım 31
diyarlara, tereddüt bile etmeden. Küçük, sıcak, sevimli dediler diye geldim, lise arkadaşım, dert ortağım Kader’i de arkamdan sürükleyerek çekinmeden. Ablamın bana bıraktığı mütevazı birikimini de iyi ki viskiye rakıya yatırmamışım da, onun sayesinde yerleşebildim buralara zorluk çekmeden. Elkan Çiçekçilik’i açtım buralara da yerleşmemin ardından, beklemeden. ELKAN mı? Benim soyadım falan değil, şu sıralar evlenmeyi düşündüğüm adamın ismi bu: Hayatımı baştan çizeceğine inandığım kişinin...”
Ben nefes almadan konuşmaya devam ederken susturdu beni Dj. Yerel Dj bu, öyle ‘gaydırıgubbak Dj’lere benzemez: mahalleliyle muhabbet edip tasa paylaşmak için çağırıyor dinleyicilerini oraya.
Üzerinden bir hafta geçmedi bu olayın. Çenemi tutamayıp hayatımı paylaşmıştım tüm mahalleliyle ufak ayrıntılar hariç... ablama içkiliyken kullandığım arabayla bizzat bilerek nasıl çarptığımı, Namık’ın da suçu üstlendiği için içeri girip nasıl da hapis yattığını, daha içerden çıkmadan içkili halimden nefret ettiği için beni nasıl terk ettiğini ve bu terkle nasıl da harap olduğumu, şu an altımdaki arabanın da ablamdan kalan mirasın bir parçası olduğunu anlatmamıştım tabi ki. Ama hakikaten, ne hain herifti ha, daha hapisten çıkmadan, gelinliği yeni almışken terk etmişti beni acımadan ve utanmadan! Şimdi de çiçekçi sevgilisi varmış Antalya’da. İnat değil mi, ben de çiçekçi oldum işte! Ben de çiçekçi dükkânı açtım, her gün parfüme para vermeksizin ‘kenzo’ gibi, ‘burberry’ gibi, ‘chanel’ gibi kokuyorum!... 32
Çarşamba günü: kimsenin gelmediği, hiçbir müşteriyle muhabbet edemediğim için gerginliğimi atıp gülümseyemediğim, hatta sabah uyandığımda var olan ses kısıklığımı bile konuşmadığım için açamadığım, maddi ve manevi krize girdiğim, tam bir uyuz çarşamba günü işte! Ne varmış, dedim, eve gitmeyeyim bu gece de. Dükkândan çıkıp Efes’ten çektim iki büyük Tekirdağ*’ımı -aşağısı da kurtarmaz hani- ve dükkâna döndüm geri. Çay bardağımı sek rakıyla doldururken eski model devasa radyomun da düğmesine bastım dipteki küçük odaya çekilip. Bu da ne hoş tesadüftür böyle: Tanju** karşıladı radyoda beni! Adamım bee, bağırıyor meyhaneciye yine doldur kadehimi, diye: “koy koy koy, bak efkarlandım yine bu gece, allah be!...”
Tanju dermanım oldu o gece. Koy koy koy, diye diye gaza getirdi beni de. Olmadığı kadar hızlı içtim o gece. Son hatırladığım radyoyu kapatmış, bir yandan ağlarken bir yandan da kendi faslımı yapıyor olduğumdu. Bilmem ki alemin sırrı nedir, dünyanın merkezi bu meyhanedir, derken düşmüştüm yere. Kalkmaya da erinmiştim, döşeme de sert sert iyi gelmişti sırtıma be!...
Sabah uyandığımda hava yeni aydınlanıyordu daha. Yerde belim ağrımış, bir de dizim acımış her nedense, acıya uyanmıştım. Gözlerimi açtığımda şaşkınlıkla irkildim ve sıçradım yerimden, ayağa kalktım. İnsanlar önümden geçiyordu: ayakları gözlerimin önünden geçiyordu! Sonra fark ettim; sokakta değilim, dükkânın içinde, çiçeklerin bulunduğu ön odada , vitrinin önündeyim. Oraya nasıl geldiğimi düşündüm şaşkınca, arka odada sızıp kalmıştım ben en son. Yanlış mı hatırlıyorum yoksa? Ulan Fulya, yine ne haltlar yedin ayyaş 33
halinle, dedim kendi kendime ayağa kalkıp... Dağılmış çiçekleri görünce düşe kalka, akşamdan kalma kafamla ön dükkânda, camın da hemen karşısında sızmaktan utandım aklım başıma gelince, sonra da içli bir kahkaha koyvererek düzenledim ortalığı: benim her zamanki halim bu bee!
Dükkânın kilidini açtım, kapıyı araladım. Küçük dolabımdan kahvaltılıkları çıkardım ve çay koymaya gittim arka odaya. Çay bardağım geceden kalma kırıktı, koltuk da yan yatmış sızmış gibi. Üstüne rakı dökülmüştü dün gece, buram buram anason kokuyordu. Rakı fazla geldi de sen de mi kafayı buldun ey koltuğum, diye gülümseyerek düzelttim onu. O arada içerden bir ses geldi, kapı aralanmıştı :
- Fulya?
-Kader?
Ev arkadaşım, beraber geldik Antalya’dan buralara. Beraber içip fasıl yaptığım, tek dostum İstanbul’da.
- Günaydın, canım.
-Günaydın. Geliyorum!
İki bardak, iki çatal alıp Kader’in yanına vardım.
-Dün gece eve gelmedin?
-Dükkânda kaldım yaa. Gel kahvaltı edelim. Çayı da koydum, 15 dk’ya hazır.
-Senin bir sıkıntın yok değil mi, iyi görünmüyorsun?
-Yok. Ekonomik kriz vurdu biraz, o kadar.
-O kadar içersen para neye yetişir zaten?
-Hadi lan ordan, tek başıma içiyorum sanki, ayyaş seniiii! 34
Kader gülümsedi:
-O değil de, Sevdiye’yi hatırlar mısın?
-Hangisini? Namık’ın yeni manitasını mı diyorsun?
-Hayır, burdakini. Eve geç gidip, zil zurna sarhoş olana dek içtiğin için sana hakaret edeni.
-Her içen de kötü kadın zaten değil mi? Ne kafalar var yaa! Cahil, ahlaksız kadın. Hala aklıma geldikçe, başıma gelmedik bir bu kalmıştı, diye deliriyorum! Kime ne yapıyorum ben yaa, zararım bir kendime. Hayatım mahvolmuş benim, bir de onun dedikodusuyla uğraştım günlerce. Görünce kadını, tepeme kan toplanıyor, ateş basıyor tüm vücuduma resmen! Gırtlağına yapışmamak için zor tutuyorum kendimi! Aslında niye tutuyorum ki, fena fikir değilmiş aslında bee…
-Geyik yapma. Kadın ölmüş!
-?!?!?
-Cenazesini götürdüler bugün.
-Bu gece mi ölmüş?
-Bilmiyorum, sanırım.
-Hiç üzülmedim yalan yok.
Sesimde en ufak bir durgunluk yoktu: gayet net, ve neşeliydi. Ama birden merak etmiştim umursamamama rağmen bu ölümü:
-Nasıl ölmüş?
-Bilmiyorum ben de. Aslında ben de sana sorayım diye gelmiştim.
-Ne demeye çalışıyorsun Kader?
-Şu yerdeki iz diyorum, ne izi bu diyorum?!
-Ne?
Kader’in gösterdiği yere baktım. Döşemelerin simetrisini bozan bir sürü el izi gördüm kan renginde. Gözlerim dehşetle ayrıldı! Duvarda 35
kırmızı bir sıçrama lekesine daha rastladım. Sonra da kapı kolundaki lekeye takıldı gözüm....
-Fulya, sen neler yapıyorsun? Dün gece gürültüler duymuşlar burdan. Ve bu izler? Ablana yaptığını tekrarlamadığını söyle bana!
-Kader, o bir hataydı. Ablama bunu bilerek yapmadım!
-İçkiyken yaptın biliyorum. Ve şu an da leş gibi içki kokuyorsun!
Elime yüzüme baktım şaşkın ve titrek bir hareketle, kanayan en ufak bir yerim bile yoktu. Sadece sağ elimde ufak bir sıyrık; kızarmış, ve kabarmıştı.
-Kader, git buradan.
-Hepsi aramızda, anlat Fulya.
-Kader, git şimdilik. Hemen. Git!
Arkama baktığımda Kader dükkânı terk etmişti bile. Küçük odaya geçtim hızla. Geçerken de yerleri ve duvarları bir şey var mı, diye hızla inceledim, yoktu.
Lavaboda kanlanmış bir bıçak gördüm sonra. Küçük odanın kapısı da hafifçe kanlanmıştı. Dehşet içinde bakyordum odaya: Bir cinayet bu kadar kolay işlenmez. Zaten yerde vücut sürüntüsü de yok! Sadece yara almış Ya sonra ?
Yavaşça çıktım odadan, kendimle diyaloguma devam ediyordum hala: Kadını takip ettim galiba. Çıktım mı yani dükkândan? Hadi Fulya, neler oldu hatırla! Zil zurna sarhoştun aptal, nerden hatırlayacaksın!...
Başım ağrımaya başlamıştı, zonkluyordu demek daha da doğru olurdu sanırım: Kapat dükkânı ve uyuyup kendine gel, Fulya. Zıbar 36
biraz ve sakinleş! Ve uyudum...
Terler içinde uyandım sonra. Kabus görmüştüm. Belki de dün olanları görmüştüm rüyamda, ve gerçekti hepsi: Etraf kapkaranlıktı rüyamda. Çığlıklar içinde boşluğa ittiğim bir beden, parlak ama karanlıkta… Uzun tırnakları sıyırınca sağ elimi kanatmış soğumaya ittiğim bedenin, ve ardından tekrar karanlık gömülmüş gözlerime. Çığlıkların uzaklaşıp bir düşme efektine dönüştüğü, ardından gelen sessizlikle de son bulan, sanki gerçek gibi bir rüyaydı bu! Gerçeğin tam kendisiydi belki de, kim bilir.
Hemen ayağa fırlayarak kanları temizledim duvar , yer , kapı kolları ve bıçaktan. Yüzümü yıkadım. Uzun uzun baktım kendime nefret edercesine. Kader’i bulmalıydım. Hemen! Dükkândan çıktım ve ablamdan kalan Renault 12tx’in sağındaki dağılmış far ve zedelenmiş burnu çarptı gözüme o esnada: Tanrım! Araba da mı kullandım ben dün gece!
Eve gidene kadar küfrettim kendime. Zili çaldığımda gergin, sinirli ve gözü dönmüş bir haldeydim. Kader kapıyı açar açmaz atladım boğazına.
-Kimseye anlatmadın değil mi? Her şeyi bir tek sen biliyorsun, ablamın nasıl öldüğünü de! Anlatmadın değil mi? Sakın bana yalan söyleme, kimseye hiçbir şey anlatmadın değil mi?! Gerçeği söyle Kader!
İçeri girip tekmemle kapattım kapıyı.
-Sakin ol Fulya! Bırak, nefes alamıyorum, bırak! Öhö öhö – bırra- 37
Kader morarıp gözleri fırlayınca bıraktım boğazını kendime gelerek: bırak lan kızın boğazını, öldüreceksin Sevdiye’yle ablan yetmedi de bir de ev arkadaşını, dedim içimden sakinleşerek. Buzlu cam gibi buğulanan her şey tekrar netlik ve parlaklık kazanarak dönüp durmaktan vazgeçti bir anda sanki; kendime gelmiştim, paniğimi yenip.
Derin bir nefes çekti Kader:
-Fulya, sen iyi misin?!
Dehşete kapılmıştı. Gözlerinden alev çıkıyor, vücudu titriyordu.
-Kader, hapse giremem ben! Girmemeliyim! Evleneceğim daha ben, aile kuracağım!
Söylediğim cümlelere hayatımı öyle endekslemişim ki, o şiddetle arzuladığım dileklerimi kendi ağzımdan duydukça tekrar sinir ve stres depoluyordum artan miktarlarda.
-Böyle bir ayyaşla kim evlenir Fulya?!
-Evleneceğim dedim sana! Bir oğlum bir kızım olacak, kocam olacak! Evimi temizleyip çocuklarıma bakacağım daha!
Titriyordum kendimi kontrol edemezce:
-Yıllar boyu yaşadığım onursuz hayatta tek hayalimi gerçekleştirmeye bu kadar yaklaşmışken, beni sevecek biriyle aynı hayatı paylaşmaya bu kadar yakınken, içeri giremem işte! Hayatım boyunca aile sevgisi ve güvenliğinden ırak, çalışarak sürünüp, çalışarak rezil oldum hatalar yapıp durarak! Ve artık bir ailem olacak! Bunu engellemene izin veremem Kader, kimseye anlatmadın Sevdiye’ye olanları değil mi? Doğruyu söyle ne olur, anlatmadın değil mi? Nefes almaya devam etme nedenim bir aile kurmak benim: güvenmek ve artık mutlu olmak! 38
Koltuğa çöküp zırıl zırıl ağlamaya başladım. Oturma odası girişinin yanına, evden sadece iki kızız, rahatsızlık verici bir şey olursa diye koyduğumuz sopaya yaklaştığını gördüm o an Kader’in. Muhtemelen korkudan, sopaya doğru sinsi adımlar atıyordu. Bana zarar vereceğini hissettim o an. Uzandığı sopayı elinden alabilmek için sıçradım Kader’in üzerine oturduğum yerden. Kader sendeledi, ve kafasını kalorifer peteğine çarparak baygın yere uzandı. Gözlerini açmıyordu. Panik içinde, bir kırgınlık daha yaşıyordum şimdi kendime karşı dolan nefretin eşliğinde. Çünkü Kader’in ensesinden kan süzülüyordu, hem de deli gibi. Ensesini kalorifer peteğine çarpmış, birkaç dakika hırıldanmış, ve artık nefes bile alamıyordu uzandığı yerde. Yer kan gölüydü. Benim vücudumsa buz kesmişti. Bu kez ayyaşken değil, ayıkken birinin canını almanın soğukluğuyla irkiliyordum. Ve o anda olabilecek en kötü şey oldu belki de; dış kapıdan anahtar sesi geldi. Elkan’da evin anahtarı vardı! Bir evin anahtarı sadece evin sahiplerinde olmalı, diye küfrettim içimden kendime! Ama artık çok geçti her şey için yine: Elkan salonun kapısının önünde, gözbebekleri gözlerini doldurmuş biçimde, dehşetle dikmişti gözlerini gözlerime.
-Bilerek olmadı! Kafasını çarptı! Lanet olsun, kafasını çarptı, ben bir şey yapmadım!
Söylediğim hiçbir şeye tepki vermeden öylece bana bakıyordu. Şok olmuştu ve artık benden nefret ediyordu, belliydi bu. Çaresizliğimin bu derece beni sardığı bir an daha olmamıştı yüreğimde. Çünkü bu sefer, ikincisini kurduğum bir amacın, ilki gibi bu da, Namık gibi Elkan da yıkılmakla cebelleşiyordu karşımda. Artık tüm amaçlarımı 39
kaybettiğime emindim: evlenemeyeceğime, yuva kuramayacağıma, güler yüzle beni koruyacak bir erkeğim olamayacağına... Elkan beni terk edecek, ve hatta hapse tıkacaktı. Bu kez Namık’ın bana yaptığı iyilik yapılmayacaktı. Ve yine terk edilecektim, yine, yine ve yine, aynı annem, babam ve Namık’ın terk ettiği gibi...
-Ben yapmadım...
Yalvarır gibi bakış atıyordum. O an tiksintisini yendi ve konuşmaya başladı:
-Polise gidiyorum Fulya. Bıktım senin içkinden bilmem neyinden! İçki yüzünden oldu di’ mi bu da? Dün gece de içki yüzünden kestin elimi, di’ mi?! Sağlık mı olsun yani? Kendinde veya değil, bunu yapan sensin ya da içine giren şeytan, artık önemli değil! Sen içindeki şeytanı çıkarmaya değil, besleyip büyütmeye çalışıyorsun Fulya! Bundan da bir an bile utanmıyorsun! Bu sabah da içki yüzünden lise arkadaşını mı geberttin? Lanet olsun sana! Gidiyorum. Polisi arayacağım. Zamanın varken kaç git istersen, gidecek bir yerin varsa tabi...
O arada sargılı olan elini gördüm Elkan’ın:
-Gitme! Ne olur gitme, ne olur! Kafasını çarptı, ben yapmadım! Eline ne yaptım Elkan? Eline ne yaptım?! cevap ver!!
-Hatırlamıyorsun değil mi? Yerden seni kaldırdığımda leş gibi kokarken seni o iğrenç kokuna rağmen öpmeye çalıştığımda, sırf bir daha içmeni istemiyorum, dedim diye bana bıçak kaldırışını hatırlamıyorsun gerçekten di’ mi?! Arabana binip arkamdan geldiğini, oraya buraya çarpıp mahalleyi birbirine kattığını, gece gece beni yine utandırdığını hatırlamıyorsun değil mi?! Lanet olsun sana Fulya, 40
senin gibi bir ayyaşla yuva kurmayı düşünmekten dolayı bile kendimden utanıyorum! Senden adam olmaz.
Çekti kapıyı ve çıkıp gitti. Elimin altında Kader’in cansız başı, öylece kalakaldım dizlerimin üstünde, hareket edemeden. Dün gece kimseyi öldürmemiştim demek ki. Sadece Elkan’la onun haklı olduğu bir kavgayı sürdürmüştüm içimdeki şeytanla beraber, utanmadan. Ama rakı yüzünden kendimden geçmişliğim bir kez daha düzeltilemez hatalar açmıştı başıma. Çaresizlik, ve içki yüzünden nerden nereye geldiğime bakarak nefret ettim hayatımdan, varlığımdan. Eğildim, öptüm Kader’i alnından. Polis arabalarının sesleri uzaktan çınlatıyordu sanki kulağımı. Bense hala Kader’in açık kalmış gözlerine, kurumuş mor dudaklarına bakıyordum. Ellerimi aşan kan, bacaklarımı ıslatmıştı artık. Evi kan götürüyordu. Dış kapının sesini duydum buğuluca, kırılmıştı. Ve uzaktan gelen çınlarcasına bir ses haykırırcasına ellerini kaldır, diyordu bana. Kader’e bakmaya devam ettim ben ama. Kaldırmadım ellerimi ve gözlerimi. Sonra birinin beni kavrarcasına tuttuğunu, sertçe çektiğini hissettim. Elkan’ın kolları olabilseydi keşke bu. Ama değildi elbet…
Gözlerim, hayatımın son durağına bakıyordu hala. Bu ev benim, hayatımın son durağıydı...
*Tekirdağ altın seri. Türkiye’deki en pahalı, ama en tatlı rakı.
**Tanju Okan, ses sanatçısı. 41
“Komşu Kızı Melike Anlatıyor”
İlker Cabi
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX___________________
DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü” 42
KOMŞU KIZI MELİKE ANLATIYOR
“Melike, kime diyorum ben, Melikeee... İşe geç kalacaksın kızım...” Şazuman Hanım her zaman ki gibi kızını işe gönderme çabasında, bir taraftan da evi toparlayıp pazara çıkacak...
“Ben çıkıyorum ne yaparsan yap, sıkıldım artık senden... O değil araya bir sürü tanıdık soktuk bu sefer, ama sen oralı bile değilsin... Hayatına artık çekidüzen ver...”, “ çaaat...” kapı kapandı. Kapının kapanmasıyla Melike yataktan doğruldu, zaten bu geç kalmaları uykusuzluktan değil, hayatla, ailesiyle, iştekilerle bir inatlaşmasındandı çoğu zaman... Kalktı ve banyoya yöneldi, aynada yüzünü inceledi ve o bir türlü anlamadığı gözyaşı seliyle buldu tekrar kendini. Bir süredir böyleydi, aynadaki kendinden hüzünleniyor, sebebsiz yere ağlamaya başlıyordu…
Kısmet apartmanı 4. katta ailesiyle birlikte yaşayan Melike 28 yaşında kızlar için ortalama boyun biraz üzerinde, pahalı giyinmeyi seven ama makyaj yapmaktan hoşlaşmayan güzel bir kızdı. Ailesi dâhil çevresinde kimseyi beğenmezdi ve zaten bir iki kişi dışında pek de arkadaşı yoktu, varolan arkadaşları da kendi yaşıtlarından olmazdı hiçbir zaman. Son zamanlarda kapı komşuları Sevdiye ile samimi olmaya başlamışlardı. Sevdiye bakımlı ve kendi ayakları üzerinde duran bir kadındı ve farklıydı, daha doğrusu Melike’nin herşeyi yok sayıp olmak istediği tipte biriydi. Melike Çanakkale’de şu 43
an yaptığı işle alakası olmayan bir bölüm okumuş, sonrasında da babasının bir tanıdığının yanında çalışmaya başlamıştı, aslında kısa süreli olan bir Ermeni tüccarın yanındaki ilk deneyimi saymazsak... Ayrılma nedeni hiç de şaşırtıcı değildi, patronun aynı iş yerinde çalışan oğlu ile güç savaşına girmiş ve kaybetmişti. Bu son yer fena sayılmazdı, işin sahibi Ahmet Bey Almanya’da yaşıyor ve ayda bir Türkiye’ye geliyordu. Şirketin merkezi Almanya’da idi ve Ahmet Bey’in eşi ve çocukları da orada olduğu için işleri uzaktan yönetiyordu. Melike’nin dominant ve insanları azarlayarak yönetme tarzı, işi sahiplenmesi, kendini patron olarak görmesi ve babasının referansı onu patronun yokluğunda patron yapıyordu. İşe istediği zaman gider ama çalıştı mı çok çalışırdı, araba da aldırmıştı kendine... Ahmet Bey, Almanya’da yaşayan akrabalarının yakın dostuydu. Almanya, aslında Melike’nin yaşamak istediği ülkeydi, özgürlük ve o beğenmediği ailesinden kurtulmak demekti onun için… Bir ara Almanca kursuna bile başlamıştı.
Yüzünü yıkadı, içinden kahvaltı etmek gelmiyordu... Bir bardak çay koydu ve sigarasını yaktı... Sigarasından her nefes aldığında gözlerini kısıyor, hayalindeki Melike’ye ulaşmak için adımlarını hırsla aklından geçiriyordu. En önemli sıkıntısı hiçbir şeyin onun aklındaki hızla gelişmiyor olmasıydı. Sigarayı bitmeden küllükte sert hareketlerle söndürdü, dumanını da yine o kısık gözlerle havaya doğru üfledi ve bir hışımla evden çıktı. Onu tanımayan ve bu ani hareketlerini görenler birdenbire aklına birşey geldi veya biriyle tartıştı sanabilirdi. Melike’nin hareketleri genelde keskin olur, aklındakileri karşısındaki kim olursa olsun filtrelemeden söyleyiverirdi. 44
İş yeri eve arabayla en fazla 5 dakika uzaklıktaydı Melike’nin, bazen sabah bazen öğlen kahvesine kapı komşuları Sevdiye’ye gelirdi. Bu ara aklı çok karışıktı, yeni hayata gidecek iki yol vardı ama hangisini seçeceğini bilmiyordu, daha doğrusu birisi kolay ama istediği kadar ihtişamlı değil, diğeri zor ama Almanya dâhil tüm hayallerini sunuyordu.
“Ablacım evde misin?” , “canım çok sıkkın yine, bu sefer kesin kararımı verdim sanırım...”, “peki 11 gibi gelirim o zaman, evde Türk kahvesi kalmış mıydı, gelirken almamı ister misin?” Sevdiye ile sözleştiği saate daha bir buçuk saat var, etrafındakilere bir iki rapor emri verdikten sonra bilgisayarda kolay seçenek ile yazışmaya koyuluyor... İstediği gibi yönlendirebileceği, saf bir çocuk ve Melike’yi fazlasıyla eğlendiriyor... Ara sıra keskin dönüşleriyle çocuğu sözleri ile şöyle bir sarsar ve keyifle toparlanmasını izlerdi. Ama bir şeyler eksikti, zahmetsizce ulaşması gerekliydi hayallerine... O çaba göstermemeliydi, her şey onun önüne gelmeliydi…
“Ben çıkıyorum, öğleden sonra gecikebilirim... Ahmet Bey arasa vergi dairesine gittiğimi söylersiniz.” “Ahmet ararsa”, bir gülümseme belirdi yüzünde, Ahmet ben varken sizi arayıp beni niye sorsun ki diye geçirdi içinden…
*
“Abla bana bir akıl ver. Artık yolumu çizmem lazım, oyalanmaktan sıkıldım... Kendimi sürekli kandırılan bir çocuk gibi hissediyorum... Aklımın ve hırslarımın beni yönlendirmesinden sıkıldım, ama 45
biliyorum ki etrafımda bulduklarım beni tatmin etmeyecekler, ben burada yaşamak istemiyorum, ait değilim buralara... Aslında Almanya bile değil istediğim yer, bir uzaklaşayım buralardan gerisini sonra düşünürüm.” diye başladı Melike söze...
“Ahmet ne diyor bu işe Melike... Doğru karar verdiğine emin misin? İnsan her zaman etrafında kendini seven birilerini bulamaz, bence olmadık bir hayalin peşinden bu kadar koşup elindekileri de tüketmemen lazım...”
“Bunu biliyorum ama ben kendimden korkuyorum… Bu hava, bu su, bu güneş beni kendine bağlayamıyor... Ben ilgilenilmek değil özgür olmak istiyorum, kimsenin beni tanımadığı bir yerlere gitmek, yeni insanlar tanımak, gerekirse orayı da terkedip, yine yeni yerler... Bunu bana Ahmet’in vermesi de zor, ama onun gücü ve beni taşıyacak hayatı var... Hem onu yüzüstü bırakmak diğerlerine göre daha kolay, onun zaten kurulu bir düzeni var.”
O anda telefon çalıyor, arayan bay kolay olan... Melike canının sıkkın olduğunu, hemen gelip kendini almasını söyleyip çocuğu telefonda şok halde bırakıp kapatıveriyor yüzüne... Çocuğun yüzündeki şok hali hayal ediyor, kendi yüzünde bir gülümseme beliriyor... Kendi evlerine geçip, üstünü değiştirip, günlük ilgilenilme seansı için evden ayrılıyor.
En azından günde iki kez uğrar olduğu Sevdiye ablası Melike için belki de çevresindeki en değerli kişi, Melike’yi dinliyor, içindeki kötü olan ile yüzleşmekten korkmuyor, ona kızmıyor. Aslında Sevdiye’nin 46
kendinden izler bulduğu Melike, ona geçmiş hayaleri ile tekrar sohbet etme şansı yaratıyor.
*
“Günaydıın. Nasılsın Sevdiye Abla... Bugün na’pıyosun?”
“Çok keyifli görünüyorsun yine, çok şımartılmış gibisin...”
“Evet, hem de çok... O kadar çok ki, bugün alışverişe çıkmaya karar verdim. Biliyorum genelde mutsuzken yaparım bunu ama bana aldığı ayakkabıyı sevdiğim başka bir modelle değiştirmeye gideceğim. Bu arada Ahmet de bugün 5’te geliyor, ayrılmak istediğimi söylemiştim bay kolay olan ile birlikte olduğum bir an... O da içine sindirememiş olacak ki ilk uçakla geleceğini yazmış.”
“Ah Melike... Evli bir adamla hala neden uğraşırsın?”
“Bilmiyorum, böylesi daha zevkli, hırslarımın okşandığını hissediyorum... Neyse ablacım anlayacağın ben bugün kahve oturmasına gelemiyorum, onu söyleyecektim. Var mı istediğin birşey?
“Peki, görüşmek üzere...”
“Deli kız, benim aldığım hayat derslerini sen de almadan rahat edemeyeceksin” diye gülümsüyor Sevdiye...
* 47
Ah, o ayakkabılar... Başı dönüyor mutluluktan caddede girdiği dükkânda... Topuklu, babet ve çizmeler... Bir kadını mutlu edebilmenin en kestirme yolu. Bay kolay olan akıllı bir seçim yapmış ancak Melike bu, her modeli beğenmez. Bu keyfi hiçbir şey bozamaz diye düşünürken, hediyenin sahibinin aradığını görüyor... Hiç de sırası değil diye iç geçiriyor, bir şekilde başından savmalı… Hatta bugün tüm gün bulaşmamalı, ne de olsa Ahmet ile görülecek daha büyük bir hesap var.
*
Ömrünü bu muhitte tüketmiş esnafın önünden geçerken bunlar gibi olmamalıyım, hayır, üç neslin beraber aynı çevrede yaşadığı bir büyük aile olmak istemiyorum diye, hem küçümseyen hem de korkutan düşünceleriye adımlarına hız veriyor Melike.
Apartmana girdiğinde ayakları kendi evlerinden çok Sevdiye ablaya gitse de Ahmet’i tasvip etmeyen tavrından dolayı birkaç gün görüşmemenin daha doğru olacağını düşünüyor ve eve giriyor.
İnsanın hırsları ne kadar da yön veriyor hayatının akışına... Melike bunun en güzel örneklerinden; bir tarafta onu gerçekten çok seven biri olsa bile ulaşmak istediği yerde bunun yeri yok. Ne kadar mutlu da olsa, şımartılsa da hayallerinin bir karesine dahi giremiyordu bay kolay olan... Onu uğurladıktan sonra sızlamıyordu kalbi, özlemiyordu... Aslında Ahmet Bey’i de çok özlediği ve sevdiği söylenemezdi ama o hayallerinin başlangıç noktasıydı. Bir yerinden başlayacaktı ve sonrasında Ahmet te olmayacaktı, aslında Melike’nin 48
tek sevdiği kendisiydi... Üniversite yıllarında da sevgilileri oldu, hiçbiri ardından gözleri dolmamıştı, hiç aşk acısı çekmemişti.
Yine uykusu tutmuyor Melike’nin, odasına bir kadeh viski alıyor. Ahmet havaalanından getirmişti çok sevdiğini bildiği için, her gelişinde ona Brezilya kahvesi ve viski getirirdi. Melike de iş yerinde ve evde sadece bu kahveden içer, insanlara da artık klasik kahve içemediğinden yakınırdı. Sigarası ve viskisi ile dalıyor hülyalara…
*
Şazuman Hanım saat 8 gibi kızının odasına girdiğinde Melike çoktan evden çıkmış. Melike dünyasında buna Ahmet Bey etkisi deniyor. Bu hafta sabah 8 - akşam geç saatlere kadar işte olacak. Ahmet Bey’in akşamları başka bir randevusu olması durumunda Sevdiye Abla veya bay kolay olanla takılır. Bu sefer bay kolay olan da beklenenden hızlı gitmiş ve aslında Melike’nin aklında Ahmet Bey ile bu durumu çarpıştırıp artık noktayı koymak var. Ahmet Bey’in her zaman kendisinden zaman istemesi, boşanma işlemlerinden dem vurması onun gibi birini bile sıkmış.
Saat on bir gibi Sevdiye’nin telefonu çalıyor, arayan Melike. Sinirden kendinden geçmiş ve acil onu anlayacak biriyle sohbet etmeli... Sevdiye öğleden sonra alışverişe çıkacağını, hemen gelirse bol köpüklü bir kahvesine hayır diyemeyeceğini söylüyor.
Melike’nin zaten iş yerine çok yakın olan eve gelmesi çok uzun sürmüyor, Sevdiye her zamankinden daha güleryüzlü olmaya 49
çalışıyor, Melike’nin telefondaki sesi işlerin ters gittiğini fazlasıyla belli ediyor. Melike en doğal haliyle, yani duygulardan arındırılmış kendi sözleriyle yaptığı planı ve tahmin ettiği, aslında böyle olmasını da istemediği sonuçları bir bir anlatıyor ablasına... Bu arada zamansız arayan bay kolay olan da nasibini alıyor ve Melike’nin gazabından kurtulamıyor.
Sevdiye uzun uzun dinliyor ve konuşma sırasında hiç yorum yapmıyor, tam da kendi yaşadıklarına benziyor Melike’nin ağzından dökülenler... Kendini deliler gibi seven adam yerine bir başkasını seçip bugünlere dek hiç evlenmeden gelebilmiş. Aynı kaderi yaşamamalı Melike…
O anda bay kolay olan Sevdiye’yi arıyor, Melike bir taraftan dinlerken ona taktikler veriyor. Birden “Onu mutlu etmek ister misin?” sorusu çıkıyor ağzından. “Geçenlerde bir yüzük beğenmişti ve içlenmişti, onu hiç böyle görmemiştim... Belki de onun vermek istediği mesajları kaçırdığın için sana kızgındır kim bilir?” Melike bu taktikte bile ne gülümsüyor ne de yüzünde kızgınlık ifadesi beliriyor, sigarasından derin bir nefes çekiyor, gözlerini kısıyor ve dumanı ciğerlerindeki turundan sonra üflüyor... Sevdiye bu ilişkinin sonuçlanması için son hareketi yapıyor ve saati kuruyor.
Bir süre Melike’yi de konu ile ilgili yönlendirdikten sonra, Melike evden ayrılıyor ve hazırlanmak için kendi evlerine geçiyor…
* 50
“Bu akşam evin önünde bırakma beni, biraz yürümek istiyorum...”
“Ama çok karanlık sevgilim, istersen beraber yürüyelim, ben sonra arabaya geri dönerim…”
“Hayır diyorum, üsteleme lütfen... Kendimle baş başa kalmak istiyorum”
Kısmet Apartmanı’nın önündeki kalabalık, polis araçları ve uğultu adımlarını hızlandırıyor Melike’nin... Anne ve babasını merak ederek kalbi hızla çarpmaya başlıyor... 51
“Yufkacı Samim Anlatıyor”
Kadriye Soysal
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX___________________
DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü” 52
YUFKACI SAMİM ANLATIYOR
Mermerden pırıl pırıl bir tezgah, tezgahın üzerinde yufkalar, yufkaların üzerinde kocaman örtü, dükkan camının önünde her biri farklı renkte açan sıralı ortancalar ve bembeyaz duvarlar… İşte benim Derdiser Meydanı’na bakan naçizane yufkacı dükkanım.
Duvarda asılı olan “Veresiye öldü başımız sağ olsun” yazısı artık rahatsız ediyor beni. İnsanlara kolay kolay hayır diyemediğim için duvara böyle bir yazı asmayı düşünüyordum, konuyu oğluma açınca da hemen bilgisayarda yazdı, duvara astı. Aslında ben emekli öğretmenim. Eskiden kötü defter tutan öğrencilere “Bakkal defteri mi bu!” der takılırdım, şimdi benim de bakkal defterim var, çekmecede saklı duruyor. Yıllarca öğretmenlik yaptıktan sonra emekli olunca baba yadigarı olan bu binaya geri döndük. Dükkanda eskiden kiracı vardı ama kiracı çıkınca ne yapsam diye düşünürken en temiz iş olarak bu aklıma geldi. Çünkü onu ver, bunu ver, bunun fiyatı ne kadar, aman pazarlık yapalım muhabbetlerine kafam gelmiyor, bir de ben alışmamışım esnaflık yapmaya. Tek çeşit ürün ve tek fiyat olsun istedim. Babam baklavacıydı, ondan öğrendim yufka açmayı, söylemesi ayıp hanımdan daha iyi açarım yufkaları. Ama hanım veresiye defterine yazarken benden daha kolay çıkarıp yazar, biri deftere yaz dediğinde ben utanır üzülürüm. Yufkanın da veresiyesi olur muymuş demeyin, o da var. Arada bir veresiye defterimi temizliyorum, nasıl mı? 53
Defterdeki tüm isimlere sırayla bakıyorum. Artık ümidimi kestiğim kişileri defterden siliyorum. Karşı tarafın ruhu bile duymuyor.
---B---
Bahattin Bey vardı, bir arka sokakta ailesiyle oturuyordu. Eşi bazen uğrayıp yufka alırdı ama genelde çocuklardan birini gönderirdi. Zaten Bahattin Bey’in bu deftere girmesi de çocuklardan birinin “Babam akşama ödeyecek, annem yufka istedi” demesiyle başlamıştı. Bahattin Bey belediyede çalışıyordu ama asıl şehirdeki kanalizasyon kapaklarını ve mazgalları geceleri toplayıp satarak para kazandığı anlatılırdı. Bizim mahalleye pek dokunmazdı, her şey yerli yerindeydi. Belki de dükkanın önündeki mazgala dokunmadığı için yufka verirken kendimi daha rahat hissediyordum. Duyduğuma göre belediyeden çıkarılmıştı, başka bir belediyede iş bulunca da evini barkını toplayıp buradan ayrıldı. Geriye ev sahibine ve buradaki esnafa taktığı borçlar kaldı. Bahattin Bey’in adını defterden silip çocukların hatırına hakkımı helal ediyorum.
---K---
Defteri karıştırmaya devam ediyorum. Bir de Kemal Beyler vardı. Yerimdar Sokak’ta otururlardı. Eşi parkın yeşilliğinde domates biber yetiştirmeye çalışmıştı ama mahallenin hınzır çocukları buna pek izin vermediler. Onların borcu da kadayıftan kalmadır. Ağızları tatlı olsun çok kadayıf yerlerdi. Kadayıf alırken de öve öve bitiremezdi kadayıflarımı. Böyle muhabbete başlayınca anlardım o gün de deftere yazılması gerektiğini. Eşi temizliğe giderdi, kendi ise orda burda garsonluk yapardı. Kimi zaman lüks gemilerde çalıştığı uzunca 54
zaman eve gelmediği olurdu. Tabi hal böyle olunca mahallede de dedikodu dönerdi kırığı var bunun diye. Günahı boynuna, ben bilmem ama sonunda olan oldu, hanımı terk etti Kemal Bey’i. Bu da utancından bir gece yarısı mahalleyi terk etti. Gençliğine veriyorum. Onun da adını bu defterden siliyorum.
---N---
Hey gidi günler, Yerimdar Sokak’ın sakinlerinden Naim Bey’i nasıl unuturum. İmzalı şiir kitabı halen evdeki kütüphanemde duruyor. Yalnız yaşardı, kendince kendini sanata vermişti. Çevresinde entelektüel görünmeye çalışan insanlar olurdu. Onlarda el emeği daha kıymetlidir. Bir gün geldi, akşama bende toplanıcaz, ne yaparım en kolay dedi. Bende de hanımdan öğrendiğim kolay sodalı börek tarifi vardır. İsteyenlere hemen bu tarifi veririm. Naim Bey’e de vermiştim ve onu da müşteri olarak dükkana bağlamış oldum böylece... Misafir olmadığında dahi yapardı. Hatta bana getirir, bende çay demleyiverir, başlardık muhabbete. Bana da bir şiir yazmıştı, “Yürek yufka duyar seni”ydi ilk dizesi. Müşterilerimden birinden ilk defa şiir hediye almış oldum. Mahallede bugüne kadar edebiyat hakkında konuşabildiğim nadir insanlardandı. Sonra gün geldi içinde bulunduğu ortama kaptırdı kendini, Cihangir’de ev bulduğunu söyleyip ayrıldı buradan. Belki de kendi bastırdığı şiir kitabından dolayı artık buradaki evinin kirasını bile ödeyemez olmuştu ve gururuna yediremeyip böyle çekip gitmişti. Ayrılırken yanıma da uğradı, şiir kitabını imzalayıp verdi, görüşürüz dedi. O gün “Bambudan ne kadar oklava oluyorsa, senden de o kadar esnaf olur.” demişti. Bu sözün üstüne onun da adını siliyorum bu defterden. 55
---S---
Defterde sıra geliyor Sevdiye Hanım’a, adının karşısında merdane de yazıyor. Yufkayı oklava ile açarım, ama çok yoğun günlerde hamurları alır, aralarına un koyar ve merdaneyle toplu halde açarım, sonra oklavayla devam ederim. Sevdiye Hanım da yaklaşık iki hafta önce benden merdane istedi. Seve seve verdim, verirken, hayırdır dedim neye lazım oldu, kem küm etti hamur açacaktım dedi. O zaman aklıma gelmemişti belki de kendini korumak için istemişti. Sonra da işte ölüm haberi geldi. Yadigar Sokak’ta otururdu. Bu mahalle güvenli bir mahalledir. Tren istasyonu olduğu için her daim bir kalabalık olur. Alt geçit geceleri korkutucu olabilir ama zaten mahalle sakini zararsızdır.
Sevdiye Hanım arada bir yufka almaya uğrardı bana, ne zaman yufka alsa ertesi gün onu dışarda elinde paketiyle istasyona doğru giderken görürdüm. Muhtemelen elindeki çantada hazırladığı börek çörek vardı. Eli boş gitmeyi sevmediği birine götürüyordu, belki yatılı okuldaki bir öğrenciye, belki de hapishanede yatan bir yakınına, kim bilebilir... Nazik, kibar bir bayandı. Haberi geldi evinde ölü bulundu diye, yalnız olmak zordur, kendini korumak için insan kapandıkça kapanır. Sevdiye Hanım kendini anlatmadı bile... Bu deftere benim hanım eklemişti onu, ben de sileyim.
Ben de hafifledim, defter de hafifledi. Bugün bu kadar defterle ilgilendiğim yeter, yarın için kadayıf hamurlarını hazırlayayım. 56
“Tuhafiyeci Ayla Anlatıyor”
Melis Mine Şener
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX___________________
DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü” 57
TUHAFİYECİ AYLA ANLATIYOR
Düğmeleri gözden geçireyim bugün. Kırmızı taşlı düğmeleri dün satınca kutu boşaldı. Hayır, yedi tane istese kız, veremeyecektim. Nasıl da unutmuşum ki ben bunu! Seriyi de kırmaz şimdi bu Hikmet ursuzu ama küçükleri çok gidiyor ne yapayım? Başka birinden almaya kalksan sorup soruşturmak lazım... Ah Atıf, akıl mı bırakıyorsun insanda? Bir de şu ipliklere mi baksam elim değmişken? Bak saçımın da dip boyası gelmiş yine... Ah Atıf, ah... Âlem bilmez Ayla’nın derdini. Hoppa der, hafif der biraz, ama sen? Ama sen bilmez misin kalbimi? Niye bırakırsın habersiz insanı böyle?
“Merhaba Gülümser, nasılsın? N’apıyor ufaklık? Hala altını ıslatıyor mu? Yok, yok, üzülme zamanla geçer derler. Küçükken bizim Hamdi de ıslardı sonra ergen olunca geçti gitti.”
“Ne olsun be ablam, Hasan’ım aynı hala. İnşallah dediğin gibi olur. Ahmet’in de işleri kötüledi, ben de temizliğe gidiyorum işte. Neyse ki Hasan’ımın yaşı büyüdü de evde yalnız kalabiliyor gündüz. Sen nasılsın ablam? İş güç mü? Süzülmüşün sanki biraz?”
“Yok be Gülüm’, işler nereye çoğalsın? Arada yün alan, iki düğme – bir fermuar alan çıkarsa... İşte hepi topu o. Bakma bizimki adetten olmuş her gün gidip dükkânı açmalar. Yoksa her şey hep aynı. Ne o işte, iki insan görüyorum, mahallede de ufak tefek işi görülüyor herkesin. Ara ara yün şiş incik boncuk almaya gelen oluyor işte 58
onlarla oyalanıyorum. Neyse hadi çok tuttum seni. Bir ara uğra da bir çayımı iç.”
“Olur ablam, gelirim tabi. Haydi, uğurlar olsun, sen de bir gün kahveye gel konuşalım da.”
Gülümser, yazıktır, gencecik bütün yük onun omuzlarına kaldı. Benim çocuğum yok en azından. Gerçi onun da kocası başında. Kenan ölüp gidince ben az mı perişan oldum? Az mı uyandım geceleri korkular içinde? 40 yıllık mahallemde olmasam hayatta adımımı atamazdım eve bir daha ya, başka yerde yaşayamam, onu da bilirim. Allah’tan belli etmeseler de herkesler gözetir beni. Ürkekliğimi bilirler. Herkes gözetir de, kimseler Atıf için tık’ını çıkarmaz. Hepsi görmezden gelir. Ah Atıf, ah! Hem beni mahcup ediyorsun herkese, hem yüreğim hep ağzımda, içim hep darda… Ah Atıf, ah…
Haydi, Ayla, haydi. Topla kafanı da git dükkânını aç, Atıf matıf dinlemez, dükkânı açmadın mı, bereketi kaçar maazallah. Neydi o, şu yeni komşu da bizim, yün seviyor belli. Geçen geldi de dört numara şiş aldı ama altına lastik de öreceksen – lastik örmeden de tutmaz çoğu, böyle geçmiş marul gibi pörsür kalır – bir de üç buçuk numara lazım be canım… “Evdekilere bakayım sonra gelirim eksikse” dediydi… Bir bakayım ben de, eksik gedik bir şey olmasın da, hazır yeni gelmiş müşteri ayağı alışır belki.
Oncağızım da bıraksan her renkten alacak yünü. Pek de sessiz kadın, kimi kimsesi de yok mu ne? Öyle bir başına alış verişini yapar, kimseyle konuştuğunu da görmedim. Gerçi Şazuman Hanımın o havai kızı kapısını aşındırıyordur kesin. Mahallede yeni ya, ona 59
övüyordur kendini. Yabancı ya, aklınca başka tanıtacak kendini ona. O da bir âlem kız. Bir haller bir tavırlar. Biraz burnu mu büyüdü ne oldu bilmem ki, küçükken böyle değildi sanki bu kız. Ama Allah’ı var iyi fal bakıyor. Her bir şeyi şıp diye bilmedi miydi geçen kahveye gittiğimde Şazuman Hanım’a? Gerçi mahalle avuç içi kadar yer, herkes her şeyi bilmiyor mu? Bal gibi de bilirler de ben üzülmeyeyim diye bilmezden gelir çoğu.
Yok, o Melike kesin onun yakasını bırakmıyordur. Her gün her gün nereye gittiğini de biliyor mudur acaba? İnsan her Allah’ın günü öğlen vakti çıkıp akşam ezanına kadar nerede ne yapar bilmem ki? Hayır, çalışacak olsan sabahtan akşama gidersin değil mi? Çalışmıyorsa da değirmenin suyu nereden gelmede? Yemesi – içmesi, elektriği – suyu… Yazı var, kışı var. Hazıra dağ mı dayanır? İlle vardır bir geliri canım! Derdi tasası sana mı düştü, ilahi Ayla? Dur bakalım gelince bir iki laf konuşayım, konuşacak mı? Tabi, gelirse. Evde şişi varsa gelmez belki de bir daha…
“Günaydın Asım Efendi. Nasılsın? Gülbeyaz Hanım nasıl?”
“Günaydın Ayla’anım. Hamdolsun, iyiyiz. Gülbeyaz da iyi… Biraz tansiyonu çıkıyor işte arada, onun da sebebi Allah’tan biliyorsun… Yuvarlanıp gidiyoruz işte. Sen nasılsın?”
“Allah iyilik versin… Üzmesin hiç kendini, bak aç değilsiniz, açık değilsiniz. Eviniz başınızda, sağlığınız yerinde, Allah başka dert vermesin. İyiyim ben de, sağ olasın. Haydi, hayırlı işler…”
“Sana da hayırlı işler olsun Ayla’anım. Bereketli olsun!”
Bu Gülbeyaz’ın da yüzü gülmedi gitti. Kısmetten gerisi boş işte, 60
Mevla’m her şeyi dilediğine verirmiş; çocuğu da, malı da, mülkü de…
Sanki benim halim farklı mı? Ben çocuk yüzü mü gördüm? Üstelik genç yaşımda kaybettim Kenan’ı da, bir başıma kaldım buralarda. Atıf’a sığınmam; bile bile her bi’ haltını kabullenmem ondan değil mi? Sırf yalnızlıktan korktuğumdan değil mi hepsi? Ah Atıf, ah…
Neyse, hele dükkânı bir açalım bir, bu sabah geç mi kalmışım ne? Bak, çiçekçi kız bile yandan beni gözlüyor çaktırmadan. İki gün oldu şunun şurasında bu mahalleye geleli, biraz uzak duruyor ya, o da bizi merak etmede, anlamam mı ben? Geldim ya, hepsinin içi rahat etmiştir. E, doğru tabi, ölsem kalsam bunlar anlar ancak, kim fark edecek başka yokluğumu? Atıf mı? Kim bilir kimin koynundan çıkacak da Atıf… Ah, bu adamdan bir kurtaramadım ya kendimi, elimden başka tutan yok.
“İsmet, İsmeeet, baksana az, hadi getir benim kahvemi. Az şekerli, unutmayasın sakın… Sabah bereketi köpüğünden gelsin, hadi kuzum, bir koşu, hadi.”
Vallahi kahvemi içmeden günüm geçmez hayatta. Zaten iki kuruşluk keyfim var onu da yapmazsam bu kadar derdi, cefayı nasıl çekeyim? Kenan’ım ölüp gitmeyeydi, her şey böyle mi olurdu? Ben Atıf mı bilirdim? Bilmez olaydım, bildim de ne oldu? Aaa, bak bak müşteri, sabah sabah, uğurlu gelsin inşallah ayağı. Haydi bismillah…
“Hoş geldin Şazuman Hanım, nasılsın? Melike nasıl? Adnan Bey nasıl? İyi misiniz?”
“İyiyiz Allaha şükür. Sen nasılsın?”
“İyiyim, iyi. Aman Allah iyilik versin.” 61
“Ayla Hanımcım bir etek fermuarı lazım bana, siyah. Kursa başladımdı ya ben bu Melike’nin aklına uyup, etek dikiyoruz şimdi de.”
“Gizli mi, düz mü? Vallahi gizli fermuar daha şık duruyor tabi ama gizli fermuar için ayrı ayağı yoksa makinenin dikemezsin bak. Kurstaki makinede mi dikeceksin? Evde mi?”
“Kursta dikerim herhal evde elim değip bir türlü oturamıyorum ki başına. Aslında iyi oldu bir yerde bu kurs işi. Bilmediğimden değil ama gidip oturunca makinenin başına öyle bir iki, bir iki bayağı iş çıkıyor ha.”
“O zaman gizli fermuar olur bak, okulun öğretmeni geldiydi geçende, gizli fermuar ayağı varmış okulda. Hah işte al bak siyah. Ama sen kumaşının yanına bir koy bak da, olmadı değişelim. Her siyah aynı olmaz biliyorsun. Kursa gitmeden bakıver geçerken değişiriz olmadı.”
“Tamam, Ayla’anımcım bakarım eve gidince. İyi dedin, maazallah Melike çok titiz, paparayı yerim tonu tutmuyor bunun diye sonra.”
“Ee, daha daha nasılsın? Otursana, var mı işin? Kahve söyleyeyim sana da? İki lafın belini kırarız şöyle hem?”
“Yok, kahve istemem, çarpıntım var bu ara. Ama iki dakika oturayım hem soluklanmış da olurum.”
“Otur, otur tabi. Bana bak, şu sizin komşu, Sevdiye’anım, ne sessiz kadın ayol? Ağzı var dili yok. Geçen geldi, örgüye meraklı galiba, renk renk yünler aldı. Ama sanırsın ki dilini kedi yutmuş. İnsan iki çift laf etmeye çekiniyor pek de böyle içe kapanık duruyor. Bir derdi mi var acaba? Hep aynı saatte alışverişe çıkar, her öğlen benim dükkânın önünden geçer, her akşam aynı saate kadar ışığı yanar, pek düzeninde maşallah ama pek sessiz canım.” 62
“Bilmem ki bizim Melike arada gidiyor konuşuyor ama benim pek bir muhabbet etmişliğim yok. Sessiz hak’kat. Karşılaşırsak selam verir o kadar. Evden çıktığını görüyorum arada çöp çıkarırken felan. O zamanlar günaydınlaşıyoruz. Sahi Gülümser nasıl, ne zamandır görünmüyor ortalıkta?”
“Değil mi? Aman sen de ne olacak kocası hasta diye temizliğe gidiyormuş işte kızcağız. Sabah yolda karşılaştık da iki çift laf ettik. Yazık, yorgun düşmüş tabi ama belli etmiyor ne yapsın?”
“Aaa, iyileşmedi mi onun kocası da ayol? O da ne bahtsızmış a canım, ne kocadan yüzü güldü, ne paradan puldan. Neyse hayırlara çıkarsın inşallah… Bari çocuk adam akıllı okusa da, per perişan olmasa.”
“Âmin. İnşallah. Gene diyeceğim ama bu Sevdiye’anım geçen gece epey oturdu galiba. Işığı hiç sönmedi bütün gece. Dedim hasta filan mı oldu?”
“Bilmem ki biz dün Ayşe’anımlara gittik Adnan’la. Malum torunu oldu ya, “güle güle büyütün” demeye. Oradan gelince de hemen yatıverdim. Melike geç geldi ama iş yemeği varmış, patronu pek seviyor bizimkini, yere göğe koyamıyor, varsa yoksa Melike. Vara yoğa da yanına istiyor ama yoruluyor kızcağızım. Ondan evveli gece de Hatice Hanım var ya bizim kurstan, hani şu Kırtasiyeci çocuğun annesi, onlar geldiydi. Gelen giden olunca pek sağı solu göremiyorum. Belki Melike’m bilir, gerçi bir gitme gelme olmadı bizde pek de, Melike ile konuşuyorlar… Pek seviyor Melike’yi.”
“Aman ne bileyim, sessiz sedasız bir kadıncağız ya… Bir derdi varmış gibi duruyor sanki. İçim ezildi de sorayım dedim. Yoksa işlerim boyumu aşmış kadıncağızın evini gözlediğimden değil. Ama geçen akşam, ütü birikmiş onları yaparken televizyon karşısında bir baktım saat almış yürümüş. Haydi, yatayım dedim, perdeyi çekerken ışığı 63
yanık görünce… Çok geçe kalmıyor genelde erken sönüyor ışıkları da. Ondan dedim.”
“Öyle öyle erkenci galiba. Bizden de pek sesi sedası duyulmaz.”
“Neyse, şu senin çetik ören bir ahbabın vardı hani çetik getirecekti bana da, koyacaktık vitrine. Ne oldu, uğramadı hala? Unutmuş olmasın sakın?”
“Hülya? Kardeşi doğum yapacak ya, onun derdine düştülerdi, unutmuştur. Hatırlatırım ben ona. Neyse, ben kalkayım artık. Daha yemek yapacağım eve gidip.”
“Otursaydın Şazuman Hanımcım, laflıyorduk ne güzel.”
“Öyle de evde iş bitmez, akşama Adnan’ın iş yerinden arkadaşları Haluk Beyler gelecek yemeğe evi bir kolaçan edeyim. Pek sık gelmiyorlar zaten ayıp olmasın insanlara.”
“Tamam, o zaman ısrar etmeyeyim hiç. Ama uğra arada, sade alışverişe gelme. Bak ben yalnızım bütün gün burada.”
“Sen de gel kahveye, ne zamandır gelmedin hiç. Bak Salı günü Sevim gelecek Ayşe’yle. Sen de kaç gel azıcık. Bütün bütün burada oturup kalınca sıkılırsın.”
“Kaç zaman var görmedim Ayşe’yi de bak. Taşındılar gittiler, gidiş o gidiş. Gelirim madem bi aksilik olmazsa…”
“Gel gel beklerim Ayla’anım. Hadi kal sağlıkla, hayırlı işler...”
“Sağ olasın Şazuman Hanımcım, sana da kolay gelsin.”
İyi kadın şu Şazuman Hanım. Kızına biraz fazla düşkün ama, her ana baba evladına düşkün oluyor herhal. Anneciğim rahmetli de beni yere göğe koyamazdı ya...
Amaaan, neyse ne, ben şu Hikmet nursuzunu arayayım bir, şu benim düğmeleri, fermuarları sipariş vereyim. Hazır sabah vakti kafam 64
yerinde iken vereyim şu siparişleri. Sonra gelen giden olacak, akşama doğru Atıf’ın derdi, yine unutacağım sedefli düğmeleri. Ah bir günden bir güne rahat huzur yüzü görmedim ki... Ya dükkânın eksiği olur, ya borcum; ikisi de yoksa Atıf kayıplara karışır içime dert olur. Bugün de içimde bir sıkıntı var ya, hayırlara çıksın inşallah!
Az gazetelere bakayım bari ne var ne yok. Aa, polis değil mi bu geçen? Hayrolsun, ne işi var ki bunların burada? Hayırlara çıksın inşallah, hırsız ursuz biri mi var nedir? Bir şey olmuş kesin. Kesin. Ne oldu acaba?
“İsmeeeeet, İsmeettt! Gel az, gel.”
“Buyur Ayla’bla.”
“Ne olmuş, ne gelmiş bu polisler?”
“Şu geçen taşınan kadın vardı ya, ölmüş. Onun evinden çıkıyordu polisler, kapıda da ambulans vardı.”
“İsmet, sen ne diyorsun? Ayol geçen geldi daha kadıncağız bana, şişle yün aldıydı. Ne olmuş, nasıl olmuş? Çatlatma be İsmet insanı, anlatıver bi’ çabucak. Ne olmuş? Polisler nasıl haber almış? Silah mı atmışlar? Ay, ne meraksız çocuksun, bir koşu gidip öğrensene ne olmuş ne bitmiş? Mahallede olay var da sanki her gün… İnsan bir kulağını açar dinler, değil mi ya?”
“Kimseyi yaklaştırmadılar ablam, kapıdaki ambulansa çıkarıverdiler torba içinde.”
“Ne olmuş, niye ölmüş kadıncağız? Kimi kimsesi gelmedi mi ayol? Her gün mahalleden bir yerlere gider gelirdi, ille vardır eşi dostu. Geleni olmadı mı? A çocuk senden adam olmaz, olsan sittin senedir çırak mı olurdun, a hayta? Asma suratını asma, sevdiğimden laf 65
etmiyor muyum ben sana? Ayla’blasının kuzusu değil misin sen? Dur ben bir Asım Efendi’ye sorayım bari... Sen gene gel haber et bana ne olmuş, ne bitmiş. Ay bu mahallede de ölsek cenazemizi belediye kaldıracak, ne günlere kaldık! Asım Efendiiii, Asım Efendi, duydun mu? Şu bizim yeni komşu ölmüş diyorlar!” 66
“Postane Memuru Kerim Anlatıyor”
Şener Soysal
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX___________________
DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü” 67
POSTANE MEMURU KERİM ANLATIYOR
Aniden meydanın üzerine bir sessizlik çöktü. Tüm gürültüyü ve kargaşayı ansızın örtüverdi. Herkes sustu, tüm hareketler durdu. Bizim Kasap Asım’ın satır tutan eli sanki havada asılı kaldı, onu satırıyla görenler de korkudan öylece kalakaldılar. Yufkacı Samim’in yufkası sacın üzerinde kurur gibi oldu; Fulya’nın çiçek saksılarından biri suya aşırı doydu, fazla su taştı dükkânın beton zeminine ağır ağır. Meydandan geçen ahali, ‘mahalle sakini’ ismine yakışır biçimde sakin ve hareketsiz, sadece gözleri oynayabilen birer heykel gibi duruyorlardı. Gözler sesin geldiği yöne doğru çevrilmeye çalışılıyordu. Topuklu ayakkabının ritmik sesi herkesin kulaklarına hücum ediyor ve onun geldiğini gösteriyordu. Meydanda göründüğü anda her şey normale dönecekti, onu bir kere görmek insanları yeniden canlandırmaya, bu soluksuz bekleyişe son vermeye yetecekti…
Ya da bana öyle geliyordu. Bazen her şeyi gözümde fazla büyütmemden, kapalı kaldığım şu hap kadar yerde türlü düşlere kendimi kaptırmamdan olabilir. Zaman hiç durmamıştır elbet masallardaki gibi. Ama Sevdiye’yi bir görenin de bir daha dönüp baktığı, onu görenin işinin daha bir rast gittiğini söylememek imkansız. İlk kez oturduğum yerden görebildiğim alanı biraz daha genişletmek için astığım aynadan görmüştüm. Meydandaki kalabalıktan tamamen farklıydı. Bir anda tarif edilebilecek biri değildi. 68
Akıldan çıkmayacak kadar etkileyici, insanı aptallaştırıp görülen bir düşmüş gibi aniden zihinden siliniveren hatlar… Saçlarını savuran rüzgara karşı boyun eğmeden hem amiri hem memuru olduğum bu küçük postane şubesine girivermişti. Cebinden çıkardığı mektubu yollamak istiyordu. Ücretini söyledim, parayı aldım, üstünü verdim, mektubu onayladım. “İyi günler” dedi; “İyi günler” dedim. Geldiği gibi geri döndü, gelirken baktığım gibi aynadan baktım durdum şaşkınlıkla. Heyecandan çok bir şey söyleyememiştim.
Oysa ne çok şey söylemek isterdim. Yürüyüşü, salınışı, saçlarının dalga dalga uçuşu, o doğal ve duru güzelliği kadar elinde bir mektupla çıkagelmesi de etkilemişti beni. Bu devirde mektup yollayan biri… Şu mesleğe başladığımdan beri teknoloji o kadar gelişti ve bizim asıl işimiz postacılık o kadar yavanlaştı ki… Posta-telefon-telgraf’tan oluşan PTT’nin her bir harfi gereksizleşti; yerini bilgisayar, internet aldı. Allah sizi inandırsın artık kimse mektup yollamıyor özel olarak. Okumayı yeni söken hevesli çocukların yolladığı bayram tebrikleri ve resmiyet açısından postane mührüyle yollanması gereken dilekçeler geliyor sadece önüme. Askere sevgilisinden mektup bile gitmiyor yahu! Bir tek Sevdiye’den birine gitti mektuplar. Galip S. adına İzmir’de bir apartman dairesine gönderiliyordu.
Pek çok kez geldi Sevdiye postaneye. Ne yalan söyleyeyim, çok kıskandım Galip olacak adamı. Kim olduğunu geçtim, yüzünü bile görmediğim birine bu kadar kin besleyeceğimi düşünmezdim. Kaç kere o zarfları açmak istedim, açıp da içinde yazanları görmek, görüp de büyük bir hüsrana uğramak ya da aralarında bir şey 69
olmadığını öğrenip derin bir ohh çekmek… Yapamadım. Şeytan ne kadar dürterse dürtsün yapamazdım. Sevdiye çıkar çıkmaz zarfın her köşesine dokundum, el yazısını defalarca inceledim. S’yi diğerlerine göre irice yapmasını, y’nin kuyruğunu v’ye kadar uzatışını, soyadını daha bir ciddiyetle yazışını ama son harfte yine de muzırlığını belirtip L’yi uzatmasını iyice benimsedim. Defalarca kokladım zarfı. Her santimine onun kokusu sinmişti, portakal çiçekleri gibi insana mutluluk veren bir kokuydu. Sevdiye’yi sadece mektuplarındaki kendine has izleriyle hissetmeye çalıştım. Ötesini yapamazdım. Değil mektubu açmak Galip’in soyadını bile söyleyemem. Özel hayata saygı gerektiren mesleğime bunu yapamazdım.
***
Babam okumamı hiç istememişti, hele devlet memuru olmak… Sabah dokuz-akşam beş çalışmak, her ay aynı parayı almak ona saçma geliyordu. Anadolu bozkırının Kızılırmak kenarındaki bir kasabasında yüzlerce dönüm tarla ve küçükbaş hayvana sahip, adı saygıyla anılan, önemli biriydi babam. Tabiri caizse kasabasının reis-i cumhuru. Böyle bir adam niye kıçı kırık bir ünvanı, azıcık maaşı mantıklı görsün ki! Oysa benim hayallerimde büyük şehrin memuru, kasabanın cumhurundan daha büyüktü. Hayallerimi büyüten okuduğum kitaplar kadar aynı kısır döngü içinde yaşayan insanlardan biri olmama isteğimdi. Ticaret lisesini bitirince babam üniversiteye izin vermedi. Ben de askerliğimi yapmaya karar verdim. Umudum ben terhis olana kadar yumuşamasıydı ama gelip de işlerin başına geçmek yerine hala okumak istediğimi söyleyince beni evden kovdu. Ben de ilk otobüsle Ankara’ya gittim. Sonrası beni on beş yıllık devlet memuru yapan uzun bir hikayedir ve sanırım bu 70
memuriyetin yarısı bu ufak mahallede geçmiştir. İşin garip yanı, kısır döngüden kaçayım derken hiçbir işe yaramadığım şu postane şubesinde sürekli aynı insanları, aynı binaları görerek başka bir kısır döngüde kayboldum. Bir daha doğduğum yerleri ise hiç göremedim. Ben askerdeyken kaybettiğim annemden sonra yeniden evlenen babam, Kızılırmak’a bir baraj yapılacağını ve tarlalarının sular altında kalacağını duyunca, tüm emeklerinin yandığını düşündüğünden olsa gerek, kriz geçirerek ölmüş. Kasabanın yirmi kilometre ileriye taşınacağını ve devletin tüm köylülere istimlak parasını vereceğini hiç mi kimse söylemedi diye merak etmiyor değilim. Yeni ve genç karısından da kuşkulandım bir süre ama üzerine de gitmedim. Hala babama karşı büyük bir öfke duyuyordum o zamanlar. Zaten dünyaya gözümü açtığım ev sular altında olduğundan yersiz yurtsuz, yuvayı dişi kuş yaptığından evsiz barksızdım. Tutunabileceğim tek şey işimi sürdürdüğüm bu küçük meydandı ve haliyle bir gün karşıma bir ‘umut’ çıkaracağını düşündüğüm bu meydanı bırakıp miras peşinde koşmadım.
***
Şu camekanlardan gördüğüm Derdiser Meydanı esnafları, Girihgüşa Mahallesi’nin sakinleri ne kadar bilebilir ki benim yalnızlığımı? Kim kucak açar bana? PTT niyedir bilinmez, buraya açtığı şubeye beni atadı. Meydan, kenarından ufak bir dükkân verdi devletin kurumuna. Peki ya her gün yüz yüze baktığımız esnafların yüreğinde ne kadar varım? “Eli çantalı, kravatlı adam” diyorlardır eminim benim için, ki öyleleri pek sevilmez. “Don yağı gibi” de diyorlardır belki. Ne deseler haklılar. Ne yapabilirim, insanlarla kolayca ilişkiler kuramıyorum. İçi boş konuşmalarla başlamak gerekiyor ilkin. Futbol 71
muhabbeti gerekiyor, “ne olacak bu memleketin hali” demek gerekiyor, mahalleye hizmet getirmeyen belediyeye hep birlikte sövmek gerekiyor, biliyorum. Ama yalnızlığa alıştıkça insanın gözüne gereksiz görünüyor. Haliyle tüm muhabbetimiz selamlaşmayla sınırlı kalıyor. Ama Sevdiye’den sonra her şey değişti.
Bir insan yalnızlık duvarı kurduysa etrafına, sadece bir aşklık delik açar sevdiği içeri girebilsin diye. Benim yalnız kabuğumdan çıkmamın da nedeni Sevdiye hakkında bilgi almaya çalışmak oldu. Bunun için önce havadan sudan konuşur, sonra da lafı Sevdiye’ye getirir oldum. Öğrenebildiğim ay başında Namzet Sokağı’na taşınmış. Postanenin dört bina sonrasındaki Kısmet Apartmanı’na bir kamyondan indirmişler eşyaları. Meydan ve çevresi avuç içi kadar olduğundan herkesin her şeyi bilinir aslında. Gariptir, Sevdiye’yi bilen bu kadar biliyordu. Ne iş yapar, nerden gelir… Belki de bana söylemiyorlardı. Sonuçta yıllarca hiç dedikodulara karışma, sonra mahalleye yeni gelen bir kadın hakkında hafiften bir yoklama yapmaya çalış, söylemesi bile utandırıcı.
Oysa sadece aşık olmuştum. Yıllar olmuştu bu heyecanı duymayalı. Ankara’da Posta Dağıtım’da memurken aynı bölümde çalıştığım bir kızdan çok hoşlanmıştım. Nalan’dı adı, çıtı pıtıydı, dalga dalga saçları vardı. Işıl ışıl parlayan ela gözlerine hayrandım. Neyse, o da benden hoşlanmış, flört etmeye başladık. Ardından söz, nişan, düğüne kadar gittik. Çok para kazanmıyor olmamın, mevki olarak yükselemiyor olmamın başlattığı kavgalar ve Nalan’ın gönlünü yeni ve yakışıklı şefimize kaptırması sonucu bir buçuk yılda tükettik evliliğimizi. Çok da detaya gerek yok yani. Para ve güç isteyen biriyle ne kadar hayat 72
yolunda ilerlenebilir ki. Ayrılmaya karar verince ceketimi alıp çıktım evden. Müdürlüğe hemen bir dilekçe yazıp tayinimi istedim.
***
Müşteri memnuniyetini esas alan pek çok kurumun başına gelen çalışan memnuniyetsizliğiyle dolu yılların ardından postaneye sanki “beni sev!” diye gelen Sevdiye ile umutlanmıştım. İkinci kez bu işi yaptığıma çok memnun olmuştum. Yoksa onu nasıl görüp de sevecektim ki… Ne garip şu hayat! Bir yandan Sevdiye’nin mektup yolladığı Galip’in aşık olduğu kişi olabileceğini düşünerek derin bir hüzne kapılıyordum, diğer yandan da sırf o Galip denen adam sayesinde ayda üç kere yüzünü bu kadar yakından gördüğüme deliler gibi seviniyordum. Kimdi bu Galip, bu güzel kadından mektuplar alma lütfuna erişecek kadar ne yapmıştı? İşin kötü yanı, Galip’in cevap yazıp yazmadığını bilmiyordum. Benim minik postanem sadece gönderileri almak ve bankacılık işlemlerini yapmakla yükümlü. Gelen postalarsa bölge dağıtım merkezlerinde postacılara veriliyor.
Aslında belki ikinci mektubu açsam, içini okusam her şey çözülürdü. Ne olacaktı ki sanki? Mesleğime ihanetmiş, halt etmişim! Kimsenin tavuğuna kışt demeden yaşadık da ne oldu? Hem Hipokrat yemini mi ettik, Kuran’a mı el bastık da… Yine hep babam işte; zamanında verdiği terbiye, gösterdiği doğru yol açmama izin vermedi o zarfları. Yine de düşünmüyor değilim bana terbiyenin fazla gelip gelmediğini. Çünkü sanki fazla terbiye almış da onun altında ezilip sessiz ve karanlık köşesine çekilmiş biri gibi hissediyorum. Onun için babamın 73
iyi mi yoksa kötü mü yaptığını bilemiyorum ya. Yine de nur içinde yatsın.
***
Boşandıktan sonra ciddi hiçbir flört denemesi olmayan bir adam olarak Sevdiye’ye hislerim hakkında doğru düzgün bir şey diyemiyordum. Beceriksiz ve cesaretsizdim. Cesaretimin yerine gelmesi için de Sevdiye’den hiçbir işaret yoktu. Her zaman herkesle konuştuğu gibi telaffuzu güzel Türkçe’siyle kısa konuşuyordu. Meydan esnafının onu bazen postişli saçlarla ve makyajla gördüğünü öğrenmiştim ama bana öyle de gelmemişti hiç. Geldiği ilk ayın sonunda taahhütlü yollanan küçük postalarla ilgili bir dökümana bakarken Sevdiye’nin Nisan ayının yedi, on yedi ve yirmi yedinci günlerinde geldiğini fark etmiştim. Bu benim için bir ipucu sayılabilir belki. Ama içimden bir ses bunun maalesef o Galip denen adam için olduğunu söylüyordu.
Bana onun hislerini bilmeden yüreğimde saklı ne varsa söyleme cesaretini verebilecek tek şey içki. Babam da mazlum adamdı, içmeden işçi kovamazdı. Anlayacağınız işçiyi içki kovardı daha çok. Yoksa iyi çalışmayan işçiyi babam kesin affederdi. Ben de içmeye karar verdim. Bir gece cesaretimi toplayıp kapısını çalacak ve ona olan tüm hislerimi anlatacaktım. Gerçi biliyorum onun oturduğu apartmanda, sokağında dedikoducu çoktur. Beni görmekle yetinmez duvara bardak koyup dinlerler bile. Ama bir cesaretimi toplasam yeminle hiç birini görmez gözüm. Ama cesaretimi toplamak için gereken içki içmek faslı da bir cesaret gösterisine dönüştü gözümde. İçmek için de cesarete ihtiyacım vardı. 74
Cesaret gelmedi ama her şeyi tetikleyecek büyük bir kıvılcım düşüverdi. Mayısın yedisinde ve on yedisinde de gelen Sevdiye, yirmi yedisinde gelmedi. Yirmi sekizinde de yoktu. İlk başlarda ne düşüneceğimi bilemedim. Sonradan sonraya onun artık Galip’e mektup yollamayacağını düşünmeye başladım. Sevdiye’nin fikrini değiştiren neydi? Aralarında bir aşk varsa bile bitmişti. Her zamanki düzende mektup yollanmaması tam da bunu gösteriyordu. Ben de bundan güç alarak kapısını çalmaya karar verdim. Her zaman her olaya temkinli yaklaştığım için birkaç gün beklemeye karar verdim.
Haftanın son günü işimi bitirip postaneyi kapattım. İstasyonun yanındaki alt geçitten meydanın öte yanına geçtim. Yüz metre kadar mesafedeki İstasyon Meyhanesi’ne girdim. Keyif içinde bir şeyler atıştırıp bir yandan da birkaç kadeh devirdim. Bir ayı geçkin süredir hayallerimi süsleyen, beni umutsuz aşık yapıp üzen kadın için ilk kez kendimi şanslı hissediyordum. Gidip kapısına söyleyecektim her şeyi bir bir. Ona söyleyeceklerimin provasını yapa yapa kendimi iyice kaptırmıştım. Sevdiye’ye kafamda kurduklarımı kendime söylediğim gibi bir çırpıda söyleyebilmek için hemen hesabı ödeyip kalktım. Gerisin geri gelip yine Boğazgeçen Altgeçidi’nden meydana girdim, hızlı adımlarla Namzet Sokak’a ilerledim. Işıkların yanıp yanmadığına bile bakmadan apartmana girdim. Koşar adımlarla üçüncü kata çabucak çıktım. Belki hızlıca merdiven çıkmaktan kan beynime gelmeye başladığından, belki de meyhaneden erken çıkıp kafayı iyice bulmadığımdan olacak; zili çalmak için duraksadım. Terlemeye başlamıştım, elim bir türlü zile gitmiyordu. Kafamda onun için hazırladığım tüm cümleler arapsaçına dönmüştü. Üstelik kafama 75
yine “acaba”lar, “belki”ler üşüşmüştü. “Acaba ayıp mı olur? Belki müsait değildir. Acaba yarın gündüz gözüne gelmek daha mı münasip olur? Hem tek başına bir bayan neticede. Gören duyan ne der. …” Vazgeçtim. Usul usul, gürültü etmemeye gayret ederek aşağı indim, tekrar meyhaneye gittim. Bu sefer küfelik olana kadar içtim, güç bela eve gidip yattım.
Fazla içmek de az içmek gibi bana yaramıyormuş. Cumartesi gün boyu ve gece taş gibi uyumuşum. Arada birkaç kere uyanıp başımın ağrısını alsın diye hap yutmuştum, bir de tuvalete gitmiştim, hepsi o. Dışarıda el ele dolaşan çiftleri bol bol görmekten korktuğumdan olacak hafta sonları pek dışarıya çıkmam. Ama bu sefer durum farklıydı. Cumartesi adam gibi içmeyi henüz öğrenemediğimden gidemediğim Sevdiye’nin evine pazar günü gidecektim. Duş alıp, tıraş oldum. Çok abartılı olmayacak şekilde güzelce giyindim. Çiçek almayı düşünsem de benim hislerim hakkında hiçbir şey bilmediğinden fazla olacağına karar verdim. Her şeyin tam tamına uygun olduğuna karar kılınca evden çıktım ve doğruca Sevdiye’nin sokağına gittim. Ama Namzet Sokak her zamanki gibi sakin değildi. İkişerli üçerli ara ara duran, konuşan mahalle sakini kadınlar-erkekler vardı. Tanıdık birkaç simaya selam verip yanlarına yaklaştım. “Hayrola” der demez bir bir tüm bildikleri döküldü ağızlarından. Yüreğim parça parça olup döküldü ayaklarının dibine.
Sevdiye evinde ölü bulunmuş. Cumartesi gecesi karşı komşusu Sevdiye’yi bir süredir görmeyince şüphelenip bizim karakola haber vermiş. Polisler de savcılıktan izin alıp muhtarı da yanlarına katarak gelip kırmışlar kapıyı. Ne olduğunu, nasıl öldüğünü bilen yok. Herkes 76
ayrı bir şey söylüyor. “Kan davasından, töreden kaçmış ama yine bulmuşlar işte, kendini asmış kemerle, fahişelik yapmıyormuş, bir belalısı varmış gece çekmiş vurmuş…” ve daha neler neler. Hiç utanmadan türlü yalanlar söylüyorlardı düne kadar komşuları olan Sevdiye’nin arkasından. Üstelik yukarı sokakta söyledikleri yalana aşağı sokakta kendileri de inanıyorlardı. Oysa kimse ne evin içini görebilmişti ne de cesedi. Bilinen tek gerçek, görenler Sevdiye’yi apartmandan ceset torbası içinde polisler çıkarırken görmüş. Ceset, Adli Tıp’a gönderilmiş.
Ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilemedim. Sanki oraya değil de başka bir yere gidecekmişim gibi sokakta yoluma devam ettim. Her sokak aynı görünüyordu gözüme, gözümden hafiften yaşlar boşanıyordu. Mutluluk benim için değildi anlaşılan. Yıllarca şu meydanda sürdürdüğüm memuriyetimde elimi uzatabileceğim kadar yakın bir umuttu Sevdiye. Galip’e ümitsizce aşık olan ve bu yüzden intihar ettiğini düşündüğüm kocaman bir umuttu. Göçtü gitti öte dünyaya. Ben de ona ümitsizce aşık öylece kalakaldım burada bir başıma. İki ay öncesinde neysem oydum artık, onu tanımadan önce neysem o.
Bunları düşüne düşüne yürüyerek mahalleyi neredeyse tavaf etmiş ve ancak evimin kapısına varabilmiştim. Evime girip çalışma masamın başına geçtim. Beyaz bir kağıt ve bir tükenmez kalem aldım. Genel müdürlüğe bir dilekçe daha yazıp tayin isteme zamanı gelmişti işte. Artık burada kalmak için bir nedenim, neden bulmak için umudum kalmamıştı. 77
DİZİN
Öyküler
“Kasap Asım Anlatıyor” s.08
“Nalbur Mümtaz Göktenindi Anlatıyor” s.21
“Çiçekçi Fulya Anlatıyor” s.29
“Komşu Kızı Melike Anlatıyor” s.42
“Yufkacı Samim Anlatıyor” s.52
“Tuhafiyeci Ayla Anlatıyor” s.57
“Postane Memuru Kerim Anlatıyor” s.67
Ayşe Coşkun
Ceyda Zeynep Koyuncu
Fulya Karakaşlı
İlker Cabi
Kadriye Soysal
Melis Mine Şener
Şener Soysal
Çizimler
s.07 / s.20 / s.28 / s.41 / s.51 / s.56 / s.66 Burcu Sağlam ..
DERDİSER MEYDANI
“Sevdiye’nin Ölümü” 78
DERDİSER MEYDANI “Sevdiye’nin Ölümü”
DERDİSER MEYDANI “Sevdiye’nin Ölümü”
Ve… Birgün herkes ɑnlɑr, sevdiğinin kıymetini… Amɑ gidince, Amɑ bitince, Amɑ ölünce… Kısɑcɑ; İş işten geçince!
çelik kapı çeyiz
çelik kapı çeyiz
Kimler çevrimiçi
Bu forumu görüntüleyen kullanıcılar: Hiç bir kayıtlı kullanıcı yok ve 9 misafir